Kostenlos

Her Yol Mübah

Text
Als gelesen kennzeichnen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

40. Bölüm

Saat 23:05

Fairfax ilçesi, Virjinya – Washington Banliyösü

Luke sürükleniyordu.

Telefon çalıyordu.

Uzandığı kanepede aniden uyandı. David Delliger’in aramasını beklerken bir tane daha içmişti. Sonra uyuyakaldı. Arayan Delliger olmalıydı.

Telefonu açtı.

“Alo?”

“Luke? Ben Ed Newsam. Uyandırdım mı?”

Luke’un kafası karıştı. “Hayır. Saat kaç? Hayır, uyandırmadın. Ed. Nasılsın? Yarın seni görmeye gelmeyi düşünüyordum. Sana çiçek getireceğim. Sandviç de ister misin? Şöyle güzel bir tane, hastane yemeği değil.”

“Hiç zahmet etme” dedi Ed. “Sabah buradan ayrılıyorum. Dinle, bir problemimiz var. Demin üç adam beni öldürmeye çalıştı.”

Luke doğruldu. “Ne? Neredesin sen?”

“Hala hastanedeyim. Neredeyse 10 tane polis var. Şimdi beni bir başka odaya alacaklar, kapıya da muhafız koyacaklar.”

“Katiller nerede?”

Duraksadı. “Ah, buradalar, yerde. Beceremediler. Birine kim olduğunu sordum ama çok konuşkan değildi. Gerçekten, yapabileceğim bir şey yoktu. Ortaya çıktı ki hemşire bankosundaki hemşireyi de öldürüp, sıranın altına saklamışlar. Buraya yüzlerinde maskelerle geldiler. Tahmin etmek zorunda olsaydım, kim oldukları açık bir biçimde geri dönmeyeceklerini söylerdim. Hortlakları diyorum. Hayaletler.”

Luke elini saçlarının arasından geçirdi. “Hepsini öldürdün mü?”

“Evet. Yaptım.”

Uzun bir sessizlik oldu.

“Kendine dikkat etmek zorundasın Luke. Bu yüzden aradım. Başkan ile ilgili şu şey… hepsi yanlış. Ve bu adamlar kesinlikle İranlı gibi gözükmüyorlar. Daha çok San Diego’dan gelmiş sörfçüler gibiler. Eğer beni öldürebilselerdi, senin peşine düşeceklerdi.”

Luke televizyonu kapattı, sonra sehpaya doğru eğildi ve ışıkları söndürdü. Çömeldi ve mutfağa doğru koştu. O ışığı da kapattı. Duvardaki ışık anahtarlarının üzerindeki sönük turuncu ve salondaki pikabın üzerindeki kırmızı LED ışık haricinde, birinci kat şimdi tamamen karanlıktı. Luke yemek odasına doğru süründü.

“Luke? Orada mısın?”

“Evet. Buradayım.”

“Ne yapıyorsun?”

“Hiç, dostum. İyiyim.”

Luke yemek odasının mavi halısını bir köşesinden tutup sardı. Altında ahşap zemine gömülmüş menteşeli bir gizli kapı vardı. Luke telefonu kulağıyla boynu arasına yerleştirdi ve anahtarlığını çıkardı. Gizli kapının içine saklanmış sağda ve solda küçük kilitler vardı. Kilitlere uyan küçük gümüş anahtarları buldu, deliklerine yerleştirdi ve kapının kilidini açtı.

“Benimle konuşacak mısın ?” dedi Ed.

“Hazırlanıyorum şimdi Ed. Sanırım kapatsam iyi olur.”

“İyi fikir. İyi şanslar dostum.”

“İpucu için teşekkürler.”

Luke telefonu sıkıştırdığı yerden serbest bırakarak yere düşmesine izin verdi. Gizli kapıyı açtı ve uzun metal bir kutuyu tutup çıkardı. Bir oyuncak sandığı daha. Luke onları evin her yerine gizlemişti. Kodu ezbere girdi ve kutuyu açtı. Bu kutu çoğundan daha büyüktü.

Bir M16 tüfek. Bir Remington 870 pompalı tüfek. Birkaç tane daha tabanca. Bir av bıçağı. Üç el bombası. Çeşitli mühimmat kutuları, silahlar için bolca mermi. Elini bombalara doğru uzattı. Evi havaya uçurmamak elinden geleni yapacaktı. Belki korkudan, belki açlıktan hafifçe titreyen elleriyle silahları doldurmaya başladı.

