Kostenlos

Her Yol Mübah

Text
Als gelesen kennzeichnen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

22. Bölüm

Saat 10:23

Washington, DC

“Yetişemeyeceğiz.”

Luke, birliğin cipini, sabah trafiğinde Beyaz Saray’a doğru sürmeye çalışıyordu. Dur-kalk yapılabiliyordu anca. Zamanları tükeniyordu.

Telefon kulağına yapışmıştı. Çaldırdı ve çaldırdı. En sonunda telefon açıldı. Arka arkaya üç veya dört kere onun sesli mesaj kutusuna düşmüştü. Gunner ile birlikte sinemaya gitmeyi planladıklarını söylemişti.

Sesi parlak ve canlı geliyordu. Onu hayal etti: güzel, gülümseyen, iyimser, ve enerjik. “Merhaba, ben Becca. Şuan telefona bakamıyorum. Lütfen sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakınız, mümkün olan en kısa sürede size geri döneceğim.”

“Becca!” dedi. Bir nefes aldı. Onu tedirgin etmek istemedi. “Benim için bir şey yapmanı istiyorum. Açıklayacak zamanım yok. Bu mesajı alır almaz taşradaki evimize gidin. Şehirdeki eve gitmeyin. Bir şey almak için durmayın. Sadece anayola çıkın ve gidin. İhtiyacın olan bir şey varsa, oradan da alabilirsin. En kısa zamanda sizinle orada buluşacağım.” Duraksadı. “İkinizi de çok seviyorum. Bunu benim için yapın. Tereddüt etmeyin. Şimdi sadece çıkın gidin, bunu duyar duymaz.”

Telefonu kapattı. Hemen yanında Ed, bir harbi gibi dimdik duruyordu. Ed’in alnından kalın bir damar kendini gösteriyordu. Ter içindeydi.

“Bir şekilde bu trafiği atlatmamız lazım.” dedi Luke.

Ed torpidoyu açtı ve içinden LED siren ışığını çıkardı. Ön panelin üzerine yerleştirdi ve çalıştırdı, ve siren tuşuna bastı. Arabanın dışında sirenin çığlıkları, inanılmaz yüksek bir sesle yankılanıyordu.

VAU-VAU-VAU-VAU-VAU.

“Git!” dedi Ed.

Luke, direksiyonu gelen trafiğe doğru kırdı ve kornaya basmaya başladı. Gazı bastı ve bir sonraki ışıklara biran önce varmaya çalıştı, ardından kendi şeridine döndü. Gazı kökledi ve araç bir füze gibi fırladı.

“Bas, Luke! Bas!” diye bağırdı Ed.

Önlerindeki arabalar bir hayvan sürüsü gibi sağa çekmiş durumdalardı. Luke, dört yolu saatte yüz yirmi kilometre hızla delip geçti.

Telefon çaldı.

“Swann?”

Sesin çok ustaca bir tınısı vardı. “Luke, ben Don Morris.”

“Don, bu hattı temiz tutmalıyım.”

“Evlat, ne yapıyorsun? Baltimore’da bir hastanede birini öldürdüğünü söylediler.”

Luke başını salladı. “Ben kimseyi öldürmedim. Beyaz Saray’a saldırıyorlar. Bunca zamandır olan şey bu.”

“Bu doğru değil Luke. Geçtiğimiz on dakika içerisinde iki Arap çocuğu yakaladılar, biri Grand Central, diğeri Hoboken istasyonundaydı. İkisi de sırt çantasında düdüklü tencere taşıyordu. NSA, şuan kimliklerini ve kimlerle işbirliği yaptıklarını araştırıyor.”

“Düdüklü tencereler kirli bomba değildir.” dedi Luke. Kendi sesindeki keskinliği ve tizliği fark etti. Deli biriymiş gibi geliyordu sesi. Yirmi dört saattir pek az uyumuştu. Buna emindi. Algıları yerinde olmayabilirdi. Ama bu kadar mı? Olabilir miydi? Hız göstergesine baktı. Şehir sokaklarında yüz kırk kilometre hızla gidiyorlardı.

“Bu düdüklü tencereler sadece yemdi.” dedi Don. “Bu bombalar çalışmıyordu bile. Kötü adamlar, nasıl tepki verileceğini görmek için yolladı bu çocukları. Şimdi, hedeflerin gizliliğinin kalmadığını biliyorlar.”

Luke, Don ile mantıklı bir şekilde konuşmaya devam edebilmek için sesini kısmaya çalıştı. Luke, acı verici bir netlikle gördüğünü Don’a anlatmak istiyordu. “Don, Eldrick Thomas ile konuştuk. Hırsızlardan biri oydu. Onu biz öldürmedik. Radyasyon zehirlenmesinden dolayı öldü. Bize hedefin Beyaz Saray olduğunu söyledi.”

