Türkçeyle Yaşamak

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Üniversite Yıllarım ve Ankara

– Hocam, liseden sonra üniversite hayatınız başladı. O yıllarda üniversiteye nasıl giriliyordu?

– Liseden pekiyi derecede mezun olanları, hele olgunluk sınavı pekiyi olanları sınavsız alıyorlardı. Benim her iki mezuniyet diplomam da pekiyi olduğu için istediğim fakülteye hiçbir sıkıntı çekmeden girebilirdim. Bazı fakülteler derecesi düşük olanları imtihana tabi tutuyorlardı. Liseyi bitirdiğim zaman üniversiteye gitmem sıkıntı konusu oldu. Çünkü İzmir’de üniversite yok. Ya İstanbul’a ya Ankara’ya gitmem gerekiyordu. Harp yılları, karartmalar vardı ve çok sıkıntılı bir dönemden geçiyorduk.

– Hangi yıldı Hocam?

– Yıl 1940. Ankara’ya geldim. İzmir’de Gazi Eğitim Enstitüsünün yazılı sınavına gireyim dedim, girdim ve kazandım. Yatılı için Ankara’ya gitmem lazım. Ankara’ya giderken de hocalarıma bir allahaısmarladık demek istedim. Çok severdim, onlar da beni çok severlerdi. Onun için hocalarımla vedalaşmaya gittim. Onlar bana Ankara’ya gidince bir çaresine bak da DTCF’ye gir, dediler. Gazi Eğitim Enstitüsü senin için az olur diye düşünüyoruz, dediler. Urla Belediye Başkanının kızı ve birkaç kişi daha sınavı kazanmıştı. Kalktık, dört kız Ankara’ya geldik. Ulus’ta Cihan Palas’a yerleştik. Gazi Eğitim Enstitüsüne gittik. İşlemimizi yaptırdık, sözlü sınava gireceğiz. Üç dört gün sonra sözlü sınav olacak. Ankara’da bir akrabamız vardı. Babamın halasının oğlu Dr. Ahmet Ali Bey. Daha önce bahsetmiştim size. Annem, babam, fırsat bulursan Ahmet Ali Bey amcana git, demişlerdi. Daha üç gün var sözlü sınava, bir ziyarete gideyim dedim. Kalktım, iş yeri olan Askerî Fabrikalar Genel Müdürlüğüne gittim. Gazi Eğitim Enstitüsüne çok yakındı. İlk defa görüşüyoruz. Kendimi tanıttım. “Aa, sen İzmir’den geliyorsun. Nerede kalıyorsun?” dedi. Otelde kaldığımı öğrenince, “Kızım sen nasıl otelde kalırsın, burada senin akrabaların var, seni hemen eve gönderiyorum.” dedi. Bana bir şey sormadan telefon açtı Hikmet yengeme. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın, fevkalade bir hanımefendiydi. “Hikmet, bak İzmir’den bir misafirimiz var, sana gönderiyorum.” dedi. Bunun üzerine emir erini çağırdı, “Bizim misafirimizi eve götür, yalnız önce uğrayıp otelden valizini alın.” dedi. Biz apar topar otelden valizi aldık ve Ahmet Ali Bey amcanın evine gittik.

– Ankara’da nerede oturuyorlardı?

– Ankara Kolejinin tam karşısında İncesu’ya giden yolun başındaki ilk ev. 3 katlı bir ev. Bahçesinde havuz, çiçekler falan, arka tarafında da geniş bir bağ vardı. Sonra belediye onu istimlâk etti. Çok güzel bir evdi. Ankara’ya geldikleri zaman yaptırmışlar. Evde bir Zübeyde hala var, yaşlı anneleri. Büyük oğlu doktor yüzbaşı, Erzurum’a gitmiş, askerî doktor. Kızı Nezahat de ağabeyi ile birlikte oraya gitmiş. Alaattin adında yüzbaşı bir oğlu vardı, o da taşradaydı. Diğer oğlu benimle yaşıt olan Aslan, Harp Okulundaydı. O da dışarıda. Evde yalnız Ankara Kolejinin ilkokul üçüncü sınıfına giden Yurdakul adında bir oğulları, bir de evlatlık kızları var. Çok sevindiler benim gelmeme. Tamam, bizde kalırsın, yerimiz müsait, dediler. Ben çekindim, sıkıntı veririm diye. Israr ettiler; bunun üzerine orada kaldım. Amcama, Gazi Eğitim Enstitüsüne değil DTCF’ye gitmek istediğimi söyledim. O da “Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmek istemiyorsan kızım, şart değil. Babanlara kazanamadım sınavı der, kurtulursun. Seni yengen alsın, götürsün fakülteye kaydettirsin.” dedi. Aileme bildirdim. Fakat ailemden geri dön diye mektup geldi, hatta telgraf çektiler. Bunun üzerine amcam, yengeme dedi ki “Lütfen bir mektup yaz onlara, turşusunu mu kuracaklar bu kızın? Burada fakülteye devam etmek istiyor, devam edecek, göndermiyoruz.” O zaman da DTCF yeni açılmıştı. Böylece Gazi Eğitim Enstitüsünün sınavına girmekten vazgeçtim.

– Neden önce Gazi Eğitim Enstitüsüne gitmeyi düşünmüştünüz?