Telefon tekrar çaldı. Bu kez ekrana baktı. Arayan numara kapalıydı. İç çekti. Her kim arıyorsa, konuşabilirdi. David Delliger ya da bir gece pazarlamacısı olmasını umarak telefonu açtı.

“Luke? Ben Don Morris.”

Luke 9 milimetrelik mermileri şarjöre doldurdu, parmakları hızlıydı ve otomatik hareket ediyordu. Düşündüğü gibi, yapbozun bir parçası gürültülü bir biçimde yerine oturdu. Don, neler olduğu hakkında bir şeyler biliyordu. Tabii ki biliyordu. O ve yeni başkan birlikte balığa çıkarlardı.

“Selam Don. Eski Meclis Başkanı nereden tanıyorsun?”

“Citadel’deyken birlikteydik Don. Uzun yıllar önce. Mezuniyetten sonra ben gerçek orduya katıldım, Bill ise hukuk fakültesine gitti.”

“Anlıyorum.”

“Luke, konuşmamız gerek.”

“Peki.” Luke bir şarjörü doldurdu ve yanına koydu. Diğerini doldurmaya başladı. “Ama eğer konuşacaksak, dürüst olalım, olur mu?”

“Anlaştık.” dedi Don.

“Neden sen başlamıyorsun?”

Don konuşmaya başlamadan önce duraksadı. “Tamam… Bugün olanlar, senin için şimdiye dek açıklığa kavuşmuştur diye düşünüyorum.”

“Çok açık Don. Hatta aradığın için artık daha da açık.”

“Sevindim Luke. Böylece ayak yapmak zorunda kalmayacağız. Direk olarak konuya girebiliriz. Sen, izleri olan, yaşlı bir savaşçısın, aynı benim gibi. Böyle olması gerektiğinin farkında olmalısın. Bu ülkenin iyiliği için. Bu çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği için. Düşmanlarımızın bize tüm dünyanın gözü önünde amirlik taslamasına izin veremeyiz. Bahsi geçen adan bütün kaleyi bir kere dahi ateş etmeden teslim edebilirdi. Ve bütün bunlar geride kaldı.”

Luke şarjörü doldurmayı bitirdi. Üçüncüyü doldurmaya başladı.

“Şimdi ne olacak” dedi.

“Her şeyi yoluna koyacağız. Onların yerine birkaç kişi koyacağız ve herkese kim sorumlu olduğunu hatırlatacağız.”

“Sonra? Devlet ne olacak?”

“Geçen sefer olan şey. Başkan Ryan bu dönem görevine devam edecek, yani 3 yıl daha. Tekrar seçimlere katılır, ya da katılmaz. Bence katılacak, ama bu ona kalmış. Bir sonraki başkanın kim olacağına halk karar verecek. Hiçbir şey değişmedi Luke. Anayasa hala yürürlükte. Tek yaptığımız reset butonuna basmak.”

“Tüm sivil devletin başı kesildi.” dedi Luke.

“Öyleyse, düzeltiriz.”

“İkinci bir şans Don, değil mi? Aynı çocukluğumuzda olduğu gibi.”

“Tabii. Eğer istersen, ikinci bir şans.”

“Senin ikinci şansın için şimdiye kadar kaç kişi öldü söyler misin?”

Sessizlik oldu.

“Don?”

“Nüfusun yüzde birinin yüzde birinin yüzde biri, Luke. 350 milyon kişiden 350si. Bu bir tahmin ama büyük olasılıkla tutarlı bir tahmin. Sabah göreceğiz. Düşünürsen çok da büyük bir bedel değil.”

Luke karanlıkta süründü. Sol tarafına bir koltuk altı kılıfını omuzundan geçirdi, sonra da sağ tarafına. M16’yı arkasına bağlardı. El bombalarını kargo pantolonunun ceplerine koyacak, tabancayı da kolunda taşıyacak ve ilk önce onu ateşleyecekti.

Oturma odasına baktı. Tavandan yere kadar uzanan pencereler şimdi çok saçma geliyordu. Kelimenin tam anlamıyla bir cam evde yaşıyordu. Bu evi savunmanın hiç bir yolu yoktu. Muhtemelen ilk ateş altında kaldığında burayı terk etmesi gerekecekti.

“Luke?”

“Dinliyorum Don.”

“Soracağın bir şey var mı?”

“Elbette. İşte bir tanesi. Neden gecenin bu saatinde tüm bunların bir parçası olmam için beni uyandırdın? Altı aydır kapıdan içeri adımımı bile atmadım. On vakanın birinde bile çalışmadım.”

