Kostenlos

Her Yol Mübah

Text
Als gelesen kennzeichnen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

10. Bölüm

Saat 06:20

Kongre Sağlık Merkezi – Washington, DC

Onu bulmak kolay değildi.

Jeremy Spencer, Rayborn House Ofis Binası’nın bodrum-altı katındaki gri renkli, kilitlenmiş çelik kapıların önünde ayakta duruyordu. Bu kapılar alt otoparkın bir köşesine gizlenmişti. Pek az kişi bu odanın varlığından haberdardı. Daha da azı nerede olduğunu biliyordu. Aptalca hissetti ama yine de kapıyı çaldı.

Kapıdan otomat sesi geldi ve açıldı. Kapıyı arkasından çekti, midesinde o belirsizliğin verdiği garip hissiyat vardı. Kongrenin spor salonu, kongre üyeleri dışında herkese kapalıydı, bunu biliyordu. Bu kural uzun süredir istisnasız bir şekilde korunuyordu ama o, davet edilmişti.

Bugün, genç yaşamının en önemli günüydü. Üç yıldır Washington’da bulunuyor ve kariyerinde ilerliyordu.

Yedi yıl önce, New York’taki karavan parkında yaşayan taşralı bir beyazdı. Ardından Binghampton’daki, New York Devlet Üniversitesi’nde tam burslu öğrenci oldu. Arkasına yaslanıp rahatlamaktansa, okul gazetesinde spiker/yorumcu ve kampusteki Cumhuriyetçilerin başkanı olmuştu. Çok zaman geçmemişti ki Breitbart ve Drudge’da yazıyordu. Bir zamanlar çok çalışması gereken biri, şimdi Newsmax’de çok iyi bir haberciydi, üstelik kongre ve yönetimin haberlerini yapıyordu.

Spor salonu havalı bir yer değildi. Birkaç koşu bandı, biraz ayna, bir platforma dizilmiş, kullanılmayan ağırlıklar vardı. Yaşlı bir adam, kulaklığını takmış, eşofman altı ve tişörtüyle koşu bandında yürüyüş yapıyordu. Jeremy, sessiz soyunma odasına girdi. Köşeyi döndü ve karşısında buluşmak için geldiği kişi duruyordu.

Bu adam ellilerin ortasında, gri saçlı ve uzundu. Açık bir dolabın önünde duruyordu, Jeremy onu profilden görmüştü. Sırtı düz, çenesi biraz öne çıkıktı. Üzerindeki tişört ve şort terden sırılsıklamdı. Omuzları, kolları, göğsü, bacakları, her şeyi kaslı ve belirgindi. İnsanlığa önderlik eden biri gibi duruyordu.

Adam William Ryan’dı, Kuzey Carolina, Milletvekilleri Meclisi Başkanıydı. Jeremy onun hakkında her şeyi biliyordu. Serveti sülalesinden geliyordu. Devrim öncesinden beri tütün üretim tesislerinin sahibilerdi. Büyük-büyük dedesi sivil savaş sonrası toparlanma döneminde ABD Senatörlüğü yapmıştı. Güney Carolina Askeri Okulu’nu birincilikle bitirmişti. Etkileyici, kibar, öyle bir kendine güven ve hak edişle tutuyordu ki elindeki gücü, partisindeki çok az kişi ona rakip olmayı düşünebilirdi.

“Başkan Bey, efendim?”

Ryan döndü, ve Jeremy’yi görür görmez yüzünü bir gülümseme kapladı. Kırmızı ve beyaz harfleri olan koyu lacivert bir tişörttü üzerindeki. GURULU AMERİKAN yazıyordu sadece. Elini uzattı. “Kusura bakma.” dedi. “Hala biraz terli.”

“Önemli değil efendim.”

“Tamam” dedi Ryan. “Bu kadar ‘efendim’ yeter. Aramızda bana Bill diyebilirsin. Eğer bunu yapamazsan unvanım ile hitap edebilirsin. Bilmeni istediğim bir şey var. Seni ben çağırdım, ve sana bir ‘özel’ veriyorum.  Bu akşam bütün medyanın katıldığı bir basın toplantısında konuşacağım. O ana kadar, bütün gün boyunca, bu kriz hakkındaki düşüncelerimi, kendi imzanla yayınlayabilirsin. Nasıl bir his?”

“Çok iyi hissettiriyor,” dedi Jeremy. “Bu bir onurdu. Ama, neden ben?”

Ryan sesini alçalttı. “Sen iyi bir çocuksun. Seni bir süredir takip ediyorum. Ve sana bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Tamamen kayıt dışı. Bugünden itibaren, sen artık saldırgan bir yazar değilsin. Sen olgun bir gazetecisin. Birazdan ağzımdan çıkacak her şeyi kelimesi kelimesine yazmanı istiyorum, ama yarından itibaren birazcık daha… incelikli olacaksın diyelim. Newsmax kendi çapında çok iyi tabii, ama bundan bir yıl sonra seni Washington Post’ta görebiliyorum. Sana orada ihtiyacımız var, ve bu gerçekleşecek. Ama önce, insanlar senin olgunlaşmış, sözde adaletli ve dengeli bir ana-akım haber muhabiri olduğuna inanmak zorunda. Bunun doğru olup olmadığı önemli değil. Her şey algılarla alakalı. Sana söylediklerimi anlıyorsun değil mi?”