– Yatılı olduğu için. Çünkü dışarıda hem maddi bakımdan sıkıntı çekeceğim, hem de harp yıllarında mümkün değil, çok zor; her taraf kapalı, karartma var. Neyse Hikmet yengeyle DTCF’ye kaydımı yaptırdım. Önce Felsefe Bölümüne kaydolmak istedim ama Gazi Eğitim Enstitüsü sınavlarına edebiyattan girdiğim için o anda hadi edebiyat olsun dedim ve Edebiyat Şubesine kaydımı yaptırdım. Böylece fakülteye başladım. Yeni taşınmıştı binasına. Daha önce Evkaf Apartmanındaydı okul. Evkaf Apartmanı, Kemalettin Bey adlı bir mimarın eseri. Güzel bir bina. Atatürk emir vermiş, bunun bir kısmı Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine ayrılsın diye. DTCF, Atatürk’ün emriyle çok özel maksatla kurulmuş bir fakülteydi. Evkaf Apartmanında 1936’dan 1940’a kadar kaldı.

– Nerede Evkaf Apartmanı Hocam?

– Ulus’a giderken Ziraat Bankası’na varmadan bir yol gidiyor arka taraftan. Gençlik Parkı’na bakan büyük bir apartman. Ziraat Bankasının arkasına düşüyor. Küçük Tiyatro’nun olduğu bina. Mimar Kemalettin yaptırmış. Çok güzel bir bina. Fakülteye 1936’da ilk girenler orada yatılı olarak kalmışlar.

– Siz yeni binasında başladınız üniversiteye.

– Evet, ben 1940’ta gittim. Fakülte yeni binasına taşınmıştı. Soğuk bir sonbahar günü gittim fakülteye. Yeni bina, yani şimdiki bina, o kadar güzel bir bina ki. Bir Alman mimarın eseri; Bruno Taut’un. Yepyeni bir bina. Koridor muşamba gibi bir şeyle kaplı. Yürüdüğünüzde yere bakınca neredeyse kendinizi görüyorsunuz, pırıl pırıl. Salonları büyük, çok çok büyük. Yukarıda üçüncü katta 347 numaralı büyük bir salon var. Sonradan ona Hamit Dershanesi adı verildi. İkinci katın sonunda 205 numaralı yine büyük bir salon daha var. Bina, her türlü ihtiyacı karşılayabilecek şekilde planlanmış. Hemen binadan giriyorsunuz, geniş bir mermer salon… Aşağıdaki büyük salona, Farabi Salonu adı verildi. Birinci katın sol tarafındaki geniş kütüphane, Umumi Kütüphane adını taşıyordu. Altındaki depo, kütüphanenin kitaplarına ayrılmıştı. Bizim bölümümüz ikinci kattaydı. Solda koridorun tam karşısında Türk Dili ve Edebiyatı yazan bir levha bulunuyordu. Kütüphaneden içeriye girdiğimiz zaman hemen sağ tarafta bir masa vardı, kütüphane memurunun oturması için. Ön kesiminde yeni yapılmış çekmeceli masalar yer alıyordu. Buralara öğrenciler kendi eşyalarını koyarlardı. Arkasında da şimdi Muzaffer Göker Salonu dediğimiz seminer kitaplığı yer alıyordu. Kütüphanede epeyi kitap vardı; özellikle başta Batılı yayınlar olmak üzere sık sık başvurulacak lüzumlu kitaplar, dergiler vb. Bizler boş zamanlarımızı kütüphanede geçirir ve bu kitaplarla ilgilenirdik. Ders yaptığımız 231 numaralı dershane, kütüphaneye en yakın olan dershaneydi. Dershane ile kütüphane arasında da büyük bir boşluk vardı ışık alması için. Buranın manevi havasının da çok etkileyici olduğunu kısa bir süre geçtikten sonra anladık. Tabii oraya gidince hemen ısındım. Bu şekilde fakülteye başladım. İlk geldiğimiz zaman bizi Tahsin Banguoğlu karşıladı. Daha önce fakülteye ilk gittiğimde duvarda sıra sıra ders programları vardı, baktım. “Aman Allah’ım, ne karışık.” dedim. Orada sakalı uzamış biri vardı. “Affedersiniz amca, bu programı nasıl anlayabilirim?” dedim. Bana açıklama yaptı. Derse girdiğinde o amca dediğim zatın Tahsin Banguoğlu olduğunu anladım (Gülüyor). İlk yıl Banguoğlu’nu gördükten sonra çok alıştık okula. Çünkü bölümü idare eden Banguoğlu’ydu.

– Hocam, dekanınız kimdi?

– Emin Erişirgil’di. Biz lisedeyken Felsefe Dersinde onun kitabını okumuştuk. Çok ince, kibar bir insandı. Faytonla gidip geliyordu okula. Hatta fakülteye ilk girdiğimde amcamlara yük olmak istememiştim. Bir iş bulayım, dedim. Ne yapayım, ne yapayım? Dekana gittim, iş istedim. Dekan güldü, “Bizim için iş bulmak zor.” dedi. Aradan zaman geçti. Çalışkan olduğum için İbrahim Necmi Hocam beni çok severdi. Beni dekana tanıtmak istedi. Gittik. Dekana “Bu kızım çok çalışkan bir talebedir.” dedi. Dekan beni süzdü, bana hatırladım dercesine şöyle bir bakıp gülümsedi. Ben de çok mahçup oldum. Benimki çocukluk tabii. Dekan bana iş bulur zannettim.

– Bölüm Başkanınız kimdi?

