Kostenlos

Her Yol Mübah

Text
Als gelesen kennzeichnen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

31. Bölüm

Luke elleri ve dizleri üzerine düştü ve aracın tavanındaki portbagaja tutundu.

Sürücü Luke’un inişini duymuş olmalıydı. Lincoln, yolda bir o şeride bir bu şeride geçiyor, Luke’u üzerinden atmak için deli gibi uğraşıyordu. Luke bütün gücüyle portbagaj çubuklarına tutunuyor, vücudunun alt kısmı bir sağa bir sola savruluyordu.

Helikopter, aracı geçmiş ve ileride sola doğru yatmıştı. Birdenbire dönmüş ve tam karşılarında duruyordu. Ed kapısında durmuş araca bakıyordu. Ed’in silahının namlusunun ucundan çıkan ateşler görüldüğü sırada Luke başını eğdi.

Aracın ön tarafına kurşun yağıyordu. Luke öne doğru çekti kendini. Ön camın sağ tarafı aracın içine doğru çökmüştü. Öne doğru eğildi ve camın kalan parçalarını yumrukluyor, itiyor ve camın aracın içine girmesi için zorluyordu. İçeride bir yerde bir kadın çığlık attı. Bir çocuk ağlıyordu.

Ön camın yarısı aracın içine doğru düştü. Luke vücudunu döndürdü ve bacaklarını içeri soktu, ve ön koltuğa kaydı. Ölü bir adamın kucağına inmişti. Sürücü silahına davrandı. Luke’a doğrulttu. Luke adamın bileğini tuttuğu gibi ön panele çarptı.

Adam silahı ateşleyemeden düşürdü. Silah adamın bacaklarının arasından paspasın üzerine düştü. Adam gözlerini yoldan ayırdı ve silahı bulmak için elini aşağıya uzattı. Luke kendi silahını çekmişti.

Aniden, arkadan bir el ateş edildi. Ses, aracın içinde müthiş boyuttaydı.

BAM.

Arkadaki insanlar çığlık çığıyaydı. Luke başını eğdi ve ölü adamın kafası patladı.

Luke’un kulakları çınlıyordu. Öndeki iki koltuğun arasından arkasına baktı. Ali Nassar bir kadın ve küçük bir kız çocuğuyla oradaydı. Hepsinin gözleri büyümüş, korkmuş ve çarpılmışlardı. Küçük kız ortada oturuyordu. Onların arkasında, üçüncü sırada büyük bir adam büyük bir silah tutuyordu.

Adam kızın arkasına saklanmıştı. Silahı kızın omzunun üzerinden çıkmış, kızın yüzünün hemen yanında görünüyordu.

Bu, bu olayı bitirmek için bir şanstı. Hayatını kurtarmak için. Nassar’ı yakalamak için.

Luke bu atışı yapmak için kendini toparlayamadı. Bu riske giremezdi. Orada o kız varken yapamazdı.

“Ali!” diye bağırdı Luke. “Al şu silahı! Durdur onu”

Ali Nassar Luke’a boş gözlerle bakıyordu.

BAM. Adam yine ateş etti.

Kız yine çığlık attı, acı bir feryattı. Arka koltuktaki herkes bağırıyordu.

Kurşun ölü adamın vücuduna gelmişti. Biraz sonra o mermiler koltuğu ve adamın vücudunu delmeye başlayacaktı.

Sürücü silahını bulmuştu.

Yapılacak bir şey kalmamıştı. Luke silahını namlusundan tutacak şekilde çevirdi ve savurdu. Bir çekiç gibi şoförün kafasına vuruyordu.

Birinci. İkinci. Üçüncü.

Siper aldı ve aracın içinde bir el daha ateş edildi.

BAM.

Plastik ön panel parçalandı ve her yere şarapnel parçası sıçradı. Luke parçaların etine saplandığını hissetti.