“Sanırım anlıyorum.” dedi Jeremy. Kan beynine çıkmıştı, kulaklarıyla duyabiliyordu. Bu kelimeler, aynı zamanda heyecan verici ve korkutuculardı.

“Hepimizin bazı yerlerde arkadaşlara ihtiyacı var.” dedi Kongre Başkanı. “Buna ben de dahilim. Şimdi söyle bakalım.”

Jeremy telefonunu çıkardı. “ Kayda… şuan başladık. Efendim, geçtiğimiz gece New York Şehri’nde yaşanan, radyoaktif maddelerin çalındığı devasa hırsızlık olayının farkında mısınız?”

“Fazlasıyla farkındayım.” dedi Ryan. “Bütün Amerikalılar gibi, derin endişelerim var. Yardımcılarım beni sabaha karşı dörtte haberi vermek için uyandırdı. Haber alma servisindeki insanlarla yakın ilişkiler içerisindeyiz, durumu yakından takip ediyoruz. Bildiğiniz gibi, İran’a savaş ilanı için Kongre’de çalışmalarım var, hani şu Başkan ve partisinin sürekli veto ettiği. Şuan İran, müttefikimiz, bağımsız Irak devletini işgal etmiş durumdadır, ve personelimiz Irak’taki konsolosluğumuza girip çıkmak için İran’ın kontrol noktalarından geçmez zorunda kalmaktadır. İnanıyorum ki, 1979’daki rehine krizinden beri daha utandırıcı bir durum olmamıştır.”

“Bu olayın İran tarafından icra ettirildiğini mi düşünüyorsunuz efendim?”

“Öncelikle, bunu hak ettiği şekilde tanımlayalım. Bir bomba patlamasa dahi, bu Amerikan toprağında gerçekleştirilmiş bir terör olayıdır. En az iki güvenlik görevlisi öldürülmüş, New York eyaleti korku içindedir. İkinci olarak, teröristlerin kim olduğuna dair henüz yeterli bilgiye sahip değiliz. Ama, biliyoruz ki dünya sahnesinde zayıf davranmak böyle olayları teşvik etmektedir. Gerçek gücümüzü göstermeli, sağ ve sol bir araya gelmeli ve kendimizi korumalıyız. Başkanı bizlere katılması için davet ediyorum.”

“Sizce Başkan ne yapmalı?”

“Asgari olarak, ülke çapında acil durum ilan etmelidir. Kolluk güçlerine geçici süper güç tanıması gerekir, en azından bu kişiler yakalanana kadar. Mahkeme emri olmadan takip, aynı zamanda bütün tren ve otobüs istasyonlarında, havalimanları, okullar, meydanlar, alış-veriş merkezleri ve diğer kalabalık merkezlerde rastgele arama ve alıkoyma, bu izne dahil olmalıdır. Acilen harekete geçmeli, Amerika çapında her yerdeki radyoaktif maddeleri güvence altına almalıdır.”

Jeremy, gözlerini Ryan’ın delici gözlerine dikmişti. Gördüğü ateş arkasını dönmesine yetecek güçteydi.

“Ve asıl mesele şu: eğer bu saldırganların İranlı olduğu veya İran’ın bu işte parmağı olduğu ortaya çıkarsa ya savaş açmalı ya da aradan çekilmeli ve bizim bunu yapmamıza izin vermelidir. Eğer bu gerçekten bir İran saldırısıysa, bu bilgi dahilinde başkan, kendimizi ve Orta Doğu’daki müttefiklerimizi korumamıza engel teşkil ediyorsa…başka seçeneğim kalmıyor. Bizzat kendim, meclis soruşturması sürecini başlatacağım.”

11. Bölüm

Saat 06:43

Park Caddesi yakınlarındaki 75. Sokak – Manhattan

Luke, ajansın ciplerinden birinin arkasında Ed Newsam ile oturuyordu. Sessiz, ağaçlı bir yolda, modern, çift kanatlı cam kapılarının arkasında beyaz eldivenli kapıcının beklediği görkemli bir gökdelenin karşısındalardı. Beyaz eldivenli kapıcı kapıyı açtı, içeriden sarışın, beyaz elbiseli, zayıf bir kadın köpeğiyle yürüyerek çıktılar. Bunun gibi binalardan nefret ederdi.

“Bu saldırı en az bir kişiyi pek endişelendirmemiş.” dedi Luke.

Ed oturduğu koltukta yayıldı. Yarı uyanık gözüküyordu. Bej kargo pantolonu ve beyaz tişörtü, yontulmuş gibi hatlarıyla, bilardo topu gibi kafası ve kısa kesilmiş sakalıyla herhangi kimsenin onu federal ajan sanması zordu. Kesinlikle bu binanın içeriye kabul edeceği insanlardan değildi.

