Şıpsevdi

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

III

Meftun Beyefendi Paris’ten geldi geleli bir buçuk seneden beri İstanbul’daki yaşayışını tamamıyla alafrangalığa dökmek istiyor; bu arzusu yoluna maddi, manevi olanca kudretiyle emek harcamaktan geri durmuyor; fakat maksadının hasıl olmasına tamamıyla muvaffak olamıyor, kederleniyordu. Mesela Aşçı Zarafet Abla’ya, “potage aux pointes d’Aspèrges”,23 “homard à la bordelaise”,24 “volaille demideuil”,25 “boeuf froid en gelée”26 kabilinden alafranga yemekler pişirtmek için saatlerce tarifler ediyor… Zarafet bu tafsilattan usanarak “Artık tarifine yetişir, anladi…” diyor. Akşama bir “volay dömi döy” pişiriyor ki, kimse ağzına koyamıyor. Garnitür olarak kullanmak için kutuyla verilen aşağıdan gelme mantarların nasıl pişeceğini abla bazen unutuvererek mutfakta kendi kendine “Bu mantarlar ne olaca idi ayo? Sormaya unuttu… Bu etin neresine tıkanaca bunlar?” diye eseflenerek düşünüyor, düşünüyor. Mantar denince Zarafet, bunun yenecek çeşidini şişe ve saire tıkamakta kullanılanlardan ayırt etmekte daima yanılıyordu. Bu dikkatsizlikleri ve alafranga pişirilen şeylerde beyi memnun edecek bir istidat göstermemesine rağmen Zarafet Abla, o vakte kadar yol verilen, değiştirilen aşçı kadınların içinde gene en iyisi, en elverişlisi sayılmaya layıktı. Evvelkilerin hiçbiri ne beyin o alafranga yemek tariflerini dinlemeye sabır ne de günde kırk elli tabak yıkamaya tahammül gösterebilmişti.

Beyefendi, elinde Fransızca bir yemek kitabıyla mutfağa inip de bizdeki sapsız tencerelerle yemek pişemeyeceğinden, yani evindeki kendi pişirme aletlerine itiraz etmekten başlayarak bir öküzün vücudunda çeşitli yerleri bakımından kaç kısım birinci, ikinci ve üçüncü neviden et bulunduğu tafsilatına girişince en dayanıklı aşçı kadın, bu izahatı dinlemeye dört günden ziyade takat getiremeyerek “Beni Frenk kitapla işi yok… Ben alafranga yemek pişirmez. Bildiği gibi pişirir…” cevabıyla peştamalı belinden atar, mutfaktan çıkardı. Zarafet bu eziyetlere Şaban Ağa’nın sevdasının verdiği sevinçle tahammül ettiği hâlde bile, gene ara sıra “Artık canina tak dedi. Köftün Beyi evinde ben oturamiyaca…” şikâyetlerinden kendini alamıyordu.

Şaban Ağa’ya gelince; bu emektar, bu çalışkan uşağın aşkını ilan ettiği ilk aşçı Zarafet değildi. Ama şimdiye kadar hiçbirinin gönlünde böyle şiddetli bir meyil uyandırmayı başaramamıştı. Şaban, önce sevgisini bildirir; sevişme ateşli bir devreye girince ay başlarında birkaç mecidiye ödünç istemekten başlayarak sevgilisini sızdırmaya girişirdi. Önceki aşçı kadınlar gönül vermekte pek ihtiyatlı bulunmamışlar, ama para vermeye gelince cimri davranmış olduklarından onların sevda alışverişleri böyle Zarafet’inki kadar neşeli ve sürekli olmamıştı.

