Bir nefeste cinsellik tarihi

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Bakire Gibi

Dönemin ilahiyatçıları, günah çıkaranları dinleyen rahiplere kılavuzluk etmesi amacıyla bir dizi pişmanlık ilahisi oluşturmuştu. Bu, esasen basit bir günah çıkarmak ve affedilmek için uygulanması vacip olan cezaların listesiydi. Ortaçağ’ın başlarında genel olarak birkaç gün dua ederek ve oruç tutarak ceza çekilmiş olurdu, ancak günahın ağırlığına göre bu ceza, seneler boyunca kutsal günlerde oruç tutulmasını gerektirebilirdi. Örneğin karısıyla bir pazar günü seks yapan bir adam dört gün boyunca sadece su ve ekmekle beslenmek zorundaydı. Sonraları, işlenen günahlar için af, yahut ‘endüljans’ (müsamaha) kağıdı, seyyar Afçılardan (Pardoner) ya da diğer kilise adamlarından satın alınabilir hale geldi, böylelikle günah ve affın yükü de midenin üzerinden kalkmış oldu.

Bu katı ‘arkana yaslan ve İngiltere’yi düşün’ mesajı Ortaçağ doktorlarının görüşlerine pek de uymuyordu. Siz kadın orgazmını 1960’ların cinsel devriminin bir bulgusu sanadurun, Ortaçağ’da döllenmenin hem kadın hem erkek orgazma ulaşmadan imkansız olduğuna inanılır, ancak bunun için gereken koşulların yoldan çıkarıcı olduğu düşünülürdü.

Ta M.Ö. 4. Yüzyıl’da bile, Hipokrat ve Galen gibi klasik çağ doktorları, orgazm olan kadınların erkekler gibi meni ürettiği ve kadının hamile kalması için her iki tür meninin de gerekli olduğu kanısındaydılar. 11. Yüzyılda İbn-i Sina’dan ve 13. Yüzyıl’da Albertus Magnus’tan kalma yazılar onların da bu konuda hemfikir olduğunu gösterir. Aslına bakılırsa, bu kanı Victoria çağındaki anatomi çalışmaları tarafından çürütülünceye kadar sürmüştür.

İdeal olan elbette ki uygun davranışlarla kur yapılan ve babasının rızasıyla alınan bakire bir gelindi. Bu oldukça ciddiye alınan bir konuydu, zira söz konusu olan sadece namus değil, aynı zamanda kaybedilebilecek bir başlık parasıydı.

Yine klasik dönem doktorlarını takiben İbn-i Sina ve (1931 yılında aziz ilan edilen) Albertus Magnus ayrıntılarıyla ‘bekaret ve kaybının belirtileri’ni sıralamış, böylelikle bekaretini ‘tamir ettirmek’ isteyen kişilere kılavuzluk etmişlerdir.

Astrenjan çözeltileri şırınga yordamıyla zerk etmenin, vajinal bölgeyi bütün şüpheleri yok edecek derecede sıkılaştıracağı söylenirdi. Kanama belirtilerini taklit etmek içinse kana bulanmış ufak bir sünger parçası ya da kanla doldurulmuş balık mesanesinin vajinanın içine yerleştirilmesi önerilirdi.

Başına Buyruk Kadınlar

1066’da İngiltere’ye yapılan Norman İşgali’nden sonra, Fatih William ve şövalyeleri, hakimiyetlerini sürdürmek ve çıkabilecek herhangi bir ayaklanmayı durdurmak için savaşmaya devam ediyorlardı. Normandiya’da bıraktıkları karılarıysa evlerinin rahatlığından yoksun bu vasat ama iş görür ülkeye gitmek için kanalı geçmeyi göze almıyor, yine de kocalarının fiziksel yakınlığını özlüyorlardı. Birçoğu, kocaları derhal eve gelmezse yataklarına bir sevgili almak zorunda kalacaklarına dair kesin koşullar koyan tehditler göndermişti.

William ödül olarak toprak ve unvan vaat ederek ordusunu İngiltere’de tutmaya çalışmıştır. Bir kısmı kalmış, ancak çoğu gitmiştir. Bunların arasında, Hastings Kalesi’ni bırakan Onfroy du Tilleul ve Winchester valiliğini feda eden kayınbiraderi Hugh de Grandmesnil de vardır. Ne onlar ne de varisleri arkalarında bıraktıkları toprakları ya da unvanları geri kazanabilmiştir.