“Luke, onun kim olduğunu biliyorum. Aldığımız istihbarat bundan başka şeylere işaret ediyor, Eldrick Thomas profesyonel bir dolandırıcıymış. Sizinle oynuyormuş hepsi bu. Dolandırıcılar böyle yapar. En son ana kadar insanlarla oynar bunlar. Size hedefin Beyaz Saray olduğunu söylüyor. Güvenlik en üst düzeye çıkar ve insanlar onun adalete yardımcı olduğunu düşünür. Eğer yaşarsa belki itirafından ve yardımından dolayı ceza indirimi alır. Adam hayatı boyunca hapse girip çıkmış. Sen sanıyor musun ki bu işin arkasındaki adamlar, böyle alt seviye bir elemana bu bilgiyi verir?”

Luke hiçbir şey söylemedi.

“Bu işi bitirebilirsin,” dedi Don. “Karargaha dön. Seninle orada buluşalım. Onu öldürmediğini söylüyorsan sana inanırım. Seni korumak için elimden geleni yaparım. Bir psikiyatrist getiririz. Senin bir travma sonrası stres bozukluğu nöbeti yaşadığını söyler. Bir psikotik kriz. Çatışma geçmişin bunu destekler. Birkaç gün hastanede yatman gerekebilir, ama bu işten sıyrılırsın.”

Luke duyduklarına inanamıyordu.

“Bu hattı boş tutmalıyım.” dedi.

“Bu kadar ilerledin, Luke. Eğer biraz daha ileri gidersen, tek başınasın.”

Başka bir telefon geliyordu.

“Don, gitmem gerekiyor.”

“Luke! Sakın bu telefonu kapatma.”

Beyaz Saray’ın kapısı ilerideydi. Ed ışığı ve sireni kapattı. Luke aracı yavaşlattı. Arayanı görmek için telefona baktı. Ona Ulaşmaya çalışan kişi Swann’dı.

Luke, Swann’ın bekleyen aramasına geçti. “Swann. Bizim için Gizli Servis iznini aldın mı?”

Swann tereddütteydi. “Sanırım.”

Sanıyorsun?

“İkiniz de cinayetten aranıyorsunuz Luke. O kadar olabilir. Evet, görünüşe göre Yankee Beyaz İzniniz var, kategori bir. Direk olarak Başkan ve Başkan Yardımcısı’yla çalışmaya izinlisiniz. Ama bu sahte. Otuz saniye içinde, Gizli Servis kendi veri tabanıyla suçluların veri tabanını karşılaştırıp sizi atabilir. Biri bunu kontrol etse, iznin son beş dakika içerisinde alındığını bulabilir. Hiçbir şeyi garanti edemem. Elli-elli şansınız var diyebilirim. Ne zaman orda olursunuz?”

“Şuan ordayız. Giriş yoluna döndük.”

“Pekala, o zaman birazdan ne kadar iyi olduğumu göreceğiz.”

Luke telefonu kapattı. Don’un aramasına geri döndü.

“Don?”

Hat kapanmıştı.

Nizamiye önlerindeydi. Beton bariyerlerce korunuyordu. DUR ve GİRİŞ YASAKTIR yazıları asılıydı. Dört takım elbiseli adam kapıda dolanıyorlardı. DİKKAT diyordu bir başka yazı. YASAK BÖLGE. %100 KİMLİK KONTROLÜ.

Luke Ed’e döndü. Ed’in suratı terden parlıyordu.

“Hazır mısın?” dedi Luke.

“Her şey için hazırım.”

Luke, tişörtünün içinde bir damla ter aktığını hissetti.  Beyaz Saray’a blöf yaparak gireceklerdi. Sahte izinlerle gidebilecekleri yere kadar gidecekler, daha sonrasını ise mayın tarlasının ortasından geçer gibi geçeceklerdi. Gizli Servis güvenlik aparatını çiğneyerek aşmayı deneyecek ve kendi emirleri doğrultusunda Başkanı tahliye etmeye çalışacaklardı ve bu kişilerin ikisi de farklı ajanslardan gelecek ve biri saatler önce görevden alınmış olacaktı. Ve bunların hepsi, suç kariyeri yapmış bir adamın, belki yalan veya belki değil, öyle söylediği için olacaktı.

Bir anlığına, Luke Don’un söylemek istediğini görebiliyordu. Dışarıdan, bu yaptıkları delice bir fikir gibi görünüyor olmalıydı.

Luke’un sol dirseğinde bir görevli belirdi. Luke bu güvenlik kulübesine kadar oto pilotta gelmişti. Hissiz bir şekilde kendi kimliğini Ed’in kimliğiyle birlikte teslim etti. Adam gitti, ama bir dakika sonra geri geldi.

“Üzgünüm,” dedi. “Bu kimliklerin ikisi de reddedildi. İzniniz yok.”

“Bu belki bir işarettir,” dedi Ed.

“Tekrar kontrol et, lütfen,” dedi Luke.

Önlerindeki kapı açıldı. Güvenlik görevlisi tekrar belirdi.

“Özür dilerim,” dedi. “Sistemde bir hata olmalı.”

Luke, Beyaz Sarayın kapısından yavaşça geçerek devam etti.