Don güldü ve o yavaş Güneyli aksanıyla kelimeler ağzından ağır ağır döküldü. “Benim hatam. Sen gördüğüm en iyi çalışanlardan birisin ama fark ediyorum ki yavaşlamış ve körelmişsin. Ve dün gece de biraz yavaştın ama çabuk alıştın. Seni hafife aldım, hepsi bu. İranlı’nın yaklaştığı kadar yaklaşmalı ve orada durmalıydın.”

“Yani Beyaz Saray patladığında suçu İranlıların üzerine atabilecek miyiz?”

“Evet. Bu kadar basit.”

“Peki ya Begley? Ona ne olacak?”

Don tekrar güldü. “Ron Begley, iki eliyle kendi kıçını bulamaz.”

“Yani onun bu işle alakası yoktu?”

“Ah, hayır.”

Luke az kalsın gülecekti. Anlaşılmıştı. Zavallı Ron Begley, neden olduğunu bile anlamadan Ali Nassar’ın haklarını koruyordu. Muhtemelen diplomatik dokunulmazlığın kutsallığını koruduğunu zannediyordu. Eğer biz saygı göstermezsek, onlar hiç göstermezler. Veya belki de sadece Luke’un sinirini bozmaya çalışıyordu.

“Neden beni arıyorsun Don?”

“Tamam oğlum, sadede gelelim o zaman. Tutuklanman için bir emir daha çıkarıldı. Önceki başkanın personel şefi ölmeden önce Mount Weather’ı aramayı başarmış. Yaşanan felaketle senin de ilgin olduğunu söylemiş. Bununla ilgili sorgulamaya alınacaksın. Ayrıca bu sabah Baltimore’da gerçekleşen cinayet? Yeniden gündemde. Bütün süreçte teröristlerle iş birliğinde olduğun gözüküyor. Başkanın sonunu sen hazırladın. Baltimore’daki oyalanman, arkanda iz bırakmamak uğruna partnerlerinden birini öldürdüğün içindi. Ve izini sürebildiğimiz deniz aşırı bir banka hesabı bulduk. İçinde iki milyon dolardan fazlası var.”

Luke gülümsedi.

“Bence bundan daha iyisini yapabilirsin.” dedi Luke. “Sahte bir hesaba benim adıma para yatırmak.”

“Bence bu yeterli.” dedi Don.

“Ya Ali Nassar?” diye sordu Luke.

“Senin efendin mi? Bir saat kadar önce öldü. İntihar etti. Evinin balkonundan atladı. 50 kat, inanabiliyor musun? Allahtan üçüncü kattaki beton bir çıkıntıya çarptı da yoldan geçen kimse zarar görmedi.”

Luke omzunu silkti. Ali Nassar’ı pek de sevdiği söylenemezdi. Nassar ne yaptığını zannediyorduysa, saçmalıyordu. Öleceğini bilmesi gerekiyordu. Eğer bilmiyorduysa göründüğünden daha aptal olmalıydı. “İşime gelir,” dedi Luke. “Biri daha yoldan çekildi.”

“Kesinlikle.”

“Sanırım şimdi de benim olaysız bir şekilde teslim olmamı bekliyorsun.”

“İstiyorum, evet.”

“Pek sanmıyorum.”

“Luke…”

Luke yemek odasında bulunduğu yerden, güney ve batıyı gören pencereleri görebiliyordu. Ev inişli çıkışlı çimenlik bir tepeciğin üzerindeydi. Yükseklik, görüş açısını genişletiyordu. Sessiz bir mahalleydi. Bütün sakinler arabalarını ya garajlarının önündeki yola ya da garajlarına park etmişlerdi.

Güneye doğru, hemen yan köşede, işaretsiz iki ekip otosu burun buruna park etmişti. Hızlı arabalardı, polislerin uyuşturucu kaçakçılarından el koyduklarına benziyorlardı. Camları filmliydi. Pusuya yatmış, bekleyen örümceklere benziyorlardı. Batıya doğru, pencerenin kuzeydeki en uzak köşesinden, yan sokağa park etmiş siyah bir kamyonet görebiliyordu. Baktığı yerden tüm görebildiği buydu. Muhtemelen göremedikleri de vardı.

“Madem benim için emir çıktı,” dedi Luke,  “Niye birkaç polis göndermedin? Etrafta tek gördüğüm casuslar.”

 

Don güldü. “Peki, tamam. Emir biraz fazla olmuş olabilir. Gelip bizle konuşmanı istiyoruz diyelim.”

Tabii ki. İşin içinde polis falan yoktu. Eğer Luke çıkıp teslim olsaydı, ondan hemen kurtulacaklardı. Kara bir kuyuya atılacak ve kendisinden bir daha haber alınamayacaktı.