– Bölüm Başkanı İbrahim Necmi Dilmen’di. Banguoğlu daha sonra bölüm başkanı oldu. Banguoğlu bizi topladı, çok etkili bir konuşma yaptı. Bize bölümü tanıttı. Birinci sınıfta biz 18-20 kişiydik. İkinci sınıfa geçtiğimiz zaman yeni gelen öğrencilerle birleştirildik. 40 öğrenci falan olduk.

Son sınıf öğrencisi iken 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı hazırlığında (En öndeki, 1944)


– Hocam, Edebiyat Bölümlerinde genellikle kız öğrencilerin sayısı fazla. Sizin zamanınızda da böyle miydi?

– Bizde de durum aynıydı. İki tane erkek vardı. İlhan Başgöz ve Karoly Biçkey. Karoly, Macar’dı, ama çok güzel Türkçe konuşuyordu. Başka bölümlere girmiş çıkmış, sonra bize gelmişti. Çok kafalı biriydi. Sınıfımızda kızlar fazlaydı. Bizim sınıfta Selahattin Olcay, İbrahim Gökbakar vardı. Gökbakar, Hacettepe’de ev komşumuzdu. Akşamları bize sık sık gelirdi. Sonradan öğretmen olmuş. Bunlar bizden küçüktü, ama bazı derslere birlikte girerdik. Baki Süha Ediboğlu, Mesut Cemil Tel de bize nazaran yaşlıydılar ama derslere yine birlikte giriyorduk. Suat Sinanoğlu’nun hanımı Necile (Sinanoğlu) Hanım, Meliha Ambarcıoğlu, Sabiha Küçük, Hasibe Mazıoğlu, Rukiye Yanık, Muazzez Görkey de bizim sınıftaydı. Bir ara Millî Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel okula gelmiş, “Yahu burayı kız lisesine çevirmişsiniz.” diye takılmıştı. Kendi kızı da oğlu da oradaydı. Oğlu Can, Sinoloji’ye girmişti. Canan da başka bölümlerden birine girmişti. Ama çok aklı başında, sakin kimselerdi. Böbürlenmezlerdi. Canan, sonradan Sinoloji Bölümünden Muammer Eronat’la evlendi. Birçok bakanın kızı, oğlu bizdeydi. Daha çok da kızları… Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy Latincede idi.

– Hocam, aileniz ne kadar harçlık gönderiyordu size Ankara’da öğrenciyken?

– Bana ayda 10 lira gelirdi. Öğleleri bazen yemeğe gidemezdim eve, fakültede kantinden bir şeyler alıp yerdim. Yetiyordu. Ahmet Ali amcanın evinde kalıyordum zaten.

 

– Amcanızın evi Kolej civarında olduğuna göre okula kolay gidip geliyordunuz herhâlde?

– Yürüyerek gidip gelirdim. Yalnız şöyle bir durum vardı. Akşam 17.30’dan sonra lisan derslerine giderdik, İngiliz hocalar gelirdi dersimize. 17.30’dan 19.00’a kadar. 19.00’da çıkardık. Harp dolayısıyla her yerde karartma vardı. Bütün pencerelerin içi siyah perdelerle kapatılmıştı, dışarıya ışık sızmaması için. Çünkü düşman güçleri görür de Ankara’ya hücum ederler korkusuyla her yer zindan gibiydi. Ben Sıhhiye’deki Sağlık Bakanlığının önünden Kolej yoluna geçer, eve giderdim. Fakat amcam çok hassastı; “Kızım sen gelinceye kadar huzursuz oluyorum. Sen bana emanetsin. Balkonda karanlıkta seni bekliyorum.” derdi.

– Hocam, biraz da özelinizden söz edelim. Makyaj yapar mıydınız üniversitede?

– Hayır yapmazdım. Çünkü Şevket Aziz Kansu dekandı, maazallah ellerimize oje falan sürülmesine bile karşı çıkardı. Çok dikkat ederdi. Zaten makyaj yapmak için benim yüzüm elverişli değildi, çok renkliydi o yıllarda. Bana ortaokul, lise yıllarında al yanaklı kız derlerdi. Zannediyorum üniversitede de bu bir süre devam etti. Hiç unutmuyorum… Orhan Şaik benim rahmetli eşimin Malatya Lisesinden hocasıydı. Konservatuvara müdür olmuş. Onun hanımı Ferhunde Hanım, Dördüncü Ortaokulda İngilizce hocasıydı. İbrahim Necmi’nin Modern Edebiyat derslerine devam ederdi, beni eskiden tanırdı. Biz evlendikten sonra evimize gelirlerdi. Eşim dolayısıyla ahbaplığımız arttı. Bir gün “Zeynep o yanaklar ne oldu, nerede kaldı?” dedi. Demek ki ben farkında değilim, çok renkli bir kızdım. Sonradan renk menk kalmadı.

– Nasıl giyinirdiniz Hocam? Etek boyunuz nasıldı?

– Kısa etek giymezdim. O zaman herhâlde diz altındaydı etekler. Evlendiğim sırada manto yapılmıştı, boyu dizin altında. Daha sonra etekler uzayınca o kısa geldi, başka bir kürkle ek yapmak zorunda kaldım. Birkaç defa etek boyları değişti. Üniversitedeyken Rukiye diye bir arkadaşım vardı. Bulgaristan göçmeniydiler. Elbiselerimizi onun ablası Esvet abla dikerdi. Bana, Rukiye’ye ve Coğrafya Bölümünden Türkân diye bir arkadaşımıza… Elbiselerimiz bazen bir örnek olurdu. Bir bordo elbisem vardı, cepleri sarı işlemeli.