*

Swann işinde iyiydi. Çok, çok iyiydi.

Batı Kanadı’na girdiler, bir kimlik kontrolünden geçtiler ve sonra Yunan tarzı kolonların olduğu koridordan içeri devam ettiler. Ayak sesleri mermer zeminde yankılanıyordu. Sağa döndüler ve Oval Ofis’e giriş hemen karşılarındaydı.

“Selam arkadaşlar,” dedi biri. “Buraya kadar.”

Luke rozetini kaldırdı. “FBI. Yankee Beyaz güvenlik iznimiz var. Başkan Hayes ile görüşmemiz gerekiyor.”

“Başkan şu an toplantıda.”

“Bizim söyleyeceklerimizi duymak isteyecek.”

Adam kafasını salladı. “Bu konuda bize bilgi verilmedi. Biz bunu kontrol ederken beklemek durumundasınız.”

Ed tereddüt etmedi. Adamlardan birine boğazından yumrukladı, sonra döndü ve diğer adamı çenesinden dirseğiyle hakladı. Boğazına yumruk yiyen adam boğuluyormuş gibi boğazını tutarak yere düştü. Ed çömeldi, adamın kafasını taş zemine çarptı ve tekrar ayağa kalktı. Ed diğer adamı yumrukladığı sırada adam silahına uzanmıştı. Yere düşmeden bilincini yitirmişti.

Luke ve Ed, Oval Ofis’in kapısından içeriye daldılar.

Odanın tam karşısında başkan ve başkan yardımcısı duruyordu. İkisi de başkanın masasına serilmiş harita gibi bir şeyin içine düşercesine bakıyorlardı. Onların arkasında üç uzun pencere uzanıyor ve buradan gül bahçesi manzarası görülüyordu. Adamın biri fotoğraf çekiyordu. İncelen saçlarıyla, genç biri yakınlarında duruyordu. Yarım düzine insan daha odadaydı.

Luke ve Ed içeri girdiklerinde başkan dikildi. Oldukça uzun biriydi.

Dört Gizli Servis elemanı silahlarını çektiler.

“Dur orda! Yat yere!”

Odanın ortasında, krem rengi halının üzerinde başkanın yuvarlak mührü vardı. Luke bunun üzerine geldi. Ellerini kaldırdı.

“FBI,” dedi. “Başkana iletilecek çok önemli bir mesajım var.”

Arkasından yakalanmıştı. Bir saniye içerisinde yanağı halıya dayanmıştı. Kolları acılı bir biçimde arkasına doğru bükülmüştü. Adamın birinin ayağı yüzünün üzerindeydi. Birkaç metre uzakta Ed, aynı durumdaydı.”

“FBI!” diye bağırdı Luke. “Federal ajan!”

Rozetini ve silahını almışlardı. Silahı kılıfından çıkarılmıştı. Pantolonlarının paçalarının kaldırıldığını ve yedek silahının ve bıçağının alındığını hissetmişti.

“Burada neler oluyor” dedi başkan.

Üç kişi Luke’un üzerine çullanmıştı. Boynunun arkasında ağır bir kol vardı. Hareket etmek acı veriyordu. Konuşmak zordu. “Efendim. Ben, FBI Özel Müdahale Timi’nden Ajan Stone. Bu da Ajan Newsam. Tehlike altındasınız. Güvenilir bir kaynaktan, kirli bir bombayla Beyaz Saray’a bir saldırı planı olduğu haberini aldık. Bu saldırı Tahran’da Ramazan’ın başlangıcına denk getirilecek şekilde planlanmış, yani on beş dakikadan az bir süre içerisinde.”

 

Başkan Hayes yaklaştı. Luke’un başında dikildi.

“Bu doğru değil,” dedi bir kadın sesi.

Luke, başını Başkan Yardımcısı Susan Hopkins’i görebilecek kadar kaldırabildi. Tecrübeli bir televizyon muhabiri gibi, güzel bir kadındı. Gri, çizgili bir takım giyiyordu, sarışındı ve kısa bir saçı vardı. “Biraz önce gelen rapora göre bu tehdit New York Şehri’nde geçerliymiş ve nötralize edilmiş.”

“Her şeyi anlatmak için yeterli zamanımız yok,” dedi Luke. “Bütün bu binayı boşaltmalıyız ve neredeyse zamanımız tükendi. Eğer yanılıyorsak bu çok utanç verici. Beyaz Saray’dakiler bir bomba şüphesiyle, yok yere tahliye edilmiş olur. Ama eğer siz yanılıyorsanız… Bunu düşünmek istemiyorum.”

Herkes başkana baktı. Güç kararlar almaya alışık biriydi. Yedi saniye boyunca bakakaldı.

“Herkesi dışarı çıkarın,” dedi. “Bütün çalışanlar için tahliye prosedürünü başlatın. On dakika içerisinde bu binada kimsenin kalmasını istemiyorum.”