Ordugah Takipçileri

1096’da Papa II. Urban, Kudüs’ü geri almak için Birinci Haçlı Seferi’ni ilan ettiğinde, kadınlar yolculuk ve zorlu yaşam koşullarına daha sıcak bakmıştır. Birçoğu Haçlılara aşçı, çamaşırcı, temizlikçi ve bilhassa fahişe olarak katılmıştır. Seyyah olarak katılan birçok kadın birilerine muamele çekmenin kendilerini bu uzun yolculukta geçindirmek için en iyi yol olduğunu düşünmüştür. Belki de Haçlıları, kafirlere karşı giriştikleri bu kutsal savaşta desteklemeyi kendilerine bir görev bilmişlerdir; yol üzerinde meslek değiştirmeye karar verenlerin birçoğu elbette ki yolculuğun başında topluluğa rahibe olarak katılmış olanlardır.

Kral I. Richard, ya da diğer adıyla Arslan Yürekli Rişar, birliklerini savaş boyunca hedefe kitlenmeye zorlamış ve kadınlara çok fazla para döktükleri için askerlerine kızmıştır. Birinci Haçlı Seferi’nin sonuna doğru, Papa II. Clement kadınları, özellikle çekici genç kadınları orduya eşlik etmekten alıkoyan bir kararname yayınlamıştır.

Bu sırada, evde tek başına bırakılmış kadınlar da Kilise için başka bir ahlaki ikilem arz ediyordu. Bu durumun vahameti anlaşılır anlaşılmaz Papa II. Urban Haçlıların yolculuğa çıkmasından kısa bir süre sonra bir mektup yazmış, evli erkeklere Kutsal Topraklara gitmeden karılarının rızasını almalarını tavsiye etmiştir.

Zorla Bekaret

Metalden bir bekaret kemeri


Ortaçağ mizahının ve alayının merkezinde olan bekaret kemerleri ilk defa 14. Yüzyıl’da, Floransa kuşağı adıyla çıkmıştır. Oysaki bu kemerlerin İtalya’da icat edildiği şüphelidir; aslında bu frenginin İngiltere’de Fransız hastalığı, Fransa’da İngiliz hastalığı olarak bilinmesi hikayesine benzer. Kemerlerin yedek anahtarlarına dair şakalar da aynı zamanlarda çıkmıştır. 1930’lara kadar tıbbi cihazlar kataloglarında bekaret kemerleri de yerlerini almıştır.

13. Yüzyıl’ın sonlarından itibaren, günümüze kadar gelmiş dava kayıtlarının gittikçe artan bir kısmı seks ve evlilik, zina, aldatma ve fuhuşla ilgilidir. Davaların yüzde altmışı ile doksanı, takip eden üç yüzyıl boyunca bu konuların çevresinde dönmeye devam etmiştir. Cezalar çeşitlidir, ancak çoğu zaman toplum içinde aşağılanma ve dayak yemeye başvurulmuş, kadınlaraysa kimi zaman fakirlere sadaka verme yahut kutsal yolculuğa çıkma cezası verilmiştir. Bu, suçluya günahları üzerinde düşünmek için bir süre tanımaya benzese de, esasen aynı suçun daha sıklıkla işlenmesine fırsat vermiştir.

Ölmeden Önce Mürevvet

Arzuları söndürmek bir yana, veba salgını ve özellikle 1347-51 arası nüfusun üçte birinin canını alan ve Avrupa’yı mahveden Büyük Veba Salgını (Kara Ölüm), ateşe adeta körükle gitmiştir. Bir çıkarcılık ruhu halkı sarıp sarmalamış ve hastalığı daha fazla yayacak olmasına rağmen meyhaneler ve genelevler daha da çok insanla dolup taşmıştı.

Ticaret canlanmıştı, zira birçok insan cinsel birleşmenin, özellikle bir fahişeyle seks yapmanın kişiyi hastalıktan koruduğuna inanıyordu. Ayrıca dul kadınlarla ve ölmeden önce mürüvvetlerini görmek isteyen kimselerle yangından mal kaçırır gibi evlenmek de revaçtaydı.