– O yıllarda hazır giyim yaygın değildi.

– Evet, yaygın değildi. Hatta bir mantoluk kumaş almıştım, iyi bir terziye denk gelmediğim için rezil oldu mantom. Hazır giyim de pek yoktu, dışarıdan bir şey alınmıyordu. Şimdi hemen hemen hiç kimse terziye gitmiyor, hazır alıyor. Zamanla gelenekler, alışkanlıklar çok değişiyor, bugünün şartlarına ayak uydurmaya çalışıyor insanlar.

– Saçlarınız nasıldı Hocam?

– Saçlarım ilkokulda uzundu. Yengem, ağabeyimin hanımı sabahleyin tarardı, iki tane örerdi, ucuna da kurdele takardı. Ben onu öne alırdım, ucu kurdeleli giderdim. Ortaokulda öyleydi, lisede de öyle. Hatta bir defasında İzmir Kız Lisesinde Başmuavin Hayriye Hanım dedi ki: “Zeynep, bu saçları kessem ne olur?” Ben de “Çok istiyorum Hocam ama annem babam uzun saçı çok seviyorlarmış, o yüzden izin vermiyorlar, ben de çok rahatsızım bu hâlden.” dedim. Sonra bir ara ısrar ettim herhâlde, saçlarım kesildi, ama berbere gitmezdim. Ağabeyimin hanımı evde makası alır, keserdi. Ankara’da berbere gittik birkaç defa.

– Peki Hocam, erkek arkadaşınız oldu mu üniversitede? Flörtünüz?

– Hayır, hiç olmadı. Yalnız Nevşehirli birisi vardı, adı Sabri. Bizde talebeydi. Flört etmeye yanaşırdı, ben yüz vermezdim. Arkadaşlarım derlerdi ki seninki geldi. Bende olumlu etki bırakmış bir insan değildi.

– Üniversitenin ilk yılı Ahmet Ali Beylerde kaldınız. Daha sonra?

– İkinci sene Ahmet Ali amcamın Erzurum’daki oğlu, kızı geldiği için ailem dedi ki artık onları rahatsız etmeyelim, onlara ağırlık vermeyelim. Bunu üzerine bana bir oda tutuldu, Aile Bahçesi tarafında. Annem de yanıma geldi. Aile Bahçesi, Hamamönü civarında bir semtti. Annemle beraber oturduk ve o şekilde bitirdim fakülteyi.

– Ankara’dayken İzmir’e sık gider miydiniz?

– İzmir’e sömestir tatillerinde gidiyordum. Beş on gün kalıp geliyordum. Gitmediğim de oluyordu.

– Hocam, o yılların Ankara’sı nasıldı?

– İzmir yemyeşildi. Güzel bir şehir, çok gelişmiş bir şehir. Ankara’ya baktım; ağacı yok, yeşilliği yok, kara kara. Trende geliyorum, dedim ki; bu kara kara topraklarda insanlar nasıl oturur, nasıl yaşar? Yadırgadım. Fakat içinde yaşamaya başladıktan sonra Ankara’yı sevdim. Çünkü fakülteden çıkıp da Atatürk Bulvarından Kızılay’a geliyorsunuz, Kızılay’dan sonra iki tarafa yayılıyor evler. Kolej tarafında oturan insanlar İstanbul’dan aktarma insanlar. Merkezî hükümet olması dolayısıyla İstanbul’dan buraya gelen çok entelektüel bir zümre vardı. Ankara’ya kişilik verirdi bu sakinler. Benim amcama misafirler gelirdi, Harp Okulu komutanının hanımı falan. Başka ahbapları da gelirdi. Gayet olgun, fevkalade ince, zarif insanlar. Bunları gördükçe insanın fikirleri değişiyor.

– Ankara da bağ evleri olurmuş, siz onları bilir misiniz?

– Eskiden Çankaya’nın tepesinde bağ evleri vardı. Dikmen’de bağ evleri vardı. Benim yengemin kardeşi Ömer Ulu, askerî mühendisti. O bağ evlerinde bir yer tutmuştu. Sinemaya falan gidecekleri zaman bize gelirlerdi. Küçük çocukları vardı, onları anneme bırakırlar, beni de alıp yazlık sinemaya giderlerdi, gece on ikiye kadar. Ondan sonra alıp çocuklarını giderlerdi.

– Annem anlatırdı Keçiören taraflarında da bağ evlerinin olduğunu.

– O tarafları çok bilmiyorum ama Dikmen ve Çankaya tarafını çok iyi bilirim. Tabii kalabalık değildi o yılların Ankara’sı. Trafik problemi yoktu. Bir de Ankara’nın yerlileri vardı. Mesela bizim Aile Bahçesinde oturduğumuz evin sahibi Esma Hanım teyzenin kocası Mektepler Muhasebesinde muhasebeciymiş, vefat etmiş. Bir oğlu, iki kızı vardı; oğlu askerdeydi, iki kızı da evdeydi. Ankara ağzıyla konuşurdu, çok aklı başında zarif hanımlardı hepsi, çok severdim onları.

– Sinemaya, tiyatroya gider miydiniz?