Araç sola doğru, otoyoldan dışarı kaymaya başladı. Aracı kullanan adam bilincini yitirmişti. Araba otoyoldan çıktı ve ot bitmiş banketin derinliklerine gidiyordu. İyice sola yatmaya başladı, yattı, yattı… iki tekerleği üzerindeydi. Luke direksiyona uzandı.

Çok gecikmişti. Araç takla attı. Luke kafasını ön panele çarptı. Daha sonra araç alt üst olmuştu. İğrenç bir hızla, sertçe tavana çarptı. Sırtüstü yere indi. Bu çarpışmanın gücüyle nefesi vücudundan dışarı, istemsizce, bir anda çıkmıştı.

Her tarafında hava yastıkları patlamıştı.

Araba bir takla daha attı. Bir bebek gibi etrafa savruluyordu. Tavandan da düştü. Son hissettiği şey kafasını direksiyona çarpmasıydı. Ardından, tek gördüğü şey karanlık oldu.

32. Bölüm

Ed Newsam bütün bu olanları Küçük Kuş’tan izledi.

Navigator iki kere takla atmış ve sağ tarafı yukarıya bakacak şekilde, yolun kenarındaki sert toprağın üzerine düşmüştü.

İkinci Range Rover yol kenarındaki yumuşak toprak bölüme çekmişti. İçinden üç adam fırladı ve ot bitmiş bankette, silahları ellerinde, koşarak perişan haldeki Navigator’e gittiler.

Helikopter yana doğru ve sola döner şekilde hızlı hareket ediyordu. Ed, adamlara nişan almaya çalıştı ama işe yaramadı. Helikopter ciddi şekilde titriyordu. Yine de ateş etti. Adamlardan ikisi otların arasına daldı. Üçüncüsü devam etti.

“İmdat, acil durum,” dedi Jacob’ın sesi. “Çarpışma pozisyonu alın.”

Ed oturaklara deri kayışlarla bağlanmıştı. Bağlantılar güvenli değildi. Sağ kalçasındaki acı içini kemiriyordu. Kesik, yırtık ve çizikler vücudunun her yerindeydi. Helikopterin kapısından kargo bölümüne doğru baktı, emniyet kayışları sallanıyordu. Kendini, zamanında içeri atıp, o emniyet kemerleriyle bağlaması mümkün değildi. Silahını kapıdan içeri salladı ve aşağıya uzandı, oturduğu eklentiye olabildiğince sıkı bir şekilde sarıldı. Bu onun çarpışmayı karşılayacağı pozisyondu.

Tam önünde, yeryüzü hızla yaklaşıyordu. Eğer helikopter yan yatarsa o havalanacaktı. Bu durumda tutunması imkansızdı. Dönen bıçaklarla aynı alanda olacaktı. Başını salladı. Durum pek iyi değildi.

Baş döndürücü bir hızla dünyaya yaklaşıyorlardı. Yerden yirmi fit yüksektelerdi.

Jacob’un sesi, sanki eve pizza söylüyormuş gibi: “Çarpmaya üç, iki…”

Ed üzerinde olduğu oturağa her zamankinden daha sıkı sarıldı. Gözlerini kapadı.

Lütfen yuvarlanma. Lütfen yuvarlanma. Lütfen yapma.

*

Luke’un gözlerinin odağını kazanması birkaç saniyesini aldı.

Hala ön koltuktaydı. Alnını direksiyona sertçe çarpmıştı ve nerdeyse acıdan kör olmuştu. Hava yastıkları patlamıştı ama beyaz toz havada asılı kalmıştı. Başı sürücünün bacaklarının üzerindeydi. Ayakları da yolcu koltuğundaki ölü adamın üzerindeydi. Bu iki kişi de emniyet kemeri takmışlardı. Luke havada uçmuş bu iki adamsa yerlerinden pek oynamamıştı.