Saray Aşkları

Genelevler ve pezevenklerle birlikte, artık yaygınlığını kaybeden ‘saray aşkı’ kavramı da giderek gelişiyordu. Ortaçağ’ın başlarında, kadınlar baştan çıkarıcı addedilir, insanlığın cennetten kovuluşunun sebebi Havva Ana sayılırdı. Ancak seyyahlar ve Haçlılar, Bizans’tan dönerken, insanla Tanrı’nın aracısı olan, kadınlık ve cinsellik bakımından en üstün seviyedeki, annelerin en yücesi Meryem Ana’ya bağlılık geleneğini de beraberlerinde getirmişlerdir.

Bu gelenek, saray aşkalarının yahut ince ruhlu bir aşk idealinin, Güney Fransa ozanlarının şiir ve şarkılarına girmesine yol açmıştır. 1100 ile 1350 arasında değişik saraylara bağlı ozanlar türemiştir. 12. Yüzyıl’dan önce aşk edebiyatına dair bir gelenek olmasa da İspanya ve Sicilya’ya giden ziyaretçiler burada duydukları Arapça aşk şiirleri ve felsefesinden etkilenmeye başlamışlardır.

‘Soylulaştıran aşk’ teması Poitiers Kontu ve Aquitaine Dükü Guilhem’in şiirlerinde görülmeye başlamış, bu gelenek daha sonra Guilhem’in torunu Aquitaine’li Eleanor gibi güçlü asiller tarafından da sürdürülmüştür. Eleanor ve kızı Champagne’li Marie 12. Yüzyıl’ın sonunda Poitiers kentinde, kadınlar tarafından idare edilen bir saray kurmuşlardır. Saraylılara nasıl davranacaklarını öğreten, Marie’nin papazı Andreas Capellanus tarafından konulan bir kurallar dizisi yayınlatmışlardır. Saray aşkı ulaşılamaz, idealize edilmiş bir kadın için duyulan şehvani bir aşktır; ancak özünde saftır, dolayısıyla fiziksel birleşmeyi yasaklar; arzuyu kıvılcımlandıran bütün endişeler, tutkular ve kıskançlık fiziksel bir boşalmaya ulaşamaz. En azından teoride böyleydi. Bu kurallar, Kilise’nin yetkisinin ceza vermeye daha elverişli olduğu Kuzey Avrupa’da daha fazla uygulanıyor olmalıydı. Güneyin sıcak iklimleriyle birlikte çiftlerin yanına daha çok şey kâr kalıyordu.

Sadık Bir Şövalyenin Öyküsü

Ulric von Liechtenstein


Ulric von Liechtenstein şövalyelik kavramının somut bir örneğidir. 13. Yüzyıl’da günümüzün Avusturya’sında olan Styria Dükalığı’ndan gelen soylu bir şövalye olan von Liechtenstein, şövalyelerin ve asillerin nasıl daha erdemli bir hayat sürebileceği hakkında bolca yazmıştır. Daha çok namuslu bir saray aşkı çerçevesinde evli soylu kadınlara verdiği onur hizmetlerini anlatan, otobiyografik bir şiir seçkisi olan Service of Ladies (Hanımlara Hizmet) eseri ile tanınır.

Tanrıça Venüs kostümü giyip Venedik’ten Viyana’ya seyahat etmiştir. Süslü elbiseler giyip, kurdeleler ve mücevherler takınarak diğer şövalyelerle seçtiği kadın uğruna atışmış, 307 mızrak dövüşü kazanmış ve bütün rakiplerini yenmiştir. Âşık olduğu kadın, saray aşkına yaraşır bir şekilde onu küçümsemeye devam etmiş, daha fazla başarı ve hatta kan görmek istemiştir. Bunun üstüne Liechtenstein âşık olduğu kadına altın kancalı kadife bir kutu içinde serçe parmağını sunmuştur. Her nedense, bu davranış da etkileyici olmamıştır. Şövalyemiz bunun üzerine daha erkeksi olan Kral Arthur kılığına girip ikinci yolculuğuna çıkmış, ülkeyi baştan sona gezerek turnuvalara katılmıştır.