– Akşamları açık hava sinemasına giderdik. Tiyatro daha sonraki yıllarda vardı, konservatuvarda… Bilhassa Atatürk’ten sonra İsmet Paşa zamanında konservatuvar çok büyük bir önem kazanmış. O, muntazam temsillere gelirdi. Musiki Muallim Mektebinin devamı olan konservatuvarda müzik saatleri olurdu. İnönü onları hiç kaçırmazdı. Ayrıca çok güzel temsiller olurdu. Cüneyt Gökçer, hanımı, -daha sonra genç bir hanımla evlendi- diğer birçok zevat benim rahmetli eşimin arkadaşlarıydı, onları bu sayede tanımıştım. Anlatırlardı temsillere İnönü’nün geldiğini. Hatta ilk yıllarda temsillerde fazla seyirci olmayınca yoldan köylerine giden yolcuların merkeplerini bir yere bağlatıp salon dolsun diye onları salona sokarlarmış.

– Siz gider miydiniz konsere Hocam?

– Ben eşimle evlendikten sonra gittim.

– Öğrenciyken?

– Öğrenciyken yalnız temsillere giderdik, konserlere değil. Güzel eserler oynardı. Şimdi hangi eserler olduğu hatırımda kalmadı, ama çok ilgi gösterirdik, seyrederdik o eserleri. O zamanki sanatçılar isim yapmış kimselerdi. İyi yetişmişlerdi.

– Fakültede sırdaşım diyebileceğiniz, her şeyinizi anlattığınız bir kız arkadaşınız var mıydı?

– En iyi arkadaşım Rukiye Yanık’tı. Birbirimize çok yakın otururduk. Ablası dikişlerimizi dikerdi. Hemen her şeyi söylerdik, anlatırdık birbirimize. Başka, diğer arkadaşlarla da konuşurduk ama öyle senli benli değil.

– Sınıf arkadaşlarınızdan daha sonra bu alanda ilerleyen kimler vardı Hocam?

– Hasibe Mazıoğlu vardı. Sınıf arkadaşımdı. Çok iyi bir arkadaştı. Kayseri’nin Develi ilçesinden gelmişti. Çok çalışkandı. Fakat biraz hırslıydı, kimse kendisi gibi olsun istemezdi. Ben hiç oralı olmazdım. Gayet normal karşılardım, ama iyi arkadaşımdı. Bir başka arkadaşım Muazzez Görkey’di. Muazzez de Ahmet Ali Bey amcamların evinin yakınında otururdu. Ben amcamlarda kalırken, öğleleri onunla yemeğe evlerimize gider gelirdik, konuşurduk. Çok cana yakın bir arkadaştı. Ankara Kız Lisesinden mezundu. Mezun olduktan sonra orada hoca oldu.

Üniversitedeki Hocalarım

– Hocam, benim en çok merak ettiğim konulardan biri sizin fakültedeki hocalarınız. Hangi dersleriniz vardı, kimler gelirdi derslerinize, bu hocalarla ilgili intibalarınız nelerdi?

– Divan Edebiyatı dersimiz vardı. Abdülbaki Gölpınarlı gelirdi. Çok iyi ders anlatır, vecde gelmiş gibi konuşurdu. Kendisi Mevlevi idi. Yeşilimtırak bir elbise giyerdi, saçı beyazdı, ama ne sürerdi ne yapardı bilmiyorum yeşilimtırak bir renk olurdu. Elinde bir tespihi vardı. O da yeşildi. Elindeki amber tespihini derste dolaşırken koklatır erkeklere, hanımlardan da merak eden var mı diye sorardı. Biz çekingen bir şekilde hiçbir şey söyleyemezdik. Bizim iki arkadaşımız vardı Hukuk Fakültesinden. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne de kayıtlarını yaptırmışlar. Derste not alırlardı. Fakat Abdülbaki Gölpınarlı’nın hassas olduğu bir nokta vardı. Katiyen derste not tutulmasını istemezdi. Bibliyografya verir, o bibliyografyanın okunmasını isterdi. Bu arkadaşlar, Hukuk Fakültesindeki alışkanlıktan belki, not tutarlardı, hoca da not tuttukları için sinirlenirdi. Derdi ki “Yok mu Hukuk-i Âliler, yok mu Ziraat Fakülteleri, yok mu Veteriner Fakülteleri, yok mu bilmem şu okullar, bu okullar; siz niye geldiniz buraya, burada ne işiniz var?”. Nihayet bir gün arkadaşlar dayanamadılar, hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Her derste bunu söylerdi. Onlar not tuttukça böyle çatardı onlara. Biz de üzülürdük arkadaşlarımıza. Hatta bölüm başkanına bile şikâyet ettiler. Bölüm Başkanı o zaman İbrahim Necmi Dilmen’di. Sonra onlar baktılar olacak gibi değil, terk ettiler bizim fakülteyi. Kendi fakültelerini bitirdiler. Hungarolojiden rahmetli Sami Özerdim de derslere gelenler arasındaydı.

Aradan yıllar geçti, benim doçentlik yıllarımdaydı herhâlde, Abdülbaki Gölpınarlı’yı Konya’da Mevlana Müzesi Kütüphanesine gittiğim zaman gördüm. Baştan aşağı beyaz bir gecelik giymiş, boynunda da aşıklar olur ya hani aşık kemikleri, onlardan bir dizi asmış. “Hocam, siz benim hocamdınız.” dedim. “Aa, öyle mi!” dedi, çok kibar davrandı. Unutmuş herhâlde. Yalnız o biz öğrenciyken bir ara hastalanmıştı, hastalanınca biz onu bütün sınıf uğurladık. Hastaneye gidiyordu İstanbul’a. Kalple ilgili miydi, başka bir şey mi hatırlamıyorum. Çok memnun olmuştu. Ondan sonra Divan Edebiyatına Necmettin Halil Onan ve Ferit Kam geldi.