Luke, sürücünün ayaklarına doğru uzandı ve el yordamıyla silahı buldu ve çıkardı. Dokuz milimetrelik bir Glock. İyi bir silahtı. Tuttuğu zaman verdiği hissiyat iyiydi. Eliyle kendini oturur pozisyona soktu. Parçalanmış güvenli ön cam, aracın ön tarafını kaplamıştı. Sürücünün bilinci hala kapalıydı ve kafası kemerinin üzerinden düşmüştü.

İki adam, Uzi’leri çekmişler, eğilerek ve dikkatlice araca doğru yaklaşıyorlardı.

Luke arka koltuğa bakış attı. Ali Nassar ve küçük ailesi biraz sersemlemiş olsalar da hayatta ve uyanıklardı. Nassar’ın sağ elin, büyükçe, beyaz bir alçıya alınmıştı.

Kız, siyah saçındaki parlak yeşil kurdeleyle, şirin bir şeydi. Büyük, ceylan gibi gözleri vardı. Kadın incecik ve ruhen uçmuş gibi bir kadındı. Luke’a göre, kadının, günlerini Paris ve Milan’daki son modaları okuyarak geçiren, ve İngiliz kraliyet aile bireylerinin ne yaptığını bilen bir havası vardı. Sanki bu sabah bunların hepsini yapmış ve bilerek kalkmış biri gibiydi.

Artık değil. Şimdi dümdüz karşıya bakıyordu. Luke insanların suratındaki bu hali daha önce de görmüştü, hem de defalarca. Kadın şoktaydı.

Luke şoförün koltuğunu zar zor kaldırdı ve aracın arkasına doğru tırmandı. Dışarıda, kendini kaybetmişlerden biri hala peşlerindedir diye eğilmişti. Küçük kızın ayaklarının dibine sıkıştırdı kendini.

“Sen delirmişsin,” dedi Nassar.

Luke bunu umursamadı. Onun yerine kıza ve kızın gözlerinin içine bakıyordu.

Arkadaki adam çarpışma esnasında sert darbe almıştı. Ya bilincini yitirmiş ya da ölmüştü.

“Senin adın ne?” dedi Luke.

Kız oldukça korkmuştu ama yine de konuştu. “Sofia.”

“Sus, kızım! Onunla konuşma!”

“Sofia, böyle güzel bir kız için ne kadar güzel bir isim. Tamam, Sofia, benim için bir şey yapmanı istiyorum. Gerçekten çok kolay bir şey. Emniyet kemerini çözmeni ve bana doğru gelmeni istiyorum.”

Nassar kendi emniyet kemerini çözmek için davrandı. “Sakın deneme bile…”

Luke silahını Nassar’ın kafasına doğrulttu. “Bir kelime daha et hadi.”

“Lütfen onu incitme,” dedi Sofia. Göz yaşları yanaklarından süzülmeye başladı.

“Onu incitmeyeceğim, Sofia, ama senin buraya gelmen gerek.”

Kız ona söyleneni yaptı. Kız, zarif bir şekilde kemerini çözdü ve Luke’a doğru, bir yavru havyan gibi hareket etti. Sanki kendi kızıymış gibi ona sarıldı.

Silahlı adamlar gelmişti. İkisi de aracın sol tarafındalardı. Silahlarını doğrulttular. Biri bile sakinliğini yitirirse aracın içi kan gölüne dönecekti.

“Bu kadarı yeter!” diye bağırdı. “İçeride bir kadın ve bir çocuk var. O silahları ateşlerseniz hepimizi öldüreceksiniz.”

Umurlarında olmadı. Aracın dışında, adamlardan biri omzuna asılı Uzi’sini arkasına attı. Tabancasını çekti ve bir zamanlar bir camı olan penceredeki delikten içeri doğrulttu.

BAM!

Adamlardan biri cama ateş etmiş ve parçalanmasına sebep olmuştu.