Ozan’dan Masallar

Bath’lı Kadın

 

Gutenberg 1440 civarında matbaayı icat ettiği zamanlarda, halkın en fazla üçte biri okuma yazma biliyordu. O zamana kadar, kitaplar büyük bir zahmetle elle kopyalanıyordu. Zamanın yazarlarının günümüze az sayılarda ulaşan kurgusal eserlerinden insanların nasıl olduğuna dair değerli bilgiler ediniyoruz. O dönemin insanlarını gözlemlemek için en iyi kitaplardan biriyse Chaucer’in Canterbury Masallarıdır. Chaucer önce Kral III. Edward, sonra II. Richard için çalışan bir bürokrat, diplomat ve saraylı olarak çıktığı yolculuklarda tanıştığı gerçek insanların hikayelerinden esinlenmiştir. Hacılarının anlattığı hikayeler kimi zaman da bütün Avrupa’da bilinen hikayelerden alınmıştır; neredeyse her hikaye bir öğütle biter.

Chaucer’in hacıları her yaştan ve her kesimden gelir ve farklı sebeplerle yolculuk ediyor olurlar; çoğunlukla da ruhani ya da dini bir tutkuyla alakası olmayan sebeplerle. Yolculuklarına oldukça müphem bir bölge olan Southwark’taki Tabard Hanı’nda başlamaları pek anlamlıdır. Bu grubun içinde, günün din adamlarının genel tutumunu temsil eden birtakım kilise rahibleri de vardır.

Rahibe olan Madame Eglantyne, nazenin ve oldukça seviyeli biri olarak anlatılır. Fransızca bilir, ancak bu dili Londra’nın doğusundaki Stratford Atte Bowe okulunda öğrenmiştir, dolayısıyla Paris Fransızcası hakkında bir fikri yoktur. Chaucer onu ‘duygusal ve yumuşak kalpli’ olarak anlatır, ancak bu iyi yanı sadece şımarık küçük köpeklerine yarar. Ayrıca üzerinde taç giydirilmiş bir ‘A’ harfi olan, Amor vincit omnia -Aşk her şeyin üstadıdır- deyişinin işlenmiş olduğu altından bir broş takması, onun gizli bir âşığı olduğuna işaret eder. Rahipse şişman ve al yanaklıdır, hevesli bir avcıdır, dünyaya modern bir gözle bakar ve avcıların din adamı olamayacağı ya da bir rahibin odasında tek başına fazla vakit geçirmemesi gerektiği gibi düşünceleri umursamaz.

En çok göze çarpan iki karakterse Mübaşir ile Affedici’dir. Mübaşirin işi dinsizleri kilise mahkemelerinin önüne çıkarmaktır ve bu mesleği yapanlar yolsuzluklarıyla tanınır. Chaucer’in Mübaşir’i de istisna değildir ve çıbanlı, sivilceli, gri suratlı, ‘bir karga gibi azgın ve çapkın’, sarımsak ve soğan seven, aşağılık bir insan olarak betimlenmiştir. Çocukların korkulu rüyası olmasına şaşmamak gerek. Chaucer, Mübaşir’in Papa’nın sözde endüljans kağıtlarını satan nahoş Affedici’ye âşık olduğunu açık açık yazar. Affedici ise püskül püskül sarı saçları, tüysüz çenesi ve ince sesiyle öyle bir erkeklik müsveddesidir ki Chaucer onu hadım edilmiş bir beygire benzetir.

Tabii bir de ‘gençlikteki diğer hoş arkadaşları’ ile münasebetleri haricinde beş kere evlenmiş olan Bath’lı kadın vardır; kendisi ayrıca Kudüs’e Haçlılarla seyahat etmiş, buradaki bütün kötü davranışlardan da nasibini almıştır. Dulluğu ona büyük bir özgürlük sağlamıştır, dolayısıyla hikayesi kadınların denetim altında tutulmasıyla ilgilidir. Canterbury’e olan yolculuğunda da kuvvetle muhtemel altıncı kocasını bulmaya çalışıyordur.