Luke, Ali Nassar’ı düşündükçe diplomatik dokunulmazlığına gıcık oluyordu. Nassar’ın bunu büyütmeyeceğini umdu. Tartışmaya sabrı yoktu.

Luke’un telefonu çaldı. Ekranına baktı. Tuşa bastı.

“Trudy,” dedi. “Sana nasıl yardımcı olabilirim?”

“Luke, bir parça istihbarat aldık.” dedi. “Don’la birlikte hastanede bulduğunuz beden.”

“Söyle.”

“İbrahim Abdulrahman, otuz bir yaşında. Libyalı, Trablus’ta çok fakir bir ailede doğmuş. On sekiz yaşında asker olmuş. Kısa zamanda, birkaç sene çalışacağı Abu Salim hapishanesine gönderilmiş. Burada mahkumlara insan haklarına aykırı davranışları olmuş, hükümet karşıtlarına işkence etmiş ve öldürmüş. Mart 2011’de rejim çökmeye yüz tutunca ülkesinden kaçmış. Olacakları görmüş olmalı. Bir sene sonra Londra’da bir Suudi Prens’in korumalığını yapmış.”

Luke’un omuzları düştü. “Hmmm. Libyalı bir işkenceci Suudi bir Prens için çalışıyor? Bu kişi daha sonra New York’ta radyoaktif madde çalarken ölüyor? Kim bu adam, gerçekten?”

“Aşırı gruplarla hiç bağı olmamış, güçlü politik inançları varmış gibi de durmuyor. Askeriyede özel biri değilmiş, özel bir eğitim almış gibi de görünmüyor. Bana sadece bir fırsatçı gibi görünüyor, kiralık kas gücü. On ay önce Londra’da kaybolmuş.”

“Tamam, şu ismi bir daha söyle.”

“İbrahim Abdulrahman. Ve Luke? Bir şeyi daha bilmen gerekiyor.”

“Söyle.”

“Bu bilgiyi ben bulmadım. Ana odadaki büyük ekranda yazıyordu. Bu NYPD’deki Meyerson denen adam, kimlik bilgilerine sahipmiş ama bizimle paylaşmamış ve kendi araştırmalarını yürütüyorlar. Bize vermedikleri bilgiyi herkese açık bir şekilde sundular. Bizi saf dışı bırakıyorlar.”

Luke Ed’e baktı ve gözlerini devirdi. Ajanslar arası bir sidik yarışı istediği son şeydi. “Tamam, pekala…”

“Dinle, Luke. Senin için endişeleniyorum. Buradaki arkadaşlarının sayısı tükenmek üzere ve uluslararası birilerinin yardım edeceğinden şüpheliyim. Neden bu banka hesabı bilgilerini ulusal güvenliğe yollayıp bu olayla onların ilgilenmesine izin vermiyoruz. İzinsiz eriştiğimiz bilgiler için özür dileriz, fazla istekli davrandık deriz. Şimdi gidip o diplomatla konuşursan, kendini riske atarsın.”

“Trudy, geldik bile.”

“Luke—”

“Trudy, kapatıyorum.”

“Sana yardım etmeye çalışıyorum.” dedi Trudy.

Kapattıktan sonra Ed’e doğru baktı.

“Hazır mısın?”

 

Ed hareketsizdi, binaya bakıyordu.

“Bunu yapmak için doğdum ben.”

*

“Size yardımcı olabilir miyim? dedi adam, onlar kapıdan girerken.

Parlak bir avize, binanın girişindeki tavandan sarkıyordu. Sağa doğru birkaç kanepe ve tasarımcı elinden çıktığı belli olan bir çift sandalye vardı. Sol duvarda ise uzunca bir kontuarın arkasında başka bir görevli bekliyordu. Bu adamın önünde bir telefon, bir sürü bilgisayar ekranı vardı. Haberlerin açık olduğu bir televizyon setine de sahipti.

Adam yaklaşık kırk beş yaşında gözüküyordu. Gözleri kırmızımsı ve damarlıydı ama kan toplanmış gibi değildi. Saçı arkaya yatırılmıştı. Duştan yeni çıkmış gibi gözüküyordu. Luke’un tahminine göre adam o kadar uzun süredir burada çalışıyordu ki bütün gece içse bile gelip işini gözleri kapalı yapabilirdi. Muhtemelen bu binaya girip çıkmış herkesin görüntüsünü tanıyor, biliyordu. Ve muhtemelen Luke ve Ed’in buraya ait olmadığının farkındaydı.

“Ali Nassar” dedi Luke.

Adam telefonun ahizesini kaldırdı. “Nassar Bey. Teras süiti. Kim geldi diyelim?”

Ed, hiçbir şey söylemeden tezgahın üzerinden telefonun alıcısına doğru uzandı ve aletin üstündeki tuşa basmak suretiyle adamın konuşmasını kesti. Ed büyük biriydi ve aslan gibi güçlü bir adamdı ama bir ceylan gibi akışkan ve zarif hareket ederdi.

“Kimsenin geldiğini söyleyemezsin.” dedi Luke. Kapı görevlisine rozetini gösterdi. Ed de aynısını yaptı. “Federal ajan. Nassar Bey’e birkaç soru sormamız gerekiyor.”