– Necmettin Halil Onan nasıl bir hocaydı?

– Necmettin Bey bize Divan Edebiyatı okuturdu. Hocalık tarafı kuvvetliydi. Ayrıca idarecilik tarafı da çok kuvvetliydi. Ben İzmir Kız Lisesi’nden bilirim, orada müdürdü; herkes onu severdi. Çünkü çok dürüst ve adalete uygun hareket eden bir yöneticiydi. Fakültede önce Tahsin Bey (Banguoğlu) bölüm başkanıydı, sonra Pertev Naili (Boratav) Bey, Necmettin Halil ve Kenan Akyüz olmuştu sırayla. Necmettin Halil Bey bize gelmeden önce Yükseköğretim Genel Müdürüydü. Hasan Ali Yücel ona profesörlük verdi ve profesör oldu. Hakikaten layıktı profesörlüğe. Fakat fakültede bazıları yadırgadılar bunu, tepeden inme profesörlük olur mu diye. Hasan Ali, arkadaşı diye Necmettin Halil’e tepeden inme profesörlük verdi dediler. Ama benim için ölçü bu makama layık olup olmamasıdır. Necmettin Halil’den fevkalade memnundu bizim bölüm.

Necmettin Halil Bey bize derslerde metin okuturdu. Ben ve Hasibe bir de Muazzez ön sıralarda yer alırdık. Her zaman bizden başlardı; metinleri okurduk. Daha önceden tanıdığımız için bize karşı özel bir yakınlığı da vardı. Ben müdür bey, müdür bey diye hitap ediyordum. Bayramlarda evine ziyarete giderdik. Hanımı Ahter Onan da lisede benim Edebiyat hocam doğum yaptığında bir süre dersimize gelmişti; bu sebepten beni tanıyordu. Bu bakımdan hem kendisiyle hem eşiyle aramızda bir yakınlık vardı. Bir de dersi sevdiğimiz için kendimizi vererek çalışıyorduk. Necmettin Halil Bey’in şairliği var, biliyorsunuz. Dur Yolcu şiiri de çok meşhurdur. “Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın, Bu toprak, bir devrin battığı yerdir. Eğil de kulak ver, bu sessiz yığın, Bir vatan kalbinin attığı yerdir.” mısraları bizi çok etkilerdi. Cumhuriyet Devrinin heyecanını yaşardık o mısralarla. …

– Ferit Kam’dan neler hatırlıyorsunuz?

– Necmettin Bey’in hocasıymış Ferit Kam. O ara Ruşen Kam -Ferit Kam’ın oğlu- radyo evinde çalışıyordu. “Babam emekli oldu, yalnız şimdi çok sıkılıyor.” demiş. Bunun üzerine Necmettin Halil Bey onu aldı, getirdi, bize Klasik Edebiyat hocası yaptı. Yaşlıydı ama çok iyi bir hocaydı. Nedim Divanını, Nef’i Divanını, Fuzuli Divanını okuturdu. Çok nefis metin şerhi yapardı. Hatta o kadar ki mesela ders bitmiş, gidiyoruz; koridorun ortalarında aklına başka bir şey gelir, onu da söylemek icap eder; “Çocuklar durun durun, haydi sınıfa, unuttuğum bir nokta var, açıklamak istiyorum.” der, bizi tekrar sınıfa sokardı. Çok tatlı hâlleri vardı. Otobüsle gelirdi okula. Pırıl pırıl giyinirdi. Paltosunu çıkarırken üzerinde bit var mı diye bakardı. O yıllarda tifüs salgını vardı. Bazen takılırdı, “Bu mevsimde bizi bitlerle Hitler yedi bitirdi.” diyerek Hitler’e atıf yapardı. 1943’ten sonra gelmişti bize. Hasibe’yle bana hanım diye hitap ederdi. İlhan Başgöz’e de İlhan Efendi derdi.

 

– İbrahim Necmi Dilmen’den de bahseder misiniz?