Şaban’ın aşçı kadınlardan faydalanması yalnız gönül eğlendirmek, para çekmekten ibaret değildi. O evde en iyi karnı doyan, en nefis yemeklerle vücut besleyen Şaban’dı. Zarafet, beyin Fransızca yemek kitabından dinlediği sözlere göre etin yumuşak, lezzetli, kanlı, besleyici kısımlarını öğrenmişti. Et ayırırken en seçme kısımlardan birkaç parça aşırır, bunları bir sahan kapağı altında bulunmaz bir yerde saklar, mutfaktan el etek çekilince filetoları sulu sulu pişirir, iki ekmek dilimi arasında sıkıştırarak sıcak sıcak Şaban’a eriştirmenin bir yolunu bulurdu. Hindi, tavuk, piliç olduğu zaman bunların budunu ve iriliklerine göre bazen bütününü, balık pişirdiği zaman, eğer balıklar sayılıysa, en irilerini kediye, köpeğe kaptırır; mutfakta “Yetişin hu… Ayo! Kadi kapti gidiyo!” diye bir feryattır başlar. Kapan, uydurma hayvanın arkasından maşalar, odunlar fırlatır… Fakat ablanın bu yaygarası zavallı kedilere, köpeklere iftiradan başka bir şey değildir. Kapıldığını iddia ettiği o parçalar, uygun bir zamanda Şaban Ağa’ya takdim edilmek üzere gene sıkıca, münasip bir yere kapatılmıştır.

Şaban, kırk kırk beş yaşlarında, saçına bıyığına kır düşmüş, elleri ayakları iri, hantal yapılı, hamhalat bir uşaktır ki beyefendinin alafrangalık tutkunluğu yüzünden çektiği eziyetlere karşılık hizmet müddetinin şu son zamanlarında, o evde ancak Zarafet’in varlığıyla saadetini sağlayabilmiştir.

Şaban o evde uşaklık, vekilharçlık, kâhyalık hizmetlerinin hepsini yapar. Bu hizmetlerine ek olarak sırasına göre “metr dö seremoni”,27 “metr do tel”lik28 gibi mühim vazifeleri de yerine getirmekle şeref duyar. Çektiği sıkıntının en büyüğü de zaten bu son vazifeler yüzündendir. Mesela Meftun Bey’le görüşmeye gecelik entarisiyle komşudan bir misafir gelirse böyle “etiket”29 dışı Şam hırkası veya kürkle görünen ziyaretçileri “Meftun Bey n’est pas visible pour vous!” Fransızca cümlesinin harfi harfine tercümesi olan “Meftun Bey sizin için görülebilir değildir!” cümlesiyle istiskal ederek30 kapıdan savardı. Şaban, gelenlerin bir kısmına söylediği bu cümlenin ne demek olduğunu kendi de pek bilmezdi. Beyefendi, onu kendisine öyle öğretmişti. O da ustasından aldığı gibi satarak vazifesini yapardı. Bu tersleyici cümleyle karşılanan misafirlerden bazıları şaşırarak “Beyefendi görülebilir değil midir? Allah Allah… Meftun’un vücudu hayalet mi oldu? Buhara, havaya mı döndü? Yoksa perilere mi karıştı?” cevabıyla hayretlerini belirtmekten kendilerini alamazlardı. Şaban Ağa böyle adi hizmetlerden ev merasimine kadar her şeye nezaret ederek iş bilirliğini gösterdiği için Meftun Bey, uşağını pek severdi.

Şaban’dan, Zarafet Abla’dan sonra evin en mühim hizmetçilerinden biri de Matmazel Eleni’ydi. Eleni, evvelce bir iki Frenk kapısında oturmuş olduğundan biraz Fransızca öğrenmiş, sofra tertibine ve sair alafranga hizmetlere azıcık eli yatmıştı. Ama bu öğrendikleri Meftunca pek makbul olmuyordu. Meftun’un elinde, alafranga âdetler, tertipler ve servis meselelerinde kendine düstur edindiği bir “savoir-vivre”31 kitabı vardı. Her işinde bu esere başvurur, o sayfasını açarak tatbik edilecek noktaları tayin ederdi. Kız bir kahve getirse Meftun hemen gözlerini açarak “Senin bu kahveyi verişin şu satırlardaki tariflere uymuyor… Daha ‘elegant’32 olmalısın!”dan tutturduğu tenkitlerini yarım saat uzatır; Eleni yaptığını, yapacağını büsbütün şaşırırdı. Beyin bu karışık tarifleri ve öğretmeleriyle zavallı kız, eski bildiklerini de unutur gibi olmuş, hizmet namına yeniden hemen hiç doğru bir şey öğrenmemiş gibiydi.