“Korkarım şu an bu mümkün değil. Nassar Bey sabahları saat sekizden önce kimseyi kabul etmez.”

“O zaman ahizeyi neden kaldırdın.” dedi Newsam.

Luke, Ed’e baktı. Bu hızlı bir cevaptı. Ed, okullardaki münazara ekiplerinde yer almış birine benzemiyordu, ama gayet iyi bir cevaptı.

“Haberleri izledin mi?” dedi Luke. “Radyoaktif atıkların kayıp olduğundan haberdar mısın? Nassar Bey’in bu konuda bilgisi olduğuna inanıyoruz.”

Adam karşıya doğru bakakaldı. Luke gülümsedi. Nassar’ın kuyusunu zehirlemişti. Bu adam bir iletişim ağının merkezi gibiydi. Yarına kadar binadaki herkes hükümetin Nassar Bey’e terör eylemiyle soru sormak için geldiğini bilecekti.

“Üzgünüm efendim.” diye başladı adam.

“Üzgün olmana gerek yok.” dedi Luke. “Bütün yapman gereken teras katına ulaşımımızı sağlamak. Eğer yapmazsan seni adaletin yerini bulmasına engel olmaktan tutuklayacağım ve buradan elinde kelepçelerle bizzat çıkaracağım. Bunu istemediğine eminim ve ben de bunu yapmak istemiyorum. Yani bize o kodu veya şifreyi veya her neyse vermeli ve işine devam etmelisin. Ve bilmelisin ki biz içindeyken asansörle oynarsan seni sadece adaletin yerini bulmasına engel olmaktan tutuklamakla kalmam, aynı zamanda dört kişinin ölümüne ve radyoaktif maddelerin çalınmasına yardım ve yataklık etmekten de yargılanmanı sağlarım. Sen on iki ay boyunca Rakers Island hapishanesinde yargılanmayı beklerken çürürsün, yargıçsa kefalet bedelini on milyon dolar olarak belirler. Bu sana çekici geliyor mu…” Luke adamın göğsünde asılı isimliğe baktı.

“John?”

*

“O adamı gerçekten tutuklayacak mıydın?” dedi Ed.

Binanın güneybatı köşesinde, cam bir tüpün içinde hareket eden camlı bir asansördü. Asansör yükseldikçe şehrin görüntüsü önce nefes kesici olmaya başlamıştı, ardından da baş döndürücü. Çok geçmeden, görüş alanı genişlemişti, Empire State Binası tam karşılarında, Birleşmiş Milletler binası ise sollarındaydı. Uzaklardan, LaGuardia Havalimanına yaklaşan uçakların sabah güneşinde parıltısı geliyordu.

Luke gülümsedi. “Ne için tutuklayacaktım?”

Ed kıkırdadı. Asansör yukarı çıktıkça çıkıyordu.

“Yoruldum. Don beni aradığında yatağıma girmek üzereydim.”

“Biliyorum.” dedi Luke. “Ben de.”

Ed kafasını salladı. “Bu sabahladığımız işleri epeydir yapmıyordum ve özlemiyorum.”

Asansör en üst kata ulaştı. Asansörün kata geldiğini belirten sıcak bir ton ses duyuldu, kapılar kayarak açıldı.

Koridora adım attılar. Yerler cilalanmış taşla kaplıydı. Tam karşılarında, on metre ileride, iki adam duruyordu. Takım elbiseler içerisinde, iri adamlar, koyu tenli, belki İranlılardı. Bir çift kanatlı kapıyı koruyorlardı. Luke pek umursamadı.

“Sanırım bizim kapıcı önceden haber verdi.”

Koridordaki adamlardan biri elini kaldırdı ve salladı. “Hayır. Geri gitmelisiniz. Buraya giremezsiniz.”

“Federal ajanlarız.” dedi Luke. O ve Ed adamlara doğru yürüyorlardı.

“Hayır! Buna yetkiniz yok. Girişinize izin veremeyiz.”

“Sanıyorum ki rozetimi göstermeye uğraşmama gerek yok.” dedi Luke.

“Evet,” dedi Ed. “Gereksiz.”

“İşaretimle, tamam?”

“Tabii.”

Luke birazcık bekledi.

“Tamam”

Adamların 2 metre uzağındalardı. Luke kendi hedefine doğru adım attı ve ilk yumruğu salladı. Yumruğunun ne kadar yavaş göründüğüne inanamadı. Adam ondan 25cm uzundu. Büyük bir kuşun kanat açıklığına sahipti. Adam bu yumruğu kolayca engelledi, Luke’un bileğini tutmuştu. Güçlüydü. Luke’u kendine çekti.

Luke adamın kasıklarına diz atmak için bacağını savurdu ama adam bacağıyla engellemişti bunu da. Adam devasa eliyle Luke’un gırtlağını sıktı. Bir kartalın avının etine saplanan pençeleri gibi.

Luke, serbest kalan elini adamın gözlerine savurdu. Orta ve işaret parmaklarıyla adamın gözlerini hedeflemişti. Tam isabet değildi ama işe yaramıştı. Adam Luke’u bıraktı ve geriye doğru bir adım attı. Gözleri sulanmıştı. Gözlerini kırpıştırdı ve başını salladı. Gülümsedi.