– Bahsedeyim. Atatürk’ün çok yakınıydı, Türk Dil Kurumu’nun kuruluşu dolayısıyla. O da Güneş-Dil Teorisi’ne bağlı bir görüşe sahipti o yıllarda. Bize Modern Edebiyata gelirdi. Modern Edebiyat bilgisi fevkaladeydi, kitabı da vardı zaten eski harflerle. Derse yalnız biz değil yabancı dillerden, İngilizce, Fransızca, Almancadan öğrenciler gelirdi. Onlar için mecburdu Türk Dili ve Edebiyatı dersi. İbrahim Necmi Dilmen gelirdi, anlatırdı, o kadar güzel anlatırdı ki heyecanla, zevkle dinlerdik. Çok hoşsohbet bir insandı. Hatta bazı edebî eserlerden bahsederken kalkar, oradaki kahramanların şöyle bir taklidini yapmaya çalışır ve bütün sınıf katılırdı kahkahadan. Yani dersi çok canlı geçerdi. Takılırdı bana, ben birkaç dakika geciksem, “Aa, benim asistanım gelmedi, ben derse başlamam.” derdi çocuklara. Ben en ön sırada otururdum, not tutardım. Tabii not alırdım ama her şeyi değil. Esaslarını ancak tespit edebiliyordum hatırlamak kabilinden. Bazıları not almazdı herhâlde. Kendisinin Tanzimat Edebiyatı diye eski harflerle yazılmış bir kitabı vardı. Ama çocuklar bunu bilmediği için sene sonu gelip imtihan yaklaşınca dediler ki hocam bize bir not verin. İbrahim Necmi Bey o kadar meşgul ki Dil Kurumunda genel sekreter. Oturup talebeye not hazırlayacak hâli yoktu. Dedi ki “Bakın, burada bir arkadaşınız var, Zeynep. O çok güzel not tutuyor.” Sonra bana “Seni görevlendiriyorum notlarını hazırla, arkadaşlarına ver.” dedi. “Hocam” dedim “Ben kendime göre not tutuyorum, ben nasıl bunu arkadaşlarıma verecek şekilde yapayım?” “Olduğu kadar, onlar da hatırlarlar, dinlediklerini eklerler.” dedi. Hoppala başıma çıktı mı bir iş. Bunun üzerine oturdum, o notları güzelce tasnife tabi tuttum. Arkasından da herkesten 20-25 kuruş para toplayarak onları bastırdık. Şöyle 80 sayfalık falan küçük bir şey oldu. Üzerine de İbrahim Necmi Dilmen’in Ders Notları yazdık, onu dağıttık herkese.

– Sizde var mı o notlar Hocam?

– Bende de vardı kalanları. Arkadaşlara hep dağıttım tabii. Kalanları da herhâlde, bir yirmi beş otuz tane, DTCF’deki benim odamdaki dolaptaydı. Ben YÖK’e gittikten sonra o dolabı kullanan arkadaşlar, çıkartmışlar, lüzumsuz diye bütün hepsini kat temizlikçisine vermişler, çöpe attırmışlar. Şimdi elimde bir tane bile kalmadı. Ben İzmir’de hocalarımı ziyarete gittiğimde, edebiyat hocalarım İbrahim Necmi Dilmen’in neler okuttuğunu sorarlar, ben de bu notları gösterirdim. Yeni bir bilgi var mı diye merak ederlerdi. İbrahim Necmi Dilmen’i sık sık ziyarete giderdim Türk Dil Kurumuna. Yabancı Diller Bölümlerinden de öğrencileri vardı. Bana derdi ki “Ben bu çocukların yazılarını okuyamıyorum, gel oku.” Ben de imtihan evrakını okurdum, o kendisi notunu verirdi. Kenarları kapalı olurdu biliyorsunuz, kime ait olduğu bilinmezdi, sonra açılırdı. Bir defasında kâğıtlardan üçünü çok beğendi. “Bunlar kim acaba?” dedi. Kâğıtları açtık. Birisi Sabiha diye bir arkadaşın, diğeri de Orhan Şaik’in hanımı Ferhunde Gökyay’ındı. Hatta Ferhunde Hanım’a müjdeyi de ben götürmüştüm. Diğer kâğıt da onun arkadaşı Abide Çoratekin’indi. Abide Hanım’ın kocası hariciyeci, kendisi bir ortaokul müdiresiydi.

İbrahim Necmi, yanına gittiğimde bana kitaplar verirdi. Veled Çelebi İzbudak’ı onun yanında tanıdım. Hocanın hocasıymış. Biz böyle sınav kâğıtlarını okuyorduk. Geldi, ara verdik. Ben izin istedim. “Yok, yok otur.” dedi. Sohbet ediyorlardı. Veled Çelebi çok nurlu yüzlü, sevimli bir insan. Hafif sakalları vardı. Çok az da bıyığı… Saçları biraz ağarmaya başlamıştı. Tonton biri… Çok da nazik. İbrahim Necmi Bey, öğrencim diye tanıttı beni. O da bana takıldı. “İbrahim Necmi benim öğrencim, sen de onun öğrencisi. O hâlde sen de benim torun öğrencim sayılırsın.” dedi. Böyle bir sohbet faslı olmuştu. İbrahim Necmi Bey’e gittiğim zaman gayet hoş geçerdi zaman. Hatta akşamüzeri geç kaldığım zaman kendisi eve giderken arabasıyla beni de bırakırdı. Amcamın Kolej’in karşısındaki evine kadar bırakır, ondan sonra giderdi. İbrahim Necmi, Besim Atalay, Fuat Köprülü hem hoca hem de milletvekili idiler. Bir sene sonra bir karar çıktı, ya hocalığı ya da milletvekilliğini tercih edeceksiniz, dediler. Onlar da milletvekilliğini tercih ettiler, hocalıktan ayrıldılar. Yerlerine başka hocalar geldi. Ben de ara sıra İbrahim Necmi Bey’i Türk Dil Kurumunda ziyaretine giderdim.

– Hocam, fakültede başka hangi hocalarınız vardı?