23. Bölüm

Saat 10:50

Beyaz Sarayın Altı

Dünyanın bağırsaklarına giden bir asansördelerdi. Asansörde on kişi vardı: başkan, başkan yardımcısı, başkanın genç kalem müdürü, Ed ve Luke, ve beş Gizli Servis ajanı. Ajanlardan biri elinde bir deri çanta taşıyordu, çanta adamın eline metal bir kelepçeyle bağlanmıştı. Yukarıda bir yerlerde bir alarm çalıyordu.

“Bundan ne kadar eminsin?” dedi başkan.

Luke’un suratında halıdan kaynaklanan kıpkırmızı bir iz vardı. Sırtı ve boynu ağrıyordu. Çenesinde bir şişliğin çıktığını hissedebiliyordu. Ağzı kanıyordu.

“Hiçbir şeyden emin değilim, efendim.”

“Eğer yanılıyorsan, başın ciddi bir belada demektir.”

“Efendim, eğer öyleyse içinde bulunduğum belanın büyüklüğünü bilemezsiniz.”

Asansörün kapıları açıldı. Aydınlatılmış, dev bir mağaraya doğru çıktılar. İki siyah limuzin asansörün hemen önünde dizilmişlerdi. Luke kendisini, Ed, başkan yardımcısı, ve iki Gizli Servis ajanıyla birlikte ikinci limuzinde buldu.

Ed’in suratı darmadağındı. Sağ gözü yarısı kapanacak şekilde şişmişti. Gözkapağı açılmış ve kanıyordu.

Araçlar üstlerine düşen sarı ışıkların altında tünel boyunca hızla yol alıyorlardı.

“Kendi adıma, umarım yanılıyorsunuzdur.” dedi Susan Hopkins.

“Ben de” dedi Luke. “Her şeyden çok.”

Tünelin öbür ucuna geldiklerinde burada bulunan bir asansöre bindiler. Asansörden çıktıklarında bir helikopter rampasındalardı. Rampada, büyük gri bir Sikorsky helikopter, çoktan pervanelerini döndürmeye başlamıştı. İçine bindiler ve helikopter kalktı.

Kalkarken, Luke helikopterin Beyaz Saray’a yarım mil ötedeki ağaçlık alandan kalktığını gördü. Bu mesafede havada asılı kalmıştı. Başkan binayı izliyordu. Luke da öyle.

“Eğer bir şey olacaksa, şu sıralar olmalı,” dedi Başkan. “Öyle değil mi?”

Luke saatine baktı. “Saat 10:53.”

“Kirli bombalar genelde küçük olur,” dedi Ed. “Bu mesafeden hiçbir şey göremeyebiliriz.”

“Bir İHA saldırısı olabilir,” dedi Luke. “Eğer böyleyse, belki—”

Birdenbire, sözleri Oval Ofis’in patlamasıyla kesildi.

Yüksek pencerelerin ardında kırmızı ve sarı ışıklar belirdi. Camlar parçalandı. Duvarlar şişer gibi oldu, daha sonra bahçeye doğru patladılar.

Başka bir patlama Batı Kanadı’nı yok etti.

Onlar bunu izlerken, çatı çöktü.

Ana Konut’a doğru, Sütun dizisi boyunca bir sürü patlama oldu.

Herkes, Birleşmiş Devletler’in bu uzun süredir ayakta kalan sembolünün alevler tarafından yutuluşunu izliyordu. Dev bir patlama, şu ana kadarkilerin en büyüğü, merkezdeki ana konutu paramparça etti. Dev bir kesme taş parçası taklalar atarak yukarı fırladı. Luke, bu parçanın havada çizdiği yol boyunca parçalanışını izledi.

Birden bire helikopter sallandı. Mide bulandırıcı şekilde düştükten sonra pilotlar helikopteri tutmayı becerdi, ve tekrar yükseltti.

“Bu bir şok dalgasıydı,” dedi Luke. “Sorun yok.”

Helikopter döndü ve batıya yöneldi. İçeride sessizlik hakimdi ve herkes birbirine şaşkın bakışlar atıyordu. Luke Ed’in darbe almış yüzüne baktı. Az önce maç kaybetmiş bir boksöre benziyordu. Söylenecek bir şey kalmamıştı.

Arkalarında, Beyaz Saray yanıyordu.

İKİNCİ KISIM

24. Bölüm

Saat 11:15

Mount Weather Acil Durum Harekat Birimi – Bluemont, Virjinya

“Silahlar?”  diye sordu Luke’a.

Helikopter indiği sırada, rampada Gizli Servis’ten yirmi ajan vardı. Pürüzsüzce ve etkin bir şekilde işlerini hallediyorlardı, Luke ve Ed’i ana gruptan ayırdılar, başkan ve başkan yardımcısını tünelin ağzına götürmeye çalışıyorlardı. Giriş iki kat yükseklikte oluklu metal ile çevrelenmişti.

Başlarının üstünde, savaş helikopterleri uçuşan böcekler gibi gök yüzünü kaplamışlardı. Başkanın helikopteri oraya on helikopterlik bir koruma filosuyla gelmişti.