Kavga çıkıyordu.

Newsam oradaydı, ani ve bir hayalet gibi. Adamın kafasını iki eliyle tuttuğu gibi, duvara sertçe vurdu. Şiddet, içten ve yoğundu. Bazı insanlar rakibinin kafasını duvara vururdu. Ed Newsam sanki adamın kafasıyla duvarı kırmaya çalışıyordu.

Bam!

Adamın suratı ürkmüş gibi gözüküyordu.

Bam!

Çenesi gevşemişti.

Bam!

Gözleri kaydı.

Luke elini kaldırdı. “Ed! Tamam. Sanırım onu hakladın. O tamamdır. Yavaşça yere bırak adamı. Yerler mermer gibi görünüyor.”

Luke diğer muhafıza baktı. Adam, gözleri kapalı, ağzı açık, kafası duvara yaslanmış şekilde çoktan yere yayılmış oturuyordu. Ed çoktan ikisiyle de ilgilenmişti. Luke adamı morartamamıştı bile.

Luke cebinden birkaç tane plastik kelepçe çıkardı ve adamın yanına diz çöktü. Adamı bileklerinden bağladı. Sıkı bir şekilde bağlıyordu, kurbanlık hayvanı bağlar gibi. Eninde sonunda biri gelip bu adamları çözecekti. Bunu yaptıklarında adam muhtemelen bir saat daha ayaklarını hissedemeyecekti.

Ed de kendi payına düşen adama aynısını yapıyordu.

“Biraz paslanmışsın Luke.” dedi.

“Ben? Yok canım. Dövüşmem beklenmiyor ki benim. Beni kafam için işe aldılar.” Adamın eliyle sıktığı yeri hala hissedebiliyordu. Ertesi güne ağrıyacaktı.

Ed kafasını salladı. “Delta Force’taydım, senin gibi. Nuristan’daki Stanley Combat Outpost operasyonundan iki sene sonra geldim. İnsanlar hala ondan bahsediyor. Sizi nasıl oraya attıklarını ve çiğnenip geçildiğinizi. Sabaha, savaşan sadece üç kişi kalmış. Sen de onlardan biriydin. Öyle değil mi?”

Luke homurdandı. “Böyle bir şeyin varlığından…”

“Bana da mı Luke?” dedi Ed. “Gizli ya da değil, hikayeyi biliyorum.”

Luke, hayatını hava geçirmeyen bölümlerde yaşamayı öğrenmişti. Nadiren ileri üsteki çatışmadan bahsederdi. Afganistan’ın doğu köşesinde, neredeyse bir ömür önceydi bu olay. Öyle ulaşılması zor bir yerdeydi ki oraya asker götürmek bile başlı başına bir şeydi. Çağlar öncesi bir hikayeydi bu. Karısının bile haberi yoktu.

Ama Ed bir Delta’ydı, yani…tamam.

“Evet,” dedi. “Oradaydım. Kötü istihbarat bizi oraya götürdü, ve  o gece hayatımdaki en kötü geceye dönüştü.” Yerde yatan adamlara işaret etti.

Happy Days’in bir bölümü gibi görünüyorlar. Dokuz iyi adam kaybettik. Gün ağarmadan önce cephanemiz bitti.” Luke kafasını salladı. “Çirkinleşti. Çoğu adamımız ölmüştü bile. Ve sadece üçümüz hayatta kalmayı başarmıştık… Gerçekten geri gelebildik mi bilemiyorum. Martinez’in belden aşağısı felç kaldı. Son duyduğumda Murphy evsiz kalmış, gaziler için psikiyatrik yardım merkezine gidip geliyordu.

“Ya sen?”

“Hala kabuslar görüyorum.”

Ed adamın kollarını bağlıyordu. “Bölge güvenli hale geldikten sonra temizlik yapan arkadaşlardan birini tanıyordum. Söylediğine göre o tepede 167 ceset saymışlar, bizimkiler hariç. Bu ölümlerden 21 tanesi yakın dövüş sonucu gerçekleşmiş.”

Luke ona baktı. “Bunu neden bana söylüyorsun?”

Ed omuz silkti. “Biraz paslanmışsın. Bunu kabul etmekte utanacak bir şey yok. Akıllı olabilirsin, küçük olabilirsin, ama aynı zamanda kuvvetlisin de, aynı benim gibi.”

Luke bir kahkaha kopardı. “Tamam, biraz paslandım. Ama sen kime küçük diyorsun?” Güldü, o sırada Ed’in devasa cüssesine, yukarı doğru bakıyordu.

Ed de güldü. Yerde yatan adamların ceplerini kontrol etti. Birkaç saniye içerisinde aradığını buldu. Yanlarında duran çift kanatlı kapının, duvarda asılı olan dijital kilidinin anahtarı görevi gören bir kart.

“Girelim mi?”

“Önden buyur” dedi Ed.

12. Bölüm

“Burada olmaya hakkınız yok.” diye bağırdı adam. “Dışarı! Evimden gidin!”