Peki ya Chaucer? III. Edward’ın kraliçesi Hainault’lu Philippa’ya hizmet eden Philippa de Roet ile evliydi. Birkaç çocukları vardı ancak bildiğimiz kadarıyla Chaucer ona hiç şiir yazmamıştı. Saraylı aşkının erişilmez nesnesi, büyük ihtimalle Chaucer’in ilk koruyucusu olan Gaunt’lu John’un birinci eşi Lancaster’li Blanche idi. The Book of the Duchess (Düşesin Kitabı), ölümü üzerine Blanche’in şerefine yazılmıştır.

Bir Rönesans Pornocusu

1492’de Arezzo’da doğan Pietro Aretino, zekice izlenimler içeren satirik yazıları ve şiirleriyle dikkate değer bir zenginliğe ve güce ulaşmıştır. Raimondi’nin erotik oymalarındaki on altı pozisyonu anlatan ‘Şehvet Soneleri’ ile toplumsal skandal yarattığı gerekçesiyle Roma’dan sürülmüştür. Bu, pornografik bir metinle görüntünün birleştirildiği eserlere ilk örnektir ve günümüze kadar ulaşmış bir iki parça bugün British Museum’da sergilenmektedir.

Aretino’nun edebi dalkavukluğu ile şantajcılığı Venedik’te Büyük Kanal’ın üstünde birçok erkek ve kadınla paylaştığı bir konakta kalmasını sağlamıştır. Zevk-ü sefa içinde yaşamış, zevk-ü sefa içinde ölmüştür. Kız kardeşinin anlattığı edepsiz bir fıkraya o kadar gülmüştür ki, son nefesini kimine göre nefessiz kalarak, kimine göreyse sandalyesinden düşüp kafasını kırarak vermiştir.

Aretino, konu cinsel partnerlere gelince erkeklerle kadınlar arasında pek ayrım yapmayan tek kişi değildi. Uygulamaya gelince halk birçok şeye göz yumsa da aslında katı kurallar geçerliydi. Floransalılar 1415’te genç erkekleri eşcinsellikten uzaklaştırmak için heteroseksüel devlet genelevleri kurmuş, Venedik Dükü ise kadınların erkeklerin arzusunu uyandırmak için mümkün olduğunca açık saçık giyinmesini emreden bir bildiri yayınlamıştır.

Bu sırada Fransa’da bu tür ilişkilere ‘İtalyan tarzı’ deniyor ve iş üstünde yakalanıp suçlu bulunan herhangi bir kişi idam cezasına çarptırılabiliyordu.

ERMİŞLER VE GÜNAHKARLAR

Gerçektan ahlaklı biri doğal olanda suç bulmaz.

Richard Carlile

Büyük erdemlerin ne olduğu konusu tartışmalı olsa da, Papa I. Gregorius listeyi 6. Yüzyıl’ın sonunda elden geçirdikten sonra Yedi Ölümcül Günah’ın ne olduğuna dair şüphe kalmamıştır: öfke, açgözlülük, oburluk, tembellik, kibir, şehvet düşkünlüğü ve kıskançlık.

Böylelikle 14. Yüzyıl’ın başından itibaren yazarlar, sanatçılar ve genel olarak insanlar günah kavramını takıntı haline getirmişlerdi. Belki de Büyük Veba Salgını’nın getirdiği yıkıma tanıklık edip, ‘ye, iç ve mutlu ol, çünkü yarın öleceğiz’ sözlerinden de ilham alıp, Yedi Ölümcül Günah’a resimlerde ve edebiyatta sıklıkla yer vermişlerdi. Dante de Inferno’sunda bu günahlardan bahsetmişti. Aziz Thomas Aquinas ise günahları tek tek, uzun uzun ele almıştı.

Yedi Ölümcül Günah’ın her birine tekabül eden bir erdem olduğu gibi, her günahkar için -en azından kuramsal olarak- bir de ermiş bulunurdu. Yine de bu iki tür insanı ayıran çizgi oldukça inceydi…

Kutsal Papa

Papa I. Gregorius, M.S. 604’te öldükten kısa bir süre sonra aziz ilan edilmiş ve Büyük Aziz Gregory olarak tanınmıştır. Kendisinden genel olarak ‘Hıristiyan İbadetinin Öncüsü’ olarak bahsedilen bu adam, Roma Katolik ibadetlerini gözden geçirip düzeltmiştir. Bin yıl sonra, 16. Yüzyıl’da, papa karşıtı Protestan reformcu John Calvin bile Gregorius’un son iyi papa olduğunu söylemiştir.