Luke, kızı tutuyorken kız çığlık attı ve kızın kafasının birkaç santim ötesinde deri koltukta bir kurşun deliği açıldı. Şanslılardı, adam ıskalamıştı. Bir dahaki sefere bu kadar şanslı olmayabilirdi. Garip bir şekilde, Luke kız için kendi için olduğundan daha çok endişeleniyordu.

Adamlardan biri yine silahını kaldırdı ve yaklaştı, karanlığa doğru bakıyordu, Luke ilk önce kızı düşündü. İstediği atışı yapabilirdi. İkisini de öldürmüş olabilirdi. Ama bu riske giremedi. Kız zarar görebilecekken bunu yapamazdı.

BAM!

Luke, kızı tuttuğu gibi çevirdi ve silah ateşlenmeden hemen önce üzerine kapaklandı.

Mermi kolunu sıyırmış, dayanılmaz bir acı vermişti. Her yere kan sıçramıştı. Bu önemsiz bir yaraydı, Luke bunun farkındaydı. Bu, kızın hayatını kurtarmak için ödenen ufak bir bedel olmuştu.

Kızın annesi feryat etti, ve Nassar da bağırdı: “ATEŞİ KES, DELİRDİNİZ Mİ SİZ!”

Luke, adamların nişan almak için silahlarını tekrar kaldırdıklarını duydu ve bu sefer kilitlendikleri hedefin kendi olduğundan emindi. Son şansı olduğunu biliyordu.

Döndü, diz çöktü ve iki el ateş etti. Atışın mükemmel olmaması durumunda öleceğinin farkındaydı. Bir kere daha ateş etmek için zamanı olmayacaktı.

 

BAM. BAM.

Adamlar hareket etmediler, her şey durgunlaştı. Sonunda, sessizlik gelmişti. Dışarıya baktı, ve iki adam da iki mükemmel atışla kafalarından vurulmuş, ölmüştü.

Luke sonunda derin, rahat bir nefes aldı.

“Sen çıldırmışsın!” diye tekrarladı Nassar, sesi titriyordu.

Luke ona döndü ve kızgın, kaşları çatık bir ifadeyle adamı gömleğinden tutup kendine çekti.

“Onları dışarı çıkar,” dedi. “Hem kızın, hem de karını. Buradan uzaklaştır. Daha çok insan buraya geliyor ve zarar görebilirler. Ve artık bu sadece senin ve benim aramda.”

Nassar eşine başıyla işaret etti, ama karısının boğazının derinliklerinden bir inilti geldi.

“ALİ!” diye bağırdı Luke ve silahını adamın kafasına doğru kaldırdı. “ŞİMDİ!”

Kadın bağırmaya başladı ve kız da ağlıyordu.

Nassar karısına doğru eğildi ve onu omuzlarından tuttu ve sallamaya başladı. “Irina! Kendine gel. Sofia’yı al ve buradan gidin.”

Kadın emniyet kemerini çözdü. Kızını da aldığı gibi araçtan çıktılar. Kadın ve kız otuz metre ötede koşuyorlardı. Elli. Luke, bir saniyeliğine onların gidişini izledi. Derin bir nefes aldı. Eğer kızı olsaydı ona benzer miydi acaba diye düşündü.

Nassar arabadan çıkmak için davrandı. Çok geç. Luke onu gömleğinden tuttuğu gibi çekti. Kapıyı sertçe çarptı ve silahını Nassar’ın başına koydu.

Nassar öfkeli gözlerle Luke’a bakıyordu.

“Şimdi beni dinle,” dedi Luke. “Her şeyi bilmek istiyorum. Kime çalıştığını. Nasıl yaptığını. Ne zaman başladığını. Bundan sonra sırada ne olacağını. Her şeyi, anladın mı? En ufak bir yalan sezersem, yemin ederim seni öldürürüm.”

“Eğer beni vurursan, sana söz veriyorum bu yapacağın son şey olmuş olur.”

“Konuş! Üçe kadar sayacağım. Geçen seferki gibi. Hatırladın mı? Ancak bu sefer üçte beynini patlatacağım.”