Buna izin vermeyecekti.

“Ortalığı kan gölüne çevireceğime yemin ederim Don. Eğer peşimden gelirsen, Dışarıdaki bütün adamları, on tane, yirmi tane, otuz tane, hepsini evimin bahçesine gömerim. Bu çok fazla dul ve yetim demek. Deneyelim istersen.”

Don’un sesi kısıktı. “Luke, beni çok dikkatli dinlemeni istiyorum. Bu sana söylemek zorunda olduğum en önemli şey. Dinliyor musun? Duyuyor musun beni?”

“Dinliyorum.” dedi Luke.

“Oğlunu ve karını aldılar.”

“Ne?”

“Hiçbir şey seni endişelendirmez Luke. Hiçbir zaman endişelendirmedi. Bir vitrin süsüydün, dev bir dramadaki figürandın. Bu sabah seni uzaklaştırdığımda eğer ki evine gitmiş olsaydın, yaşananların hiçbiri yaşanmayacaktı. Ama sen eve gitmedin, bunun sonucunda Rebecca ve Gunner’ı büyük riske attın. İyiler ve onlara zarar gelmedi ama beni dinlemek zorundasın. Eğer şimdi çıkarsan, yaptığın her ne ise, onu bırakıp, ellerini kaldırıp evden çıkarsan, her şey yoluna girecek. Eğer ki bu saçmalığa devam etmekte ısrar edersen…” Durdu. “Neler olacağını bilmiyorum.”

“Don, sen ne diyorsun?”

“Bu senin davan değil Luke, ya da benim. Bu bizi aşan bir şey.”

“Don, eğer ki aileme zarar verirsen…”

“Ben değil. Ailene asla zarar vermeyeceğimi biliyorsun. Onları kendi ailem gibi severim. Ben sadece elçiyim. Bunu unutma.”

“Don-”

“Senin seçimin Luke.”

“Don!”

Telefon kesildi.

41. Bölüm

Saat 23:15

Queen Anne’s İlçesi, Maryland – Chesapeake Koyu Batı Kıyısı

Rebecca yatakta yüzüstü yatmış, karanlığa dalmıştı. Yanındaki sehpanın üzerindeki telefon çalmaya başladı. Baktı. Ekranı yattığı yerden görebiliyordu. Luke arıyordu. Ama hareket edemiyordu. Bu onu ele verirdi. Biliyordu, evinde birisi vardı.

Orada, yüreği ağzında, donmuş gibi kımıldamadan yatıyordu. Ayak sesleriyle uyanmıştı, ağır gövdeleri dikkatlice hareket ediyordu. Bu ev çok, çok eskiydi, döşemeler çatlaktı. Üzerinde birazcık bile çatlak olmayan tek bir döşeme bulamazdınız.

İşte gene sesler geliyordu. Merdivenlerden aşağı doğru sessiz olmaya çalışan, kaçamak, ağır bir adım. Başka biri daha, oturma odasının oradan geliyordu. Aşağıda en az iki kişi vardı. Yatak odasının penceresinin altından, dışarıdaki çimlere basan başka ayak sesleri de duydu. Evin dışında birileri dolanıyordu.

Birden bire fark etti. Biraz zaman almıştı çünkü sesleri duymadan önce uyuyordu. Gunner da onunla birlikte, evdeydi.

Aman tanrım. Onu dışarı çıkarmalıydı.

Ne yapabilirdi? Luke silahlarını kilitli tutuyordu. Gunner bir gün yalnızken onları bulamasın diye, bunu yapmasını o istemişti.

Ayağını nereye bastığına dikkat ederek yataktan çıktı. Geceliğini hızla çekip çıkardı. Gündüz giydiği kot ve gömleği giydi. Kafasında bir plan oluşmaya başlamıştı. Gunner’ın odasına gidecek, onu sessizce uyandıracak ve odasının penceresini açacaktı. İkisi de pencereden dışarı çıkacak ve odanın dışındaki hafif eğimli çatıyı sessizce geçeceklerdi. Eğer kimse onları fark etmezse, çatı oluğundan aşağı doğru inecek, ve çeyrek mil ötedeki en yakın komşuya doğru hızla koşacaklardı.

İşte bu kadardı. Bütün plan buydu.

Yukarı baktı ve nefes nefese kaldı. Walking Dead tişörtünü ve pijamasını giymiş Gunner içeri girdi. Gözlerini ovuşturdu.

“Anne? Bir şeyler duydun mu?”