Luke ve Ed asfaltın üstünde, birbirlerinden yirmi metre uzaklıkta ayırılmışlardı. Tel örgü çite dayanmışlardı. Gizli Servis sertçe üstlerini arıyordu. İki kişi Luke’un kollarını tutarken diğerleri de kıyafetlerinin içine uzanmışlardı. Kıyafetleri helikopterin yarattığı rüzgarda dalgalanıyordu.

“Silahlar?” diye tekrarladı adam.

Luke bir sis içerisinde gibiydi. Beyaz Saray patlamıştı. Oval Ofis, Batı Kanadı, Sütun dizisi, ta ki Başkanlık Konutu’na kadar her yer. Beklentisi… bir şey olmuştu. Ama şahit olduğu şey değildi. Bir anlam çıkarmak için çok yorgundu.

Becca’ya ulaşmamış olduğunu fark etti. Luke için endişelenmiş olmalıydı. Taşradaki eve gittiğini ümit etti. Maryland Doğu Kıyısı’ndaydı. O civar sessizdi, güvenliydi. Washington, DC, ve çevreleyen uydu kentler bir süreliğine kaos içerisinde olacaktı.

“Karımı aramam gerekiyor,” dedi.

Hemen önündeki Gizli Servis elemanı midesine hızlı bir yumruk attı. Bu, Luke’u sarsmış ve şu ana getirmişti. Adamın sert bakışlarına bakıyordu.

“Sakladığın silah var mı?” diye tekrarladı adam.

“Bilmiyorum. Oval Ofis’te aranmıştım. Sanırım onlar hepsini aldı.”

“Kimsin sen?”

Bu kolay bir soruydu. “Ajan Luke Stone, FBI Özel Müdahale Timi.”

“Kimlik kartın nerede?”

“Bilmiyorum. Arkadaşlarına sor. Her şeyimi aldılar. Dinle, gerçekten bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyor ve telefonum yok.”

“Sorularımızı yanıtladıktan sonra telefon görüşmeni yapabilirsin.”

Luke etrafına bakındı. Güneşli ve parlaktı, ama bu yorgunluk, gün içerisinde olanlar birleşip bu parlaklığı ve gök yüzünü karartıyordu. Başlarının üstünde, gezinen helikopterlerin gölgesi, yere sanki dönüp duran akbabalar gibi düşüyordu. Tesisin girişine doğru, Başkan geri dönmüş ve bu tarafa doğru yürüyordu. Uzun boyu sayesinde kalabalığın arasında onu fark etmek oldukça kolaydı.

Gizli Servis ajanı Luke’un yüzünün önünde parmaklarını şaklattı. “Beni dinliyor musun?”

Luke başını salladı. “Özür dilerim. Dinleyin, arkadaşlar. Uzun bir gün geçirdim. Sadece eşimi aramama izin verin ve size bildiğim her şeyi söyleyeceğim.”

Adam Luke’a tokat attı. Sert, acı verici bir tokat, dikkatini çekmek için atılmıştı. Bunu ve daha fazlasını yaptı. Luke kollarının serbest kalması için çabaladı. Bir saniye sonra, yerdeydi, siyah asfaltın sert yüzeyinde yüzüstü yatıyordu. İki adam onu tutmuştu. Soluna doğru, Ed de aynı pozisyona sokulmuştu.

Luke, yattığı yerden gördüğü kadarıyla, başkanın yaklaştığını görüyordu, hızlı yürüyordu ve her tarafı, sağı, solu, önü, arkası Gizli Servis ajanlarınca çevrelenmişti. Üç metre uzakta durdu.

“Beyler!” dedi, komuta eder bir tonda. “Ayağa kalkmalarına izin verin. Benimle birlikteler.”

Luke, yakın zamanda Mount Weather tesisinin girişinin hemen içerisine alınmış, orada duruyordu. Bir kalabalık, çoğu mavi takım elbise içinde asker olan bir kalabalık etrafında dönüyordu. Giriş, bir dağın granit yüzüne oyulmuş bir tüneldi. Tavan, kemer halinde yapılmıştı ve üç katlı bina kadar yüksekti. Başkan ortalarda yoktu.

Luke, telefonunu kulağına götürdü.

“Merhaba, ben Becca. Şuan telefona bakamıyorum. Lütfen sinyal sesinden sonra mesajınızı bırakınız, mümkün olan en kısa sürede size geri döneceğim.”

Luke telefonu beton zemine fırlatıp parçalamak istedi.

“Kahretsin! Neden açmıyor?”

Aslında nedenini biliyordu, tabii ki. Telefon çalmıyordu bile—direk sesli mesaj sistemine atıyordu. Telefonlar kilitlenmişti. Bütün bu bölgede milyonlarca insan aynı anda bir yerlere telefon açmaya çalışıyordu.

Yakında, Ed durmuş, aynısını yapıyor, kendi telefonunu deniyordu.

“Var mı bir şey?” dedi Luke.

Ed başını salladı.