Geniş bir oturma alanında duruyorlardı. Uzak köşede, o harika manzaranın üzerine, yerden tavana olan camların yanında, beyaz bir kuyruklu piyano vardı. Gündüz ışığı camlardan içeriye süzülüyordu. Yakınlarında berjerlerle birlikte duran modern bir divan ve masa takımı, duvara asılmış dev boyutlu bir ekranın önünde, grup halinde duruyorlardı. Bu ekranın tam karşısındaki duvarda ise, üç metre boyunda, parlak renklerde lekeler ve damlalar olan kocaman bir tuval asılıydı. Luke sanattan anlardı, tahminine göre bu bir Jackson Pollock’du.

“Evet, koridordaki bütün o adamlardan geçtik,” dedi Luke. “Burada olmamamız gerekiyor ama… işte, buradayız.”

Adam uzun değildi. Kalın ve kısaydı, üzerinde lüks, beyaz bir sabahlık vardı. Elinde büyük bir tüfek tutuyordu ve onlara nişan almıştı. Luke’a göre bu eski bir Browning safari silahıydı, muhtemelen .270 Winchester mühimmatla doldurulmuştu. O şey dört yüz metreden bir Kanada geyiğini yere serebilirdi.

Luke odanın sağına, Ed ise soluna doğru hareket etti. Adam tüfeği bir ona bir diğerine doğrultuyor, hangisini hedefleyeceğini bilmiyordu.

“Ali Nassar?”

“Kim soruyor?”

“Ben Luke Stone. O da Ed Newsam. Bizler federal ajanlarız.”

Luke ve Ed adamın etrafında daire çiziyorlar ve gittikçe yaklaşıyorlardı.

“Ben, Birleşmiş Milletlere bağlı bir diplomatım. Yetkiniz bana işlemez.”

“Biz sadece birkaç soru sormak istiyoruz.”

“Polisi aradım. Birkaç dakika içerisinde burada olurlar.”

“Bu durumda neden silahını yere koymuyorsun? Dinle, bu eski bir silah. Kurmalı bir silah. Eğer ateşlersen, tekrar kurmak için vaktin olmayacak. “

“O zaman seni öldürür diğerinin yaşamasına izin veririm.”

Luke’a doğru döndü. Luke duvar boyunca hareket etmeye devam etti. Luke ellerini kaldırıp bir tehdit oluşturmadığını göstermek istedi. Hayatında o kadar çok silah doğrultulmuştu ki ona, sayısını çoktan unutmuştu. Yine de, bu seferki hakkında o kadar da iyi hissetmiyordu.  Ali Nassar pek iyi bir nişancı gibi gözükmüyordu, ama o silahı ateşlemeyi becerirse bir şeylerde büyük bir delik açacağı kesindi.

“Senin yerinde olsam şuradaki büyük adamı vururdum. Çünkü, eğer beni vurursan, o adamın sana ne yapacağını kimse bilemez. Beni seviyor.”

Nassar tereddüt etmedi. “Hayır, seni öldüreceğim.”

Ed adamın arkasında, 3 metre yaklaşmıştı bile. Saniyenin ufak bir bölümünde bu mesafeyi kat etti. Nassar tetiği çektiği sırada, Ed tüfeğin namlusuna hamle yaptı ve yukarı itti.

PAT!

Dairenin içinde oldukça yüksek sesli bir patlama yaşandı. Tavanın beyaz plastik kaplamasında kocaman bir delik açılmıştı.

Ed bir hamlede silahı kavrayıp yukarı itmiş, Nassar’ın çenesine yumruk atmış ve onu berjerlerden birine oturtmuştu.

“Tamam, otur. Dikkatli ol, lütfen.”

Nassar yumruğun etkisiyle sarsılmıştı. Gözlerinin tekrar yerine gelmesi birkaç saniye almıştı. Şişkin ellerinden birini çenesindeki şişmeye başlamış kızarıklığın üstüne koymuştu.

Ed, Luke’a tüfeği gösterdi. “Buna ne diyorsun?” Parlatılmış namlusu ve inci işlemeli kundağıyla gösterişli bir tüfekti. Birkaç dakika önce, muhtemelen duvarların birinde asılıydı. Luke, dikkatini koltukta oturan adama yöneltmişti. Tekrar, en baştan başladı.

“Ali Nassar?”

Adam çocuk gibi surat asıyordu. Luke’un oğlu Gunner’ın dört yaşındaki hali gibi kızgın görünüyordu.

Kafasıyla onayladı. “Belli ki öyle.”

Luke ve Ed vakit kaybetmiyor, hızlı hareket ediyorlardı.

“Bana bunu yapamazsınız.” dedi Nassar.

Luke saatine baktı. Saat 7’ydi. Polisler her an burada olabilirlerdi.

Ana oturma odasının hemen yanındaki ofise almışlardı onu. Nassar’ın sabahlığını üstünden almışlardı. Terliklerini almışlardı. Sadece ona sıkıca oturan beyaz bir donu giyiyordu. Büyük göbeği dışarı fırlamıştı. Bir davul gibi gergindi. Onu başka bir koltuğa oturtmuş, kollarını bu koltuğun kollarına, ayaklarını da ayaklarına bağlamışlardı.