“Sen delirmişsin! Bunun farkında mısın? Manyaksın! Sen…”

“Bir,” dedi Luke.

Dışarıda, üniformalı adamlar yokuş aşağı koşuyorlardı. Polisler. New York Şehri polisleri, eyalet polisleri, adeta polis akıyordu. Muhtemelen ÖMT görevlileri olan takım elbiseli adamlar da onlarlaydı. Buradaki olayı bitirmek üzere geliyorlardı.

Zamanı tükeniyordu.

“İki…”

Nassar buna dayanamadı. “Dur! Ne bilmek istiyorsan anlatacağım.”

“Bunu kim yaptı?” dedi Luke. “Kimin için çalışıyorsun? İran?”

Nassar’ın omuzları düştü. Gücü ve yaşamı sanki vücudundan dışarı akıyor gibi görünüyordu. Omuz silkti.

“Senin için çalışıyorum.”

33. Bölüm

Saat 16:50

116. Polis Merkezi – Queens, New York

Ali Nassar’ın işlemlerinin bitmesi ve alt kata indirilmesi bir saatten uzun sürmüştü.

Luke beklerken, karısı Becca ile telefonda konuştu.

“Sen harika bir adamsın.”

Luke alnını merkezin kirli duvarlarına dayadı ve eşinin, kulağına müzik gibi gelen, sesini dinledi. Polis merkezi sert bir yerdi. Tavandaki florasanlar fazla parlaktı. Konuşmalar ve ayak sesleri etrafında yankılanıyordu. Koridorun sonundan gülüşme sesleri geliyordu.

“Pek harika hissetmiyorum,” dedi.

“Ama öylesin. Başkanı kurtardın. Bu inanılmaz. Bu bir mucize.”

Luke iç geçirdi. Bir kahraman gibi hissetmiyordu. Ve yaşananlar bir mucize gibi gelmiyordu—daha çok, hala gelişen bir kabus gibiydi.

“Sadece yorgunsun, Luke. Bu yüzden böyle kötü hissediyorsun. En son ne zaman uyudun, otuz saat önce mi? Dinle, Gunner ve ben seninle gerçekten gurur duyuyoruz. DC’ye geri geldiğinde eve gidip güzel bir uyku çek, daha sonra da buraya gelirsin. Şu an burası çok güzel. Birkaç gün uzaklaşırız, saatleri kapatırız ve hep birlikte oluruz. Nasıl?”

“Kulağa gerçekten çok güzel geliyor.”

“Seni çok seviyorum,” dedi Becca.

Luke da Becca’yı çok seviyor ve onu görmek istiyordu. Şehir dışındaki evlerinde, o ve Gunner ile birkaç sessiz gün geçirmek istedi. Ancak, ne kadar istese de bunun nasıl gerçekleşebileceğini bilemedi.

Ona hiçbir şey söyleyemezdi. Tek söylediği, başkanla olan görüşmeden sonra başka bir ipucu için New York’a geri gittiğiydi. Helikopter saldırısından bahsetmemişti. Saatte yüz altmış kilometre hızla giden bir aracın üstüne, helikopterden atladığını da söylemedi. İki adam öldürdüğünden de bahsetmedi. Bu dosyanın kapanmaya çok uzak olduğundan da.

Başı açılmaya başlamış, kravatı yamuk, kolları sıvanmış genç bir detektif, koridorda Luke’a doğru koşarak geldi.

“Ajan Stone?”

Luke başıyla onayladı.

“Sorgulamaya başlamak üzereler.”

Luke, Becca ile vedalaştı ve gözlem odasına kadar detektifi takip etti. Odada loş bir ışık ve içinde yarım düzine kadar adam vardı. Koridorun acımasız parlaklığından sonra odanın yarı karanlık hali Luke’un hoşuna gitti.

Detektif Luke’u üç, siyah takım elbiseli adamla tanıştırdı.