Meftun’un o ev içinde alafrangalık için “forme” etmeye,33 yetiştirmeye, alıştırmaya uğraştığı kimseler Zarafet’ten, Şaban’dan, Eleni’den ibaret değildi. Ailesinin bütün insanlarını o yolda terbiye etmeye karar vermişti. Bu kararını gerçekleştirmek için hesapsız engele, güçlüğe uğruyor, pek gülünç hâllere sebep oluyor, ama kararından vazgeçmiyordu. Mesela büyükannesi Şekure Hanım’ı sıcağa34 gitmek için hazırlanırken görse hemen tuvalet kitabından “vücut temizliği” bahsini açar, vücut organlarından her birinin ayrı ayrı nasıl yıkanacağını etrafıyla anlatmaya girişir. Onunla da yetinmeyerek zavallı kadının hamam bohçasını karıştırır. Bizim kadınlarca hamamda kullanılması âdet olmuş birçok şeyin kullanılmasına itiraz eder. Onları çıkarır, atar. Sabun görse pek kızar. Annesi “Ulan çıldırdın mı? İnsan hamamda sabunsuz temizlenebilir mi?” feryadıyla avaz avaz haykırır. Meftun sabunun deriye, saçlara sayısız zararından bahsederek “Onun yerine kullanmak için çeyrek litre alkolün içinde yarım gram sülfat dö kinin eritmeli, bir şişeye koymalı, ağzını sıkıca kapamalı. İki gün öyle dursun. Sonra içine yarım litre eski rom ve 50 gram sarı kınakına tozu ilave etmeli…”den tutturarak uzun uzadıya bir tertip tarif eder, sabun yerine bunun kullanılmasından saçlarca hasıl olacak menfaatleri saya saya bitiremez. Nihayet büyük annesi:

 

“A evladım, baksana, saçlarım bembeyaz oldu. Bundan sonra öyle şeyler benim neme lazım? Biraz sabunla yıkanır, hamamdan çıkıveririm.”

“Hayır, olmaz. Sabun zararlıdır. Derinin deliklerini tıkar, saçları döker. Sana yumurtayla yapılan bir tertip salık vereyim…”

“Yavrum, geç kaldım. Bırak beni, yoluma gideyim.”

“Daha kolayı var canım. Beyaz saçlar için un kullanırlar. En uygunu budur. Başka renkteki saçlar için de âlâdır. Unla saçları ve başı güzelce ovuşturmalı. Sonra fırçalamalı. Baş için bundan uygun bir temizlik şekli olamaz.”

Zavallı kadın, torununun zorundan kurtulamayarak bir defa kâğıt içinde hamama yarım okka un götürmüş; bununla saçlarını ovalarken un yumuşayarak hatunun başında hamurdan bir takke peyda olmuş; bu yeni usul temizlenme öteki kadınların merakını çekerek “Hanım, illetin mi var? Başına sürdüğün o nedir öyle? Başı çıbanlılara giydirilen ziftten siyah takke gördük ama hiç böyle beyazına tesadüf etmedikti…” yollu birtakım yersiz suallerle karşılaşmış; zavallı, o günü, utancından âdeta ağlamaklı olmuştu.

Eline çatal bıçak almamış bir aileyi alafranganın bütün sıkıcı külfetleri, bütün zaruri merasimiyle yemek yemeye alıştırmak, güç olduğu kadar da gülünç olduğuna Meftun hiç ehemmiyet vermiyordu. Kadınninesinin, annesinin, teyzesinin şikâyetlerine, ürkme ve tiksinmelerine hiç kulak asmayarak beyefendi, hepsinin eline çatal bıçağı dayadı. İlk işe giriştiği zaman bir et parçası kesilirken kesilen lokma bir tarafa, bıçak, tabak başka tarafa fırlamak gibi kazaların bol bol oluşu, Meftun’u, bu güç işi nasıl başarabileceği konusunda ümitsizliğe düşürmedi.