 

Ofisin içindeki masada eski tip bir  bilgisayar ve ekran vardı. Bilgisayarın kasası kalın, çelik bir kasayla yere sabitlenmişti. Bu kutuyu açmak mümkün görünmüyordu, kilidi, kapağı yoktu veya başka bir şeyi yoktu. Sabit diske ulaşmak ancak bir kaynakçının marifeti olabilirdi, ve bunun için zaman olmayacaktı.

Luke ve Ed, Nassar’ın dibinde duruyorlardı.

“Grand Cayman Adalarındaki Royal Heritage Bank’ta gizli bir hesabın var.” dedi Luke. “3 Mart’ta Ken Bryant’ın sahibi olduğu bir hesaba 250,000$ yolladın. Ken Bryant, dün gece Harlem’de bir apartmanda boğularak öldürüldü.

“Neden bahsettiğiniz bilmiyorum.”

“Bu sabah Center Medical Center’ın bodrum-altında yaşamını yitiren İbrahim Abdulrahman isimli adamın işverenisiniz. Radyoaktif madde çalarken kafasına dayanarak ateşlenen bir silahla öldürüldü.

Adamın yüzünde bu ismi tanıdığını belirtir, ufak bir titreme göründü.

Luke derin bir nefes aldı. Normalde, böyle birini sorguya çekmek için saatleri olurdu. Bugünse sadece dakikaları vardı. Biraz hile yapması gerekiyordu.

“Bilgisayarın neden yere sabitlenmiş?”

Nassar omzunu silkti. Kendine güveni yerine geliyordu. Luke neredeyse bunu görebiliyordu, bir sel gibi geliyordu. Adam kendine inanıyordu. Onları durdurabileceğine inanıyordu.

“Orada ciddi miktarda gizli bilgi var. Fikri mülkiyet ile ilgili iş anlaşmaları yapacak olan müşterilerim var. Aynı zamanda ben, belirttiğim gibi, Birleşmiş Milletlere atanmış bir diplomatım. Bazen özel haberler aldığım olur… gizli bilgiler. Böyle bir pozisyonda olmamın sebebi gizliliğe gösterdiğim özendir.

“Olabilir,” dedi Luke. “Ama bir de ben gözümle görmek isterim şu bilgileri dolayısıyla sizin şifrenize ihtiyacım var.”

“Korkarım bu mümkün değil.”

Nassar’ın arkasında, Ed, güldü. Homurtu gibi duyuldu.

“Nelerin mümkün olabildiğini bilsen şaşardın.” dedi Luke. “Kesin olan şey bizim senin bu bilgisayarına erişeceğimiz. Ve sen o şifreyi vereceksin. Şimdi, bunu yapmanın bir kolay bir de zor yolu var. Seçim senin.”

“Bana hiçbir şey yapmayacaksınız.” dedi Nassar. “Başınız zaten büyük belada.”

Luke, Ed’e baktı. Ed, Ali Nassar’ın sağ tarafına geçti ve çömeldi. Nassar’ın sağ elini, güçlü elleriyle tuttu.

Luke ve Ed dün gece tanışmışlardı, ama şimdiden, sözcükleri kullanmadan iletişim kurabiliyorlardı. Sanki birbirlerinin aklını okuyorlardı. Luke bunu daha önce yaşamıştı, genelde Delta Force gibi özel tim elemanları arasında olmuştu. Bu ilişki düzeyi, genelde daha uzun sürede gelişirdi.

“Oradaki piyanoyu çalıyor musun?” dedi Luke.

Nassar başını salladı. “Klasik müzik eğitimi aldım. Gençken konserlerde çalardım. Hala, biraz eğlenmek için çalarım.”

Luke, Nassar’la göz göze gelmek için çömeldi.

“Ed birazdan parmaklarını kırmaya başlayacak. Bu piyano çalmanı zorlaştırır. Ve canın yanacak, muhtemelen epey yanacak. Eminim senin gibi bir adam bu tür acılara alışık değildir.”

“Yapmayacaksınız.”

“İlkinde üçe kadar sayacağım. Bu sana, ne yapmak istediğine karar vermek için son birkaç saniye verecek. Senin aksine, biz insanların canını yakmadan önce onları uyarırız. Radyoaktif madde çalıp milyonlarca masum insanın canını hedefleyen insanlar değiliz biz. İlk parmaktan sonra uyarı yapmayacağım. Sadece Ed’e bakarım ve o da sıradaki parmağını kırar. Anlıyor musun?”

“İşini elinden alacağım.” dedi Nassar.

“Bir.”

“Gücü olmayan küçük adamlarsınız. Buraya geldiğiniz için, sonsuza dek pişmanlık duyacaksınız.”

“İki.”

“Sakın cüret edeyim demeyin!”

“Üç.”

Ed, Nassar’ın serçe parmağını ikinci eklemden kırdı. Bunu hızlıca, çaba sarf etmeden halletti. Luke çatırtıyı duymuştu, ardından Nassar’ın bağırışları geldi. Serçe parmak dışa doğru bükülmüşü. Görünüşünde tiksindirici bir durum vardı.