Gregorius’a atfedilen Gregoryen ilahisini bestelediği iddiası pek olasılıklı değildir; ancak Gregorius müzisyenlerin, şarkıcıların, öğrenci ve öğretmenlerin koruyucu azizidir.

Kıldan Gömlek

Ortaçağ’ın ermişleri, ruhla iletişime geçmek için bedenin acı çekmesi fikrini pek benimsemişlerdi. Yapağıdan gömlekler -ya da esas adıyla ‘cilice’ler- keçi kılı yahut başka hayvanların işlenmemiş tüylerinden yapılır ve zarar vermesi için çıplak tenin üzerine giyilirdi. Bu sürekli rahatsızlığın gömleği giyeni ahlaki bir farkındalık içinde tuttuğu düşünülürdü. Bu kıldan gömlekleri daha da rahatsız edici hale getirmek için bazen ince telden kancalar ya da şeritler de eklenirdi.

İrlandalı Aziz Patrick’in her gün bu gömleklerden giydiği söylenirdi ve Thomas Becket, ya da sonraki ismiyle Aziz Thomas, 29 Aralık 1170’de Canterbury Katedrali’nde öldürüldüğü zaman üzerinde bu gömlekten vardı. O zamandan günümüze kalan kayıtlara göre gömülmeye hazırlanırken soğuk kış havasına maruz kalması yapağıdan gömleğindeki pireleri canlandırmış, öyle ki ‘içten içe kaynayan bir kazandaki suyun fokurdaması gibi pireler bütün gömleğin yüzeyini sarmıştır’.

Yapağıdan gömlekler sadece bir aziz kıyafeti olmamıştır. Vakanüvisler birçok prensin ve hatta imparatorun da bu gömleklerden giydiğini yazmıştır. Şüphesiz ki hikayeleri tarihe geçmemiş genel halktan da birçok kişi sırtında yapağıdan gömlek taşımıştır.

İmaparator Şarlman 9. Yüzyıl’ın başlarında bu gömleklerden biriyle gömülmüş ve 1077’de Kutsal Roma İmparatoru IV. Heinrich de, yetkisini sorguladığı Papa VII. Gregorius’tan özür dilemek amacıyla Canossa’ya kadar süren 725 kilometrelik yürüyüşü boyunca bu gömleği sırtında taşımıştır. Gaunt’lu John’un torunu Portekiz Prensi Gemici Henrique 1460’ta öldüğünde bu gömleklerden giyiyordu ve vakanüvis Malmesbury’li William da İmparatoriçe Matilda’nın annesi, İngiltere Kralı II. Henry’nin anneannesi olan Matilda’nın kraliyet elbiselerinin altına genelde yapağıdan bir gömlek giydiğinden bahseder. Ayrıca Matilda’nın Büyük Perhiz döneminde kilisede yalınayak yürüdüğünü ve hastalıklı insanların ayaklarını yıkadığını da yazar.

Ortaçağ Kırbaççıları

Kendilerini kırbaçlayan dindarlar


Yapağıdan gömleklerin verdiği rahatsızlık kırbaççılara yeterli gelmiyordu. Tövbeler ve dualar da. O yüzden bu sofular vücudu rahatsız etme işini bir adım ileriye taşımışlardı. Şevke gelen pek çok kırbaççı kendilerini sokağa atmış, isterik bir kriz içinde kendilerini kırbaçlayıp çamurda secdeye yatmıştır. Bu olaya, ilk defa 1259’da hasat kıtlığı ve açlık döneminin ardından İtalya’nın Umbria bölgesinin Perugia şehrinde tanık olunmuştur.

Bu, özellikle veba salgını ve diğer doğal felaketlerden sonra gelen anlaşılamayan çılgınlık dönemlerinin kıvılcımını yakmıştır. Kırbaççılar beyaz elbiseler giyer, ağır haçlar taşır, kırsallarda dolaşırlar; bazen de etlerini daha iyi kamçılayabilmek için kırbaçlarına çivi takarlardı. Arada sırada kendilerini kırbaçlarken bir yandan da bir şarkı mırıldanırlardı.