– Abdülkadir İnan da çok değerli hocalarımızdan biriydi. Kendisi Başkurdistanlıdır. Başkurdistan, Sovyet idaresinde olduğu için Türk bölgeleri çok eziyet çekmişlerdir. Abdülkadir Bey, çocukluğundan itibaren iyi bir aile terbiyesi almış, önce bir dinî eğitime tabi tutulmak istenmiş, fakat kendisi istememiş bunu. Modern eğitim yapan bir okula gönderilmiş. Orada yetişmiş, daha sonra öğretmen okuluna gitmiş, orada altı sene okumuş, iki yahut üç sene de yüksek kısmını okumuş ve öğretmen çıkmış. Öğretmenlik yapmış. Zeki Velidi Togan’la beraber de uzun maceralar geçirmiş. Hayatına ilişkin kitapta bunlar uzun boylu anlatılmıştır. Togan’la İran ve Afganistan’a, oradan Hindistan’a, daha sonra da Marsilya’ya geçmiş; oradan Fransa’ya, Fransa’dan Almanya’ya gitmiş. Tabii sonra da Türkiye’ye gelmiş. İstanbul’da Fuat Köprülü tarafından Türkiyat Enstitüsünde asistanlığa atanmış. Yetişme şartları bakımından fevkalade hazırlıklı bir insandı. Pek çok da çalışması vardı. O kadar asil, olgun, toleranslı, mütevazı bir insandı ki gördüğünüz zaman onun büyük bir ilim adamı olduğunu zannetmezdiniz. Özellikle folklor ve halk edebiyatı konularında bilgisi fazlaydı. Folklorun ve halk edebiyatının çeşitli konuları üzerine derinlemesine incelemeler yapmıştır. Literatürde pek çok eseri vardır.

– Size hangi dersleri verdi?

– Bize Doğu Türk Lehçeleri dersini verirdi. Kazakça, Kırgızca, Altay Sahası Lehçeleri, Abakan, Şor, Kızıl gibi yaşayan lehçeleri anlatırdı. Bir de Çağatayca okuturdu bize. Ayrıca Karahanlı Türkçesi ve Harezm Türkçesi üzerine de gayet güzel dersler vermiştir. Beni çok ilgilendirirdi onun dersleri. Banguoğlu milletvekili seçilerek fakülteden ayrıldığı için mezuniyet tezimi Abdülkadir Hoca’dan aldım. Hocam, Çağatayca’nın Çingiznâme adlı bir halk destanını bana mezuniyet tezi olarak verdi. Onun üzerinde çalıştım.

– Onunla ilgili anılarınız var mı Hocam?

– Abdülkadir Hocam, Dil Kurumunda çalışırdı. Ona Atatürk’ün emriyle özel olarak profesörlük verilmişti, fakat Atatürk’ün ölümünden sonra onun profesörlüğünü aldılar. Öğretim görevlisi yaptılar. Yine fakültede derslere geldi. O kadar olgun bir insandı ki makam mevki üzerinde duracak bir insan değildi Abdülkadir Hoca. Çok ilgilenirdi bizimle. O yıllarda Edebiyat Lisansı ve Dil Lisansı yapanlar diye bölümdeki öğrenciler iki kola ayrılmıştı. Ben Dil Lisansı yapan öğrenciler arasındaydım. Abdülkadir Bey bize, 8-10 öğrenciye kendi yazdığı metinleri verirdi. O zaman Sovyet Rusya’ya girip çıkma, kitap getirme imkânı olmadığı için hocanın o konudaki bilgileri çok işimize yarıyordu. Onun birikiminden yararlanarak Altay sahasındaki ve Sibirya’daki bütün Türk lehçeleri hakkındaki bilgileri ediniyorduk. Kazakçayı, Kırgızcayı ondan okuyor, öğreniyorduk. Bu bakımdan ben kendisinden çok yararlanmışımdır.

– Hocam, başka hangi hocalardan ders aldınız?

– Diğer bir hocamız da Suut Kemal Yetkin’di. Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü yapmıştı.

Profesördü. Zaten çoğu profesördü hocalarımızın. Suut Kemal Bey, Estetik hocamızdı. Estetik derslerine girmemizi Banguoğlu tavsiye etmişti. Hakikaten bir edebiyatçı için de dilci için de çok önemliydi bu dersler. Onun derslerine muntazaman devam ederdik. Haftada iki yahut dört saat ders yapardı. Ayrıca bizim için özel olarak Edebî Meslekler Tarihi dersi koydurdu. Klasisizm, realizm, romantizm vb. bütün edebî meslekleri okurduk. İyi anlatırdı ama monoton bir konuşma tarzı vardı. Edebî Meslekler başlıklı çok değerli bir kitabı çıkmıştı o yıllarda. Sonradan kitabı da aldık. Derslerinde not tutardım, onun için hiçbir sıkıntı çekmedim. Sene sonunda açık imtihan yapardı. Yazılıdan sonra sözlüye alırdı. Bütün öğrenciler bir sınıfta oturur, bizi teker teker çağırırdı. Üç kişilik bir sınav heyeti vardı. İnsan kalabalık öğrenci kitlesi arasında bayağı çekiniyordu, ya bilemezsem diye. Ben çok çalışırdım, severdim estetiği. İmtihana çağırdığı zaman bir iki kere kalktım gideyim diye, şöyle bir yekindim ve tekrar oturdum. Hoca benim yekindiğimi görünce beni çağırıp karşısına oturttu ve soru sordu. Şöyle bir başladım; oo, arkası geldi, geldi, geldi. İnsan hiçbir şey söyleyemeyeceğim gibi bir hisse kapılıyor. Fakat başladıktan sonra arkası geliyor. Bedrettin Tuncel de sınav heyetinde idi. Fransız Dili ve Edebiyat profesörüydü Bedrettin Tuncel. O da bir soru sordu, onu da anlattım, yarıda kestiler, tamam dediler ve tam not verdiler. O zaman tam not beşti. Sonradan ona çıktı. Ama diplomamda bu dersin adı unutulmuş, hâlbuki iki sene aldım ben bu dersi.