Gunner’ın tam arkasından, karanlığın içinden yaklaşan, çok uzun boylu bir adamdı. Çok belirgin bir adem elması vardı. Suratı düz ve boştu. Gözlerinde hiç ifade yoktu. Gözleri ölüydü. Ona sırıttı.

“Merhaba Bayan Stone.” dedi, “Sizi uyandırdık mı?”

Gunner çığlık attı, hemen arkasındaki derin sesten korkmuştu. Annesi koştu. Becca onu arkasına çekti. Sanki nefesi boğazında kalmıştı. Nefes alırken çıkan ses bir lokomotifinkine benziyordu. Sonra aklına garip bir şey geldi.

“Bir şey yok, küçük kız,” dedi adam. “Seni incitmeyeceğiz. Şimdilik.”

Bu şey Luke ile ilgiliydi. Muhtemelen gördüğü korkunç şeyler yüzünden hep paranoyakça davranırdı. Haftalarca ülkeden gittiği zamanların birinde, ona kendisini nasıl savunması gerektiğini öğretmişti. Ama gösterdiği şey kick box ya da karate değildi. Kimseyi tokatlamayı ya da yumruklamayı öğretmemişti.

Hayır. Eve, canlı gibi görünen, ağır ve anatomik olarak insan vücuduna uygun mankenleri getirmişti. Luke ona parmaklarını göz yuvalarına sokarak, gözlerini nasıl oyacağını öğretmişti. Nasıl burunlarını ısırarak koparacağını öğretmişti. Koparmak! Dibine kadar koparmayı, dişlerini en derine kadar geçirip, burnu suratından ayırmayı. Testislerini sıkıştırmayı değil, ezmeyi öğretmişti. Birinin ağzından boğazına kadar elini sokmayı öğretmişti. Ona başka bir insana nasıl kalıcı olarak zarar vereceğini göstermişti, özellikle kendinden büyük ve güçlü olanlara.

Luke’un bunları anlatırkenki neşeli gülümsemesini hatırladı. “Eğer gün gelir de savaşman gerekirse, o zaman karşındaki kişiye zarar vermek zorundasın. Ne az, ne çok. Öyle zarar vermelisin ki, ayağa kalkıp aynısını ve hatta daha kötüsünü sana yapamasın.”

Yapmalı mıydı? Bu adama zarar vermeli miydi? Yalnız başına olsa, yapmazdı. Ama Gunner vardı.

Adam ona doğru yürüdü. Çok yaklaştı. Üzerinde bot, haki renk pantolon ve tişört vardı. Vücudunu onun vücuduna doğru bastırdı ama elleriyle dokunmuyordu. Göğsü hafifçe suratına dokundu. Vücut sıcaklığını hissedebiliyordu. Elini onun arkasındaki duvara dayadı. Vücudu kadını geriye doğru itti.

“Hoşuna gitti mi?” dedi. Derin bir nefes aldı. “Kocanı hiç özlemeyeceğine söz verebilirim.”

Gunner ,arkasında durduğu yerden, tiz bir ses çıkardı.

Becca, Luke’un ona öğrettiği gibi çığlık attı. Çığlık enerjisini salıvermişti. İki elini de adamın testislerine doğru hızla götürdü. Pantolonun üstünden ikisini de kavradı ve sıkabildiği kadar kuvvetle sıktı. Öldürürcesine sıkıyordu. Sonra onları koparmaya çalıştı.

Adamın gözleri şok içinde fal taşı gibi açılmıştı. Nefessiz kaldı ve gürültülü bir biçimde yere yığıldı. Ağzı açık kalmış, acı acı bağırıyordu. Elleri kasığındaydı. Pantolonu kan aktıkça lekeleniyor, renk değiştiriyordu. Ona zarar vermişti. Ona çok kötü zarar vermişti.

Gunner’a döndü. “Hadi! Buradan çıkmalıyız.”

42. Bölüm

Saat 23:17

Fairfax ilçesi, Virjinya – Washington Banliyösü

“Merhaba, ben Becca. Şu anda size cevap veremiyorum. Sinyal sesinden sonra mesaj bırakın, en kısa zamanda sizi arayacağım.”

Luke telefonu kapattı. Mesaj bırakmanın hiçbir anlamı yoktu.

Merdivenlerden aşağı indi. Evin tamamlanmış bir yarı bodrum katı vardı. Komşunun ve kendi evinin arasında, tepeciğin altında bir çıkışa açılıyordu. Bu kapı korunmasız bir kapıydı ve başta Luke’un oraya yönelmesinin sebebi buydu. Luke karanlığın içinde, komşu eve bakarak, kapıya doğru çömeldi. Bu ev, aklına bir şey getirdi.