Çatal denilen o sivri uçlu demirleri ağza sokup yemek yemeye aileden birkaçı istemeye istemeye biraz alıştılar. Ama kadınnine Şekure Hanım, mümkün değil, bu güç usulde yemek yemeyi beceremiyordu. Onun istidatsızlığı kati olarak ortaya çıkınca yaşına saygı göstererek bu yemek usulünden muaf tutulmasına karar verildi. Kesilmesi güç parçalar, Eleni tarafından kesilerek büyük hanımın tabağına konulacaktı. Ama zavallı hatun, o parçaları gene çatalla yemeye mahkûm edilmişti. Talihsiz Şekure, ara sıra kızı Vesile’yi bir tarafa çekerek “Çatalla yediğim yemeğin tadını bir türlü duyamıyorum.” şikâyetiyle yanar yakılırdı. Meftun’un Beyoğlu’nda veya bir başka yerde birkaç gece kalıp da eve gelmediği günler, ailedeki kimseler için bir şenlik günü olurdu. O zaman kimse, alafranga yemek salonunun semtine uğramazdı. Hanımların küçüğü büyüğü, Eleni’ye “Haydi kız, sofra bezini bul. Oturduğumuz odaya yayıver. Yemek iskemlesini koy, kaşıkları getir.” emirleriyle bildikleri gibi bir sofra kurdurur; etrafına dizilirler; “Ooohh, canım alaturka! Anandan babandan gördüğünden şaşma. İnsan böyle tatlı tatlı yiyor… İçine siniyor, ne yediğini biliyor…” sözleriyle kolları sıvayıp hepsi birden sahana hücum ederek çorbadan pilava kadar bir kapışmadır giderdi. Meftun bu hâli duysa evde kıyamet kopacak. Ama böyle yemek yemek daha kolay, hizmetçiler için daha yorgunluksuz olduğundan Zarafet’le Eleni, bu sırrı saklamaya iyice dikkat ederler, beye bir şey duyurmazlardı. Meftun’un geldiği akşamlar “sal a manje” adı verilen bodrumdaki uzun sofra gene fesleğen, kına çiçeği saksıları, mezat malından alınmış altmışar paralık şamdanlar, bardaklar, tabaklarla donanır, aile üyelerinin büyüğü küçüğü, ihtiyarı tazesi, istemeye istemeye iskemlelere dizilirler, hepsi birer birer belli yerlerini alırlardı.