13. ve 14. yüzyıllarda Avrupa’da popüler olan kırbaçlama hareketi İngiltere’de pek yayılmamıştır; halbuki Sir Robert Avesbury, 1349’da Büyük Veba Salgını patlamak üzereyken 600 civarı kırbaççının Londra’ya geçit töreni yapmaya geldiğinden söz eder.

Kırbaççılar 14. Yüzyıl’ın sonunda Katolik Kilisesi tarafından kafir olarak tanımlanmıştır ve 15. Yüzyıl’da hareket tekrar canlanır gibi olunca Engizisyon Mahkemesi tarafından çabucak bastırılmıştır.

Her Şey Aşk İçin

Günümüz okurları için Abélard ve Héloïse’nin 900 yıllık hikayesi hem ermişlerden hem de günahkarlardan bir parça taşımaktadır. Onların hikayesi, tutku… Tutku, ihanet ve mahvolmuş âşıkların; ilişkileri yüzünden büyük bir bedel ödeyen âşıkların hikayesidir.

Héloïse, 12. Yüzyıl’ın başında Paris’te yaşayan muhteşem ve güzel bir âlim, aynı zamanda da Notre-Dame Katedrali’nin rahibi Fulbert’in el üstünde tuttuğu yeğenidir. Kendisine emanet edilen bu akıllı genç kadının başarılarını desteklemek isteyen Fulbert, zamanın en parlak ve gözde filozof ve ilahiyatçısı Pierre Abélard’ı onun hocası olarak tutar.

Öğretmenle öğrenci birbirine fazlasıyla alışır. Çok geçmeden Abélard, evinin bakım masrafları ve maddi endişelerinin çalışmalarını sekteye uğrattığı bahanesiyle Fulbert ve Héloïse’nin evine yerleşir. Kaçınılmaz olan gerçekleşir ve birbirlerine âşık olurlar. Abélard’ın yazdığı gibi: ‘Biz önce bir evi, sonra bir bakışı paylaştık.’ Âşıklar, baş başa kaldıkları vakti, sıkı çalışmak yerine gönüllerine göre geçirirler.

Abélard, muhtemelen genç sevgilisinden yirmi yaş daha büyüktü. Buna rağmen, Héloïse’nin onunla aynı derecede akıllı ve tutkulu olduğuna şüphe yok. Zira 1980 yılında gün ışığına çıkan mektuplaşmaları, kendi hayranlığının karşısındakinin ilan-ı aşkından üstün olduğunu kanıtlamaya çalışan iki âşık portresi çizer.

Fulbert bu yasadışı ilişkiyi keşfettiğinde Héloïse çoktan hamiledir. Âşıklar Abélard’ın kız kardeşinin Breton bölgesindeki evine kaçar ve burada oğulları Astrolabe doğar. Abélard Fulbert’e gidip ondan af diler, Héloïse ile evlenmek için de rızasını almaya çalışır.

Hâlâ kızgın olmasına rağmen Fulbert kabul eder; ancak Héloïse, Abélard’ın şanı ve kariyerinin mahvolacağını düşünerek gönülsüz davranır. Zira bir din adamı olarak Abélard’ın evlenmesi kesinlikle yasaktır.

Uzun süre dil döküldükten sonra Héloïse sonunda gizlice evlenmeyi kabul eder. Astrolabe, Abélard’ın kız kardeşine bırakılır ve Héloïse Argenteuil Manastırı’ndaki rahibelerle kalmaya gider ve buradan yazdığı bir mektupta şöyle bir kehanette bulunur: ‘Her şey buraya kadarmış, kör bahtımız kara talihimizin getireceği hüznün, şu ana dek tattığımız aşktan aşağı kalır yanı olmayacak.’

Abélard’ın Héloïse’yi terk ettiğini düşündüğünden olsa gerek, Fulbert bu evlilik hakkında dedikodular yayar; Héloïse ise bu dedikoduları şiddetle inkar eder. Bunun üzerine hikaye olmadık bir yere sapar: Abélard’ın hizmetçisine rüşvet yediren Fulbert ve diğer akrabaları Abélard’ın üzerine onu hadım etmek için görevlendirilmiş kabadayılar salarlar. Aldığı yaralar dayanıksız bir adamı ânında öldürebilecek cinstendir. Ancak Abélard ısrarcıdır ve sevgililer birkaç hafta sonra bekarlık yemini edip dünyadan el ayak çekerler. Abélard St Denis Manastırı’na, Héloïse ise Argenteuil Manastırı’na yerleşir.