Soru şuydu; bunu yapmaya cesaret edebilecek miydi?

Kariyeri boyunca, gücü yettiğince, Becca ve Gunner’ı işinin gerçekliklerinden korumak için elinden geleni yapmıştı. Becca onun yaptığı işin ne olduğunu biliyordu, ama bunun nelere mal olabileceğinin pek de farkında değildi. Gunner kendince olan bitenin daha çok farkındaydı. Babasının James Bond olduğunu düşünüyordu.

Luke homurdandı. Asıl anlamayanın kendisi olduğuna dair bir sezgi, bir şimşek çaktı. Bunca yıl, iyi bir ajan gibi, bölünmüştü. Böyle düşünmesi gerektiğini öğretmişlerdi. Bir tarafta işin ve işin gereği yaptığın her şey. Öğrenip hızlıca unuttuğun sırlar, tanıştığın insanlar ya da tutukladıkların veya öldürdüklerin. Diğer tarafta ise gerçek hayatın. İkisini tutabildiğin kadar uzak tutuyorsun.

Ama bu bir yalandı. İş, pis ve tehlikeliydi. Luke rutin olarak dünyadaki en kötü insanlarla baş etti. Ama onlar ev ve iş hayatı arasına keyfi sınırlar çekmiyorlardı. Onlar için hepsi aynıydı. Her hedef meşruydu.

Bunu şimdiye kadar nasıl görememişti? Ya da nasıl görmezden gelmişti?

Aklında çok kötü bir düşünce vardı, düşünmek istemiyordu. Bunu uzun zamandır yapıyordu. İnsanlar kaçırıldıklarında, muhtemelen öldürülürlerdi. Onları serbest bırakmak tehlikeliydi. Çok fazla şey bilirlerdi. Çok fazla şey görürlerdi. Onları öldürmek daha kolay ve zekice olurdu.

Bu iş, yaşamak için öldüren bir sürü insanla doluydu. Onlar için, öldürmek hiçbir şeydi. Sabah birini öldürüp, öğlen Applebee’s’de 10 dolara yemek yiyebilirlerdi.

Luke boğazını yalayıp geçen çığlığı bastırmak için dişlerini sıktı. Bu kendini bile şaşırtsa da, aniden ağlamaya başladı. Ama canı yanıyordu. Canı çok yanıyordu ve daha yeni başlıyordu. Bunu biliyordu. Ne kadar kötü olacağını biliyordu. Bunu daha önce çok kere görmüştü. Masum insanlar bu hayattan koparılıp alınmıştı. Hayatta kalanlar ise gölge gibi, boş, yaşayan ölüler. Hıçkırıklara boğuldu.

Telefonu öttü. Karısı olduğunu umarak kafasını eğip telefonuna baktı. O değildi. David Delliger’dandı.

Buluşabiliriz. Annapolis?

Tamam. Kararını vermişti.

Bodrum katının kapısının karşısındaki kapı, komşusu Mort’un evininkiydi. Mort, ellilerinin ortasında, bekar, eğlenceli bir adamdı. Kumarhane sektöründe lobicilik yapıyordu. Las Vegas’taki yerleşik kumarhane endüstrisinde değil. saçma sapan, eski at yarışı parkurlarını, slot makinesi merkezleri ve insan yapımı göllerde gezen, iç karartıcı, sıkıcı "nehir teknelerinin" demirledikleri yerlere çeviren hiçliğin ortasında, Indiana’daki şu garip kumarhane endüstrisi,

Mort’un idare merkezi burada, Washington’daydı fakat meclis üyelerine para yedirmek için tüm ülkede dolaşıp duruyordu. Çok fazla evde olmazdı.

Luke, bu gece olduğu gibi, Mort’un ne zaman evde olup ne zaman olmadığını içerideki otomatik ışıkların yanıp sönme anından anlardı. Işıklar iki gecedir tam olarak aynı saatte yanıp sönmüştü. Bu sistem bir hırsızı asla kandıramayacak olsa da, herhalde Mort’un içini rahatlatıyordu, ki bu Mort gibi adamlar için zaten daha önemliydi.

Mort çok para kazanmıştı. O kadar çok kazanmıştı ki, geçen yıl evine ek bir bölüm inşa ettirmişti. İlave kısım büyüktü. Ve gösterişliydi. Farklı mimari stillerin birleşmesinden oluşan, Mort’un gösterişli kolonyalının bir yanında büyüyen, post modern bir tümör gibiydi. İlave yapının, arazinin Luke’a ait olan kısmına taşmasına ramak kalmıştı. Luke Mort’u seviyordu, gerçekten, ama o yapı çirkindi. Haddini aşıyordu.