“Bu adamlarla tanışmak istersin. Bu, Ajan Stone, FBI’dan, bunlar da Ajan Stern, Smith ve Wallace.”

“Ulusal Güvenlik’ten geliyoruz,” dedi adamlardan biri Luke’un elini sıktığı sırada.

“Sizi Begley mi yolladı?” dedi Luke.

Adamın gülümsemesi gücünü hafifçe kaybetti. “Begley?”

“Evet. Ron Begley.” Luke elleriyle basketbol topu tutuyormuş gibi yaptı. “Yuvarlak olan. Sizin orada bir birim yönetiyor, adını sormayın. O ve ben bu sabah Ali Nassar’ın takip etmeye değip değmeyeceği konusunda bir anlaşmazlık yaşadık. Sanırım fikrini değiştirdi.”

Üç adam güldüler. “Biz Ron Begley için çalışmıyoruz.”

“Sizin adınıza sevindim. Bu şekilde muhtemelen daha mutlusunuz.”

Gözlem penceresinin öbür tarafında Ali Nassar metal bir masada oturmuştu. Beyaz bir kahve kupasından bir şey yudumluyordu. Ayak bileğinden, yere sabitlenmiş masanın ayağına kelepçelenmişti. Aslında bu önemli değildi. Ali Nassar bir yere gidiyormuş gibi görünmüyordu.

Tamamiyle darmadağın olmuştu. Gömleği buruş buruş olmuş ve yırtılmış ve düğmeleri göbeğine kadar açılmıştı. Korkmuştu. Her bir gözünün altı yarım ay şeklinde kararmıştı. Çenesi sanki düşmüş, ağzı açık duruyordu. Kahve kupasını ne zaman kaldırmaya çalışsa elleri titriyordu.

Hemen arkasında, bir NYPD detektifi, büyük, kuvvetli, kırmızı saçlı bir İrlandalı, karanlığın içinden Nassar’ın tepesinde belirdi. Nassar konuşmaya başlayınca gözlem odasında sessizlik oldu.

“Kızım ve annesi nerede?” dedi.

Polis kafasını salladı. “Onlar iyi. Onlar için endişelenmene gerek yok. Onları İran elçiliğine geri götürdük. Onlar bir şey yapmadı. Ne olduğu konusunda hiçbir fikirleri yok. Kimse onlarla ilgilenmiyor.”

Nassar başıyla onayladı. “Güzel.”

“Pekala,” dedi polis. “Güzel. Onlar güvende. Şimdi onları bir dakikalığına aklımızdan çıkaralım. Senin hakkında konuşmak istiyorum.”

Şimdi Nassar başını salladı. “Beni burada tutmaya hakkınız yok. Bir avukatla konuşmak istiyorum.”

Polis gülümsedi. Rahattı. Luke, bu avukat talebini her gün yaşayan ve ardından işi avukatsız halleden bir adamı gözlemlediğini fark etti.

“Neden avukat talep ediyorsun?” dedi polis. “Saklayacak bir şeyin mi var? Zaten arabanın içindeyken o FBI ajanıyla konuşmuşsun.”

“Başıma silah dayadı.”

Polis omuz silkti. “Belki dayadı, belki dayamadı. Bunu ilk kez duyuyorum. Orada değildim yani bilemem.”

“Beni burada tutmanız kanunlara aykırı,” dedi Nassar.

“Ali, bak sana ne diyeceğim. Biz aslında seni burada zorla tutmuyoruz. Olay da bu zaten. Tutuklu değilsin. İstesek de seni tutuklayamayız, bunu biliyorsun. Ayağını demire bağlamamızın sebebi senin güvenliğinle alakalı. Bu koridorlar vahşi suçlularla dolu. Bazen bu suçlular serbest kalıyor. İnan bana, burası senin için daha güvenli. Ama eğer gitmek istersen, istediğin zaman bunu yapmakta özgürsün.”