Luke patron moduna geçmişti. “Dinle, birkaç dakika içerisinde beni aşağıya indirecekler. Bir şekilde Trudy ve Swann’la iletişime geçmene ihtiyacım var. Ali Nassar’ın üstüne düşmeliyiz. NYPD onu yakalamazsa bizim çocuklar halletmeli. Alıkoyun, gözlerden kaybedin ve onu güvenli bir eve götürün. Hiçbir koşul altında ülkeyi terk etmesine izin veremeyiz. Ve Ron Begley’den hiçbir yardım beklemeyin.”

Ed onaylarcasına başını salladı. “Anlaşıldı. Don ile iletişime geçmeli miyim?”

Luke omuz silkti. “Olur, eğer ulaşabilirsen, tabii.”

“Ona ne demeliyim?”

Luke bu soruyu nasıl cevaplayacağını bilmiyordu. Don onun akıl hocalarından biriydi, ama aslında bundan fazlası vardı. Don, onun için bir baba gibiydi. Gelgelelim, aynı zamanda onu askıya alan da oydu ve bir tesise yatmasını tavsiye eden de Don idi. İki durumda da, Don yanılmıştı.

Yirmi metre ötedeki duvardaki iki devasa kapı kayarak aralandı. Luke, etrafındaki grupla birlikte buraya doğru ilerledi.

“Onlara hayatta olduğumuzu söyle ve tabii başkanın da.”

“Sonra?” dedi Ed.

Luke omuz silkti. “Bunların hepsini yaptığında git ve bir şeyler ye.” Asansörü işaret etti. “Bu pek uzun sürmemeli.”

Yük asansörü, iki katlı ve oldukça büyüktü. Yirmi kişi bindiler. Asansör aşağıya doğru yavaş yavaş iniyor, metal kapılarının hemen dışında yontulmuş taşlar yukarıya doğru akıyordu. Kapısında kocaman sarı bir uyarı yazısı vardı: DİKKAT—ELLERİNİZİ İÇİERİDE TUTUN. Asansör bir süre inmeye devam etti, gittikçe derine iniyordu.

Luke etrafındaki insanlara baktı. Takım elbiseli adamlar. Üniformalı adamlar. Herkes temiz ve iyi giyinmişti, ve herkes korku ve azimli bir heyecan içerisindeydi. Karşılaştırmak gerekseydi, Luke pejmürde, kirli, ve bitap hissediyordu.

Asansör onları dar bir koridora getirmişti. Sürü halinde ilerliyorlardı. Burası, iyice aydınlatılmış bir durum odasına açılıyordu. İki duvar ekranlarla kaplanmıştı. Her bir ekranda, en az on pencere görüntülenebiliyordu. Ekranlar açıktı ve küçük bir teknisyen grubu dokunmatik ekranlı konsoldan bu ekranlara fotoğraf ve video atıyorlardı. Videolardan birinde Beyaz Saray itfaiye araçlarıyla çevrelenmiş, yanıyordu. Birkaç video yanan camileri gösteriyordu. Birkaç videoda ise ayaklanmavari sokak kutlamaları oluyor, insanlar terör örgütü adına slogan atıyor ve sakallı adamlar AK-47’lerle havaya ateş ediyorlardı.

Luke’un gözleri birden bire bir görüntüye takıldı. Batı Kanadı’nın ön girişini gösteren birkaç saniyelik bir video kaydıydı. Kara, hızlı hareket eden bir cisim ekranın sağ üst köşesinde görünüyor ve lobinin kapılarına çarpıyordu. Hemen ardından lobinin ön tarafı bahçeye doğru patlıyordu. Video, ağır çekimde tekrar tekrar oynuyordu. Yavaşlatılmış haliyle bile, ekranda belirsiz çıkan bu objenin ne olduğunu anlamak mümkün değildi.

Bej renkli takımlı biri Luke’u kolundan tuttu ve odanın içine kadar rehberlik etti. İleride, bir düzine insan, yüksek sırtlı sandalyelerde, uzun bir masanın etrafında oturmuşlardı. Bunlarla birlikte otuz kişi daha—asistanlar, görevliler, stratejistler, kimlikleri ve ne yaptıkları tanrı tarafından bilinen kimseler duvarlar boyunca sıralanmışlardı.  Başkan, masanın başında oturuyordu. Başkan yardımcısı, ondan bir kafa boyu kısa, yanında duruyordu.

“İşte orada,” dedi Başkan Thomas, açık ve düz avcuyla ona doğru işaret ediyordu. Bembeyaz ve mükemmel dişleri vardı. Bir anlığına, televizyonda yayınlanan oyunlu programlardan birinin sunucusu, 3. kapının ardındaki şeye bakmaları için stüdyodaki insanları davet ediyor gibi geldi Luke’a.

“Adın neydi?” dedi Başkan.

Elli surat birden Luke’a döndü. Herkes ona baktığı için kendini daha da sefil kılıklı hissetti. “Stone” dedi. “Ben Luke Stone, FBI Özel Müdahale Timi’nden.”