Ve Mort evde değildi.

Luke, bodrumunu kapısını çömeldiği yerden araladı. Mort’un evi yakındı, bu mesafeden orayı tutturmak kolaydı. Luke el bombalarından birinin pinini çekti ve Mort’un evine doğru fırlattı. Bomba iki kez sekti ve duvarın karşısına mükemmel bir biçimde yerleşti.

Luke kendini korumaya aldı ve yere kapaklandı.

BOOM!

Işık ve ses, karanlığı delip geçti. Birkaç saniye sonra Luke ayağa kalktı ve kapının yanına geri döndü. Bomba, Mort’un evinin bir tarafında bir delik oluşturmuştu.  Deliğin yıkık kenarlarının etrafında küçük çapta bir yangın başlamıştı.

Luke bu sefer kapıyı sonuna kadar açtı, dışarı adımını attı, etrafta tetikçiler olmadığını umarak ikinci el bombasının da pinini çekti ve bir beyzbol topu gibi duvardaki deliğin tam ortasından içeri fırlattı. İçeriyi alt üst etmişti.

Bu sefer, ışık biraz farklıydı, ses ise basıktı. Luke dışarı baktı. Mort’un ek binasının bir tarafı içine çökmüştü. İki evin arasındaki çimenliğin üzeri moloz doluydu. İçten bir yangın başlıyordu. Mobilyalar, evraklar, halılar ve bütün saçma eşyalar yanmaya başladığında burası sıcak ve güzel bir hal alacaktı.

Bir tane daha? Elbette. Bir tanesi daha, bu işi hallederdi. Luke dışarı adımını attı ve yanan evin içine son bombayı fırlattı. Siren sesleri gelmeye başlamıştı bile. Polis ekipleri, itfaiye, ambulans, hepsi birkaç dakika içinde burada olmuş olurlardı. Bütün komşular sabahlık ve terlikleriyle kapılarının önüne inmeye başladıklarında olay yeri tamamlanacaktı. Etrafta bu kadar insan varken birini ortadan kaybetmek o kadar da kolay olmasa gerekti.

Son bomba Mort’un evine çarparken, Luke da yukarı kata geri dönmüştü. Pencereden dışarı baktı. Yanan közler her yerde uçuşuyor, kırmızılı turunculu parlaklığın üzerinden siyah dumanlar gökyüzüne doğru yükseliyordu.

Koyu renkli ekip otomobilleri çalıştı ve sessizce uzaklaştılar. Kamyonet zaten gitmişti. Luke için de gitme zamanı gelmişti. Yanan eve tekrar baktı. Kafasını salladı.

“Beni affet Mort.”

43. Bölüm

Saat 23:19

Queen Anne’s İlçesi, Maryland – Chesapeake Koyu Batı Kıyısı

Uzun boylu adamın işi tamamdı. Yerde, kıvranarak can çekişiyordu.

 

Ayağa kalkamayacaktı.

Becca, Gunner’ın elini tuttu. Onu pencereye doğru itti ve penceredeki teli dışarı doğru itti. Tel çatırdadı ve düşerek kiremitlerin üzerinden kayıp gitti. Arkasından, merdivenlerden kuvvetli ayak sesleri geliyordu.

Gunner’ın önünde diz çöktü. “ Tatlım, pencereden dışarı tırman, diğer tarafa doğru dikkatlice koş ve su borusundan aşağı in. Aynı yangın tatbikatlarında yaptığımız gibi, tamam mı? Ben hemen arkandayım. Ayağın yere değer değmez koşmaya başla. Thompson’ların evine doğru koşabildiğin kadar hızlı koş. Tamam mı?”

Thompson’ları düşündü, en az 85 yaşında, yaşlı bir çiftti.

“O adam kimdi anne?”

“Bilmiyorum. Fark etmez. Git şimdi.”

Gunner önce kafasını camdan dışarı çıkardı, atladı ve koştu.

Şimdi sıra ondaydı. Kapıya doğru baktı. İki adam daha odaya yaklaşıyor ve ona doğru koşuyorlardı. Pencereye doğru atladı. Kaygan kiremitleri elleriyle kavradı ama adamlardan biri bacağını yakalamıştı. Vücudunun üç çeyreği çatıdaydı fakat bir çeyreği hala odanın içindeydi. Adam şimdi iki bacağını birden yakalamıştı. Onu içeri çekmeye başladılar.

Atabildiği kadar hızlı, deli gibi tekme atmaya başladı.