Nassar konuşacak gibiydi. Tereddüt etti, belki de bir numara bekliyordu.

Polis dolgun ellerinden birini havaya kaldırdı. “Şimdi, buradan çıkmanın neden kötü bir fikir olduğunu sana anlatmama izin ver,” dedi. “Bir şeye bulaşmışsın. Kötü bir şeye. Bunu ben de biliyorum, sen de biliyorsun, yani olmamış gibi davranmamızın hiçbir anlamı yok. İnsanlar bana Beyaz Saray’ı havaya uçurduğunu söylüyor. Buna inansam mı bilmiyorum.”

“Ben yapmadım,” dedi Nassar.

Polis onu işaret etti. “Doğru. İşte ben de buna inanıyorum. Senin yapmadığına inanıyorum. Ama görünüşe göre bunu yapan insanları tanıyor gibisin. Ve ben o insanlardan biri olsaydım ne yapmak için uğraşırdım biliyor musun? Açıklardan kurtulmak. Sence senin gibi biri o kapıdan çıktığı anda ne kadar hayatta kalabilir? Belki on iki saat, tabii eğer şanslıysan? Şahsen ben o kadar dayanacağından bile şüpheliyim.”

Nassar gözlerini ona dikmişti.

“İran elçiliğinden arkadaşların?” dedi polis. Başını salladı. “Senin için geri geleceklerini sanmıyorum. Bugün seni havalimanına götürmeye çalışırken dört adamların kaybettiler. Sen onlar için bir engelsin. Sen bir utanç kaynağısın. Eğer geri gelirlerse, sanıyorum ki senin vücuduna bir mermi koymak içindir.”

Polis Nassar’ın alnına yavaşça vurdu.

Nassar başını salladı. “Onlar dahil değildi. Beni öldürmeleri için bir sebepleri yok.”

“Evet. FBI’dan gelen adama da böyle söylemişsin.” Polis, elindeki klipsli kağıt altlığındaki bazı dokümanları işaret etti. “Ona, ABD hükümetinden bir ajansa çalıştığını söylemişsin, Red Box adında bir ajans. Yani sence İran hükümeti, Amerikalılar için çalıştığını bilse seni öldürmez öyle mi? Hadi ama, bundan daha akıllı olduğuna eminim.”

Nassar’ın gözleri hafifçe büyüdü.

Polis başıyla onayladı. “Evet. Yeterince akıllısın. Görüyorsun. Çok fazla arkadaşın kalmadı, Ali.”

Luke arabadaki o anı düşündü. Etrafları polislerle doluydu. “Senin için çalışıyorum,” dedi Nassar. Ardından da Red Box. Luke bunu zar zor hatırlayabildi. Helikopterden atlamıştı. Bir araç kazası geçirmişti. Olaydan birkaç saniye önce de iki kişiyi kafasından vurmuştu. Herkes kadar, o da sarsılmıştı. O an, Nassar’ın ne dediğini tam olarak algılayamamıştı.

Şimdi, izlediği esnada, polis ve Nassar’ın gözleri uzun bir süre birbirine kenetlenmişti.

“Seninle paylaşmak istediğim bir şey var,” dedi polis. “Şu an içinde bulunduğun durumu anlayabiliyorum. Bir kardeşim var. Belki on beş sene önce, bir şeye bulaşmıştı, tıpkı senin yaptığın gibi. Bir hata yaptı, tıpkı senin gibi ve çok fazla açılmış, ileri gitmişti. Sonradan ortaya çıktı ki Bronx’taki bir bardan doğru İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu için silah kaçakçılığı yapıyormuş. Ona dedim ki, Mikey, aptalsın. Sen bir İrlandalı değilsin. Sen bir Amerikalısın. Ancak, o ana kadar herkes onun peşine düşmüştü bile. Amerikan hükümeti tarafından aranıyordu. İngiliz hükümeti tarafından aranıyordu. Ve eğer İrlanda Cumhuriyetçi Ordusu’ndaki arkadaşları onu bulsalardı, onu nehre atacaklardı. Yapmak zorundaydılar. Başka ne yapacaklardı, konuşmasına izin mi vereceklerdi?”