 

Héloïse rahibe olur ve senelerce Abélard’dan uzakta yaşar. Ancak 1120’lerde, Abélard’ın Paris’in hemen dışında kurduğu Paraclete Tapınağı’nda başrahibe olur. İşi sebebiyle başka bir yerde olan Abélard’ın geçmişteki ilişkilerine yaptığı atıflarla düzenli bir yazışma içine girerler. Héloïse ona sıklıkla yazar, aşkının devam eden gücü ve tutkusunu gizlemez.

‘Benim ne ikiyüzlü olduğumu bilmezler,’ der Héloïse. ‘İşlediğim günahlar yüzünden ahlayıp vahlıyor olmam lazım, ancak bir tek kaybettiklerime yanıyorum… Uçarı düşler mutsuz ruhumu öyle bir kavrıyor ki düşüncelerim dualardan ahlaksızlığa kayıyor…’

‘Ben senin içinde sen hariç hiçbir şey aramadım… Ben evlilik peşinde değildim.’

Mektuplarında Héloïse kendini feda eden, idealist ve soylu bir kadındır, ancak aynı zamanda beklenmedik bir kalenderlik ve cüretkar bir haylazlık da sergiler. Abélard’ı sevmekten asla vazgeçmez; belki de hikayelerinin hâlâ anlatılıyor olmasının esas sebebi de budur.

‘Benim için,’ der Héloïse, ‘gençlik, tutku ve muhteşem zevklerin tecrübesi bedenimin çektiği çileyi ve arzularımı artırıyor ve saldırdıkları şey güçsüzleştikçe üzerimdeki yük daha da katlanılamaz hale geliyor…’

‘Eğer tüm dünyanın imparatoru Augustus beni evlilikle onurlandırmayı uygun görse ve bana dünyayı ayaklarıma serse, beni onun imparatoriçesi değil de senin fahişen olarak görmeleri benim için daha değerli olurdu.’

Heyhat, Abélard’ın mektupları onun aynı şekilde hissetmediğini gösteriyordu, belki de kabadayılardan gördüğü muameleyi düşününce böyle olması normaldi. Zamanında hissettiklerine aşkın değil şehvetin yön verdiğini ve bunun bir günah olduğunu yazıyordu. Ona göre ikisi de tutkularını ibadetlerine yönlendirmeliydi. İstediği gibi olmasa da bir ilişki kurma isteği içindeki Héloïse aşkını kalbine gömdü ve Abélard’a sadece onun istediği konularda yazdı. Her zaman olduğu gibi mükemmel bir öğrenciydi ve sonraki yirmi yıl boyunca onu İncil, ahlak prensipleri ve felsefe konularında tartışacaklardı.

Héloïse, Abélard’ın en iyi işlerinin ilham perisiydi; onun sayesinde Abélard yüzyılın en büyük düşünürlerinden biri olmuştu. Bunun karşılığında, Abélard’ın bütün düşünceleri, sırları ve itirafları Heloise’ye yazılmıştı. Son dileği Héloïse’nin yakınında olacağı bir yere gömülmekti.

Abélard’ın bu dileğine kavuşup kavuşmadığı tartışmalıdır. Her ikisinin de Paraclete Tapınağı’na gömülmesi gerekiyordu ancak bu trajik hikayeden çok etkilenen İmparatoriçe Josephine’nin isteği üzerine kabirleri 1817’de Paris’in Père Lachaise Mezarlığı’na taşınır. İki mezarlık da günümüzde bedbaht âşıkların ‘resmi’ ebedi istirahatgahı olduğunu iddia eder. Zavallı küçük Astrolabe’ye ise günümüze kadar ulaşan yazışmalarda sadece bir kere rastlanır: Héloïse’nin isteği üzerine Abélard’ı savunan ve ölümünden sonra günahlarının bağışlanmasını sağlayacak olan Pierre le Venerable, Héloïse’ye yazdığı bir mektupta, oğluna büyük kiliselerden birinde bir iş bulma teklifinde bulunur.

Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?