Kontrolsüzce “Aahh! Ahh!” diye bağırdığını fark etti.

Bacakları serbest kaldı ve çatıya doğru geri döndü. Artık tamamen hafif eğimli çatının üzerindeydi. Bir saniye içinde, adamlardan biri camdan dışarı atladı. Yanındaydı. Çatının bittiği yere kadar yuvarlandılar. Adam onu tutmaya çalıştı, ama o, adamın gözlerine tırnaklarını geçirdi. Ondan kaçmak için diğer tarafa yuvarlanmak istedi ama çok uzağa gitmişti, çatının kenarından düştü. Beton girişe düşüşünü ve çıkardığı gürültüyü duydu.

Atladı ve koşmaya başladı. Başka bir adam çatıya tırmanıyordu. İleride, Gunner su borusunun yanına varmıştı. Çatının kenarına oturmuştu, bacakları aşağıya sallanıyordu. Boruyu kavradı, kendini aşağıya itti, sola doğru döne döne gözden kayboldu.

Becca da çatının kenarına ulaştı.

Gunner borudan aşağı kaymış, çimen zemine ulaşmış, kıçının üstüne oturmuştu. Bir saniye sonra, hala yerdeydi.

“Ayağa kalk Gunner. Koş.”

Ayağa kalktı, döndü ve tepelikten aşağı Thompson’ların evine doğru koşmaya başladı.

Becca arkasına baktı. Bir adam ona doğru yaklaşıyordu. Arkasında, bir adam daha pencereden dışarı doğru çıkıyordu. Aşağıda, solunda, başka bir adamın daha köşeyi dönüp onun olduğu tarafa doğru geldiğini gördü.

Tutunarak inecek vakit yoktu. Arkasını döndü ve atladı.

Hızlı düşmüştü, bileğinde keskin bir acı hissetti. Omzunun üzerinden ileri doğru yuvarlandı, aksayarak ayağa kalktı ve her şeye rağmen koşmaya başladı. Attığı her adım bacağından yukarı bir acı dalgası olarak yayılıyordu. Koşmaya devam etti. İlerisinde Gunner koşuyordu, kolları ve bacakları şişiyordu. Ona yetişiyordu.

“Koş Runner!” diye bağırdı. “Koş!”

Arkasından adamların ayak seslerini duydu. Nefes alıp vermelerini duyabiliyordu. Koştu ve koştu. Önündeki çim zeminde gölgelerini görebiliyordu. Yakına ve daha yakına geldiler ve gölgeleri onunkiyle birleşti. Kolları ona değiyordu. Onlarla mücadele ediyordu.

“Hayır!”

Adamlardan biri üzerine doğru atladı. Vücudunun ağırlığını hissedebiliyordu. Yere çarptılar ve çimin üzerinde kaymaya başladılar. Ondan kurtulmaya çalışıyor, onu tırmalıyordu. Başka bir adam geldi, sonra bir tane daha. Onu tuttular.

İki başka adam da, Gunner’ın peşinden koştu.

“Koş!” diye haykırdı. “Koş!”

Neler olduğunu görmek için boynunu çevirdi. Yüzlerce metre ötede, Gunner, Thompson’ların evine neredeyse varmıştı. Evin ışıkları yanıyordu. Verandanın ışığı yanmıştı. Kapı açıldığında Gunner merdivenleri çıkıyordu.

İki adam hemen arkasındaydı. Koşmayı bırakıp verandaya doğru yürümeye başladılar. Yavaşça merdivenleri çıktılar.

Becca, Bay ve Bayan Thompson’ın silüetlerinden, kapının önünde durduklarını görebiliyordu. Aniden bir ışık parladı, sonra bir tane daha. Namlu alevi, ama Becca hiç ses duymamıştı. Çok yakınlardı, ama hiç silah sesi gelmemişti.

Bay ve Bayan Thompson yere düştü. Adamlar işlerini bitirene dek, bir alev daha çıktı, sonra bir tane daha.

“Hayır, olamaz.” dedi Becca.

Adamlar Gunner ile birlikte geri dönüyorlardı. Onu aralarına almış, birer bileğinden tutuyorlardı.

Becca’nın başında ise bir adam vardı. Kötü bir tıraşı vardı ve nefesi kötü kokuyordu.

“Olanları gördün mü?” dedi. “Gördün mü? Bunu sen yaptın, biz değil. Olaysız bir biçimde bizimle gelseydin, bu olanlar hiç yaşanmayacaktı.”

Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Becca, adamın suratına tükürdü.

Weitere Bücher von diesem Autor