Luke, Nassar’ın çenesinin altından tuttu ve kafasını hafifçe kaldırdı. Nassar’ın dişlerini sıkmıştı. Yüzü kıpkırmızı olmuş, güçlükle nefes alıyordu. Ama gözleri sert bakıyordu.

“O sadece serçeydi.” dedi Luke. “Sıradaki baş parmağın. Başparmaklar serçe parmaklardan çok daha fazla acır. Aynı zamanda daha da önemlidirler.”

“Sizler hayvansınız. Size hiçbir şey söylemeyeceğim.”

Luke Ed’e baktı. Ed’in yüzünde değişiklik olmamıştı, hala sert görünüyordu. Omzunu silkti ve başparmağı kırdı. Bu sefer yüksek bir kırılma sesi duyuldu.

Luke ayağa kalktı ve adamın acı feryatlarına izin verdi. Bu ses sanki kulakları yarıyordu. Sanki bir korku filmindeymiş gibi, çığlığın apartman dairesinde yankılandığını duyabiliyordu. Belki de mutfaktan bir el havlusu getirip ağzına tıkmalılardı.

Odada bir aşağı bir yukarı gezindi. Bu işten hoşlanmıyordu. Bu işkenceydi, bunu anlayabiliyordu. Ama adamın parmakları iyileşecekti. Eğer bir metro istasyonunda kirli bir bomba saldırısı gerçekleşirse, bir sürü insan ölecekti. Kimse hiçbir zaman iyileşmeyecekti. Terazinin bir tarafında adamın parmakları, diğer tarafında metroda ölecek insanlar, karar vermek kolaydı.

Nassar artık ağlıyordu. Burnundan renksiz bir akıntı geliyordu. Deli gibi nefes almaya çalışıyordu. hah-hah-hah-hah gibi bir ses çıkıyordu.

“Bana bak” dedi Luke.

Adam dediği gibi yaptı. Gözleri artık sertliğini kaybetmişti.

“Görünüşe göre başparmağınla dikkatini çekebildik. Yani sıradaki sol elindeki. Bundan da sonra dişlerine başlayacağız. Ed?”

Ed adamın soluna geçti.

“Halil Cibran.” diye nefes verdi Nassar.

“Ne dedin? Seni duyamadım.”

“Halil alttan çizgi Cibran. Şifre bu.”

“Yazar olan mı?” dedi Luke.

“Evet.”

“Peki aşk ile çalışmak nedir?” dedi Ed, Cibran’dan alıntı yaparak.

Luke gülümsedi. “Kumaşı yüreğinizden çekilmiş ipliklerle dokumaktır, sevgiliniz giyecekmişçesine. Evdeki, mutfak duvarımızda asılı. Çok seviyorum böyle şeyleri. Sanırım burada üç tane umutsuz romantik var.”

Luke bilgisayarın başına gitti ve dokunmatik bölümde ellerini kaydırdı. Şifre kutusu göründü. Kelimeleri girdi.

Halil_Cibran

Masaüstü göründü ekranda. Arka planda, önünde sarı ve yeşil çimlerin uzandığı karlarla kaplı bir dağ fotoğrafı vardı.

“İşe yaradı. Teşekkürler, Ali.”

Luke kargo pantolonunun yan cebinden, Swann’dan aldığı belleği çıkardı. USB girişlerinden birine taktı. Bu belleğin hafızası devasa boyuttaydı. Bu adamın bilgisayarındaki bilgilerin tamamını kolayca yutabilirdi. Şifrelenmiş bilgiyi kırmakla daha sonra uğraşabilirlerdi.

Dosya transferini başlattı. Ekranda yatay bir yükleme kutucuğunun içinde bir gösterge çubuk belirdi. Gösterge çubuğu, sol taraftan başlayarak yeşil renkte dolmaya başlamıştı. Yüzde üç, yüzde dört, beş. Bu çubuğun altına, dosya isimleri bir fırtına gibi görünüyor ve kayboluyor, ve her biri hedefteki belleğe kopyalanıyordu.

Yüzde sekiz. Yüzde dokuz.

Ana odanın hemen dışında, ani bir bir karmaşa ve gürültü kopmuştu. Ön kapılar patlarcasına açılmıştı. “Polis!” diye bağırdı biri. “At silahını! At yere!”

Dairenin içinde ilerliyor, bir şeyleri deviriyor, kapıları kırıyorlardı. Gelen seslere bakılırsa içeride bir sürü polis vardı. Her an burada olabilirlerdi.

“Polis! Yat! Yat! Yat yere!”

Luke yükleme çubuğuna bir bakış attı. Yüzde on iki de takılmış görünüyordu.

Nassar, Luke’a baktı. Gözlerini yoğun bir şekilde örten göz kapaklarından damlalar akıyordu. Dudakları titriyordu. Yüzü kırmızıydı, neredeyse çırılçıplak vücudu ter içinde kalmıştı. Hiçbir şekilde zafer kazanmış veya hakkı korunmuş görünmüyordu.

Weitere Bücher von diesem Autor