Başkan başını salladı. “İşte bizim hayatlarımızı kurtaran adam.”

Luke toplantı masasına oturdu. Yumuşak deri sandalyeye gömülmüştü. Asistanlardan biri önüne plastiğe sarılmış elmalı Danimarka pastası koydu. Bir başkası da köpük bir bardak içerisinde kahve. Luke, kahvesinin içine bir parça toz krema ekledi. Tavandaki florasan lambalar yüzünden, kahve yeşil gözüküyordu.

 

Tesis, bir nükleer saldırıdan sağ çıkacak şekilde tasarlanmıştı. Yemekler de bunun için tasarlanmıştı.

Ordunun mavi takım elbisesinden giymiş bir yarbay, ortadaki ekranın önünde duruyordu. Elindeki lazerle görüntülere işaret ediyordu. “Tam olarak 10:54, doğu saatiyle, hangi radyolojik maddeleri içerdiği bilinmeyen en az bir radyasyon yayan cihaz dahil olmak üzere, birden fazla patlayıcı cihaz ile Beyaz Saray’a saldırı düzenlendi. Oval Ofis dahil olmak üzere Batı Kanadı neredeyse tamamen yok edildi. Sırasütunlar ve Başkanlık Konutu ciddi hasar almış durumda. Doğu Kanadı’na bir saldırı olmadı ama diğer patlamalar sonucu ve duman ve su yüzünden hasar gördü.”

“Ölü ve yaralı sayısı konusunda bir haber var mı?” dedi başkan.

Yarbay başını salladı. “Şuan doğrulanmış ölü sayımız on yedi. Kırk üç yaralı var, bunlardan birkaçının durumu ağır. Sekiz kişi kayıp. Olaya ilk müdahale olarak giden iki düzine itfaiye eri ve diğer acil durum müdahale personeli ise muhtemelen radyasyona maruz kalmış durumdalar. Bu maruz kalmaların kapsamını henüz bilmiyoruz. Yaklaşık olarak 11:24’ten beri bütün itfaiye ve acil durum personeli Düzey Bir tehlikeli maddeden koruyucu kıyafetleri giymek zorunda. Hayal edebileceğiniz gibi, bu yangın söndürme ve sağ kalanları kurtarma çabalarımızı ciddi şekilde yavaşlatıyor.”

Odada neredeyse hiç ses yoktu. Adam sessizce öksürdü ve devam etti.

“Saldırı geniş çapta paniğe sebep oldu. Yaklaşık bir kilometrelik bir alanda radyasyon güvenlik çemberi kurduk, merkeziyse Beyaz Saray. Sadece izni olan personel bu çemberden geçebiliyor. Bu bölgenin çevresinde ölçülebilir seviyede radyasyon olmasa da, herkes aynı anda şehri terk etmeye çalıştı. Bu sırada, Washington, DC ve çevreleyen bölgenin metro ray sistemi kilitlenmiş durumda. Şehirdeki bütün ana yollar ve arterler acil durum dışında trafiğe kapandı, ikincil yollar ise ciddi şekilde tıkanmış durumda.

“Bu tepki hareketi dalgalar halinde diğer bölgelere yayılıyor. Washington ve Boston arası işleyen Amtrak raylı sistemi askıya alınmış durumda ve bölgedeki bütün ana havalimanları güvenlik aramaları boyunca kapatılmış durumda. Dahası, bir düzine şehirde camilere saldırı düzenlenmiş ve her dakika yeni bir camiye yeni bir saldırı olayının raporu elimize ulaşıyor. Görünüşe göre birçok Amerikalı bu saldırının Müslümanlar tarafından düzenlendiğine emin, dolayısıyla insanlar camileri ateşe veriyorlar ve intikam almak için Müslümanlara saldırıyorlar.

“Saldırıyı yapanlar Müslümanlardı,” dedi Luke.

Adam duraksadı “Pardon?”

Luke omuz silkti. “Yapanlar. Müslümanlardı.”

Konuşmacı, başkana baktı, sadece başını sallıyordu.

“Bu ifadenizi biraz daha açar mısın, Ajan Stone?”

“Açabileceğim kadar açıktı zaten” dedi Luke. “Birimim, dün gece geç saatlerde New York’ta yaşanan radyoaktif maddelerin çalınması olayını incelemek üzere çağırıldı. Eminim bu sabah haberlerde bu olayı duymuşsunuzdur. Olayla ilgili, en az iki Amerikalı ve bir Libyalıdan oluşan ve İran’ın New York’taki sabit Birleşmiş Milletler görevi için çalışan bir diplomat tarafından organize edilen bir terör hücresinin izini sürmeyi başardık. Ekran C’deki şu kısa videoyu izleyin, hani şu Batı Kanadı’nı vuran bulanık obje. Bu ya hızla hareket eden bir insansız hava aracı ya da böyle bir araçtan fırlatılan bir füze. Bahsi geçen kimse Grand Cayman adalarında gizli bir banka hesabı aracılığı ile Çin’den milyonlarca dolarlık askeri insansız hava aracı teknolojisi satın alıyordu.”