Gözlem odasında birkaç polis güldü. Luke onlara bakış attı.

“Bu adam ve onun kardeşleri,” dedi polislerden biri. “Tecavüzcü kardeşim. Kundakçı kardeşim. Terörist kardeşim. Gerçeği bilmek ister misin? Üç tane ablası var.”

Sorgu odasında, Ali Nassar, “Sanırım kötü bir durumdayım.”

Polis başıyla onayladı. “Bence de, oldukça kötü bir durumdasın. Ama ben sana yardım edebilirim. Tek yapman gereken bana neler döndüğünü anlatmak.”

Nassar bir karara varmış gibi görünüyordu. Başını salladı. “Red Box bir ajans değil. Bir program, bir operasyon. Operasyon Red Box. Ne operasyonu olduğunu, ne için tasarlandığını bilmiyorum. Ne yapmamı istediklerini biliyordum hepsi bu. Çin’den insansız hava araçları almamı istediler. Bazı cihatçılara para yollamamı istediler, Tanrı için intihar edebilecek kişiler. Benim için açtıkları bir deniz aşırı hesaptan doğru bu kişilere ödeme yaptım. Benim hesabım değildi. Bu kişileri ben tutmadım. İki gün öncesine kadar ne  yapacaklarını bile bilmiyordum.”

“Hep üçüncü çoğul şahısta konuşuyorsun,” dedi polis. “Biraz daha belirleyici konuşur musun? Kim bunlar?”

Ali Nassar iç geçirdi. “CIA. Bana bu işi veren CIA. Sizin CIA’den tanıdığım biri.”

Oda neredeyse sessizliğe bürünmüş, nefesler kesilmişti ve Luke karnında bir şey oturmuş gibi hissetti. Vücuduna sanki bir kazık girmiş gibi hissetti. Etrafına, odada onunla beraber duran adamlara baktı. Herkes—polisler, Ulusal Güvenlik ajanları—herkes —şaşırmış görünüyordu. Sessiz bir diyaloğun uğultusu geliyordu kulağa. CIA, Ali Nassar’ı Beyaz Saray saldırısında yardım etmesi için mi tutmuş? CIA?

Luke’un bütün dünyası karışmıştı. Doğru gibi geldi; biri yalan söylediğinde Luke bunu anlayabilirdi ve Nassar yalan söylemiyordu. Ya CIA onu bu işi yapması için tutmuştu, ya da o gerçekten buna inanıyordu. Luke sersemlemişti, bu doğru olabilir mi diye düşündü. Eğer öyleyse, etrafındaki herkese farklı bir gözle bakmalıydı. Kime güvenebilirdi?

“Bir sene önceydi,” dedi Nassar. “Beni Londra’daki otel odamda ziyarete geldi. İlk başta adı Operasyon Red Box idi. Sonra, bir ay sonra tekrar geldi ve bir hata yaptığını ve Operasyon Red Box olmadığını söyledi. Bir daha Operasyon Red Box’tan hiç söz etmemeliydik. Bir daha bu kelimeleri bile kullanmamalıydık. Ama ben hatırladım. İsmin bu olduğuna eminim, ama ne anlama geldiğini bilmiyorum. Yani, Operasyon Red Box ile ilgili bir şey öğrenirseniz bana hiçbir şey sormayın. Bana soracağınıza CIA direktörünüze sorun.”

 

“Bu adam kimde?” dedi Luke. “Onu gözaltına alacak var mı?”

Kapıya doğru yürümeye başladı.

“Nereye gidiyorsun?” dedi adamlardan biri.

Luke arkasına bile dönmedi.

“Washington’a dönüyorum. Konuşmam gereken biri var.”

Weitere Bücher von diesem Autor