Susan Hopkins Luke’un hemen karşısında oturuyordu. Gözlerini ona dikmişti. Luke, diğer insanların onda ne bulduğunu görebiliyordu. Olduğu gibi görünüyordu—Birleşik Devletler’in Başkan Yardımcısı’ymış gibi yapan bir manken. Televizyonda göründüğünden daha güzeldi.

“Bu hesaplı bir tahmin mi yoksa bulgu mu?” dedi.

“Söylediğim her şey kanıtlanmış bulgulardır,” dedi Luke. “Ortağım ve ben diplomatı bu sabah sorguya çektik, ama bu kişi hiç bilmediğim nedenlerden dolayı Ulusal Güvenlik tarafından korunuyordu. Ondan çok fazla şey öğrenemeden zorla uzaklaştırıldık.”

Susan Hopkins gülümsedi ve başını salladı. “Şu işkence vakası mı? Bu konuda, sabah Los Angeles’tan uçakla gelirken bilgilendirildim. Diğer olaylar gerçekleşmeseydi, sen ve ortağın şuan Amerika’daki muhtemelen en büyük haber olurdunuz.”

Bu ya sesinin tonundaki düşmanlıktı ya da sistemine giren kahvenin etkisiydi ama ne olursa olsun Luke zihnini saran sisten çıkmaya başlamıştı. Bir saatten kısa bir süre önce bu kadının hayatını kurtarmıştı. Vefasızlık diye bir şey vardı, ama bu…

“Onu sorguya çektik,” dedi. “Gönülsüz biriydi ve birçok hayat söz konusuydu. Belli ki bunlara sizin, başkanın ve Beyaz Saray’daki herkesin hayatı da dahildi. İnanın bana, içinde bulunduğumuz koşullar göze alındığında onun üzerine neredeyse hiç gitmedik. Kristal kürem olsaydı, çok daha sert davranırdım.”

Kafa salladı. “Bunu kabul etmen çok cesurca, özellikle de bugünlerde işkenceye duyulan hassasiyete rağmen. Henüz hiçbir şey bilmememize rağmen bunun bir Müslüman saldırı olduğunu ilan etmen ise oldukça cüretkar.  Hatta aslına bakarsan, şu an içinde bulunduğumuz durum göz önüne alınınca, İranlıları bunun sorumlusu olarak ilan etmek cesaret veya cüretten çok daha fazlası oluyor. Tehlikeli bir biçimde peşinen verilen bir hüküm.”

“Bir İranlının organize ettiğini söyledim. İnsansız hava araçları aldı. Bu olayla alakası olan kişilere ödeme yapan da oydu. Bu dediklerimin arkasındayım.”

“İran’la bir savaşın eşiğinde olduğumuzun ve eğer başkan savaş başlatmazsa onu meclis soruşturması yoluyla yargılamak isteyen Kongre üyelerin olduğunun farkında mısın? Ayrıca, İran’la girilecek bir savaşın aynı zamanda Rusya ile savaş demek olduğunun?”

Luke kafasını salladı. “Bu benim dalım değil. Ben sadece bildiklerimi söylüyorum.”

Odada, arka plandaki herkes birdenbire birbiriyle konuşmaya başladı.

Başkan ellerini kaldırdı. “Tamam, tamam.” Direk olarak Luke’a bakıyordu. “Bize açıkça söyle. Kararlarımızı senin fikrinin üzerine inşa etmek zorunda değiliz, ama ben kendi adıma duymak isterim. Bu saldırının arkasında İran hükümetinin olduğuna inanıyor musun?”

“Ben böyle sonuçlara atlamam,” dedi Luke. “Bildiğim şey, bu saldırıyı düzenleyen adamın İranlı olduğu. Bu adamın İran’ın BM elçiliğini yapan bir diplomat olduğunu da biliyorum. Ve son bildiğim hala hayatta olduğu ve Amerikan topraklarında olduğu.”

Başkan, odada etrafına baktı. “Tekrarlıyorum, Ajan Stone’un verdiği bilgilere dayanarak hareket etmek zorunda değiliz. Ama, tartışmalara neden olsa bile onun bilgi toplamaya ve bulgularını bize iletmeye devam etmesi hoşuma gider.”

“Benim için bunu yapmak zor olacak,” dedi Luke.

“Neden?”

Luke omuz silkti. “Bu sabah görevden uzaklaştırıldım. Bu vakayı araştırırken işlediğim sözde suçlar yüzünden hakkımda soruşturma açıldı.”

Yarbay Luke’a bakıyordu. “Hepsi bu mu?”

Luke başını salladı. “Bir de, Baltimore’da hakkımda tutuklama kararı çıkarıldı.”

“Ne için?”

“Cinayet”

Bütün oda sessizliğe büründü. Bütün gözler Luke’a bakıyordu.

“Yoğun bir gün yaşadım,” dedi.

Weitere Bücher von diesem Autor