Alafrangalık nasıl öğrenilir? Tabii Frenk memleketlerinde bulunmakla, onların her âdetini görmekle; görülenlere ısrarla dikkat edilerek önce bilgi, sonra alışkanlık peyda edilir. Oralarda bulunmayanlar bu görgü usulünü nasıl elde edebilirler? Bu âdetlerin nazariyeleri bazı kitaplarda görülür. Tatbikatı da Frenk dostlar edinilerek gerçekleştirilebilir. Ama bu da hayli uzun olur. Frenk usulü yaşamanın kendine mahsus bir usulle öğretilmesi kabil değil midir? Meftun bu meseleyi çok düşündü. Çünkü aile fertlerine alafrangalığı öğretmek için çok sıkıntı çekiyordu. Hoşa gidecek meyveler de toplayamıyordu. Uzun uzadıya düşündükten sonra bu güç işin öğretilişini kolaylaştırmak maksadıyla bir eser yazmaya karar verdi. Bu kitabın ismine evvela “Savoir-Vivre Appliqué”35 dedi. Sonradan bu adı beğenmedi. “Savoir-Vivre Comparé”36 diye isimlendirmek istedi. Sonra “comparé” yle37 “comparatif”38 arasında bocaladı. Birini ötekine tercih için bir sebep bulamadı. Nihayet bin güçlükle “Savoir-Vivre Pratique”te39 karar kıldı. İsmin Fransızcası oydu, şimdi Türkçesi kaldı. Bunu dilimize tercüme etmeli? “İlm-i Muaşeret” dedi, olmadı. Birçok lügat kitabı arasında Vizental Efendi’nin “Cep Lügati”ne başvurdu. “Savoir-vivre”yi orada “ahlak-ı hasene”40 diye tarif edilmiş görünce kızgınlığından kitabı pencereden attı. Of, nihayet “Âdab-ı Hayatı Amelî”ye biraz zihni yatar gibi oldu. Bundaki isimlerin birbirini kovalaması da kulağına hoş gelmedi. “Amelî”yi sondan kaldırıp başa koyunca eserin başlığı “Amelî Adab-ı Hayat” şekline girdi. Aman, artık uysun uymasın, Meftun yorulmuştu. Uygun bir isim bulmanın hemen hemen bütün eseri yazmaya denk bir yorgunluk olduğunu anladı. Bu konuya dair önüne eski, yeni, birçok Fransızca kitap açtı. Kaleme alacağı eserin kısımlarını, bölümlerini tayin ederek işe başladı. Bir taraftan yazıyor, öte taraftan yazdıklarının ev içinde tatbiki işine girişiyordu. “Amelî Adab-ı Hayat”ı yalnız bir tatbikat şekline değil aile halkınca öğrenilmesi mecburi bir ders hâline koydu. Yazmak bilenler, Meftun’un bu kitaptan söylediklerini hususi defterlere kaydedecekler, yazısı olmayanlar da bu acayip derslerde dinleyici olarak bulunacaklar, işittiklerini sonradan birbirlerine sorup cevaplandırarak kuvvetlendirecekler, evcek yaşayış tarzlarına bu öğrendiklerini tatbik edeceklerdi.

Odalardan biri sınıf sayıldı. Meftun Bey bir gün “Amelî Adab-ı Hayat” dersini özene bezene açtı. Derste kadınnine Şekure Hanım’dan başlayarak teyze Vesile Hanım’ın küçük kızı dört yaşındaki Hasene’ye kadar bütün aile fertleri hazırdı.

IV

Derse başlamadan önce hocadan başlayarak bütün kadın ve erkek öğrencileri tanımak lazım gelince, evvela Meftun Bey:

Yaş otuza, boy uzuna yakın, vücut ince, renk soluk, vaziyet ve davranış gayet sinirli, yüz uzun müddetten beri tuvalet sularının, pomatların, pudraların aşırı kullanılmış olmasından fazlasıyla yorgun… Âdeta sepilenmiş deri gibi pul pul bir hâl almış, elmacık kemikleri fırlakça… Gözleri iri, yuvarlak, pişmiş kelle gibi ölü bakışlı, donuk, sönük, akları karasından fazla…

En ziyade rahatsızlığı mideden, sinirden, çarpıntıdan…

Fikir bakımından hoppa… Bilgi derme çatma, anlayışı kıt, zoraki, hep “savoir-vivre”den çalınma… Davranışları taklit, hep sahte, soğuk…

Şikâyetleri: Gece sokaklarda sopa vuran mahalle bekçisinden; köpek havlamalarından; birbirini kovalayan bozacı seslerinden; tütün tabakasını, ağızlığını cebine koyup gecelik entarisi, Şam hırkasıyla akşamları yemekten sonra çıkagelen alaturka misafirlerden; ince saz takımından…

Ayıpladığı şeyler: Kaloş potin giyenler; gezgin aşçıdan kuskus pilavı yiyenler; Osmanlıca eserleri ve gazeteleri okuyanlar.

Alışkanlıkları: Tırnaklarını bir çeşit insan nalbandına kestirmek. Türkçe söylemesi en kolay kelimeleri bile güçlükle söylemek, bazen en çok kullanılan deyimleri unutmak… Söz arasında, bahse münasebet alsın almasın, Fransızca atasözleri kullanmak… Bir sohbette yorulunca ıslıkla opera parçaları çalmak…

Tövbe ettiği yemekler: İşkembe çorbası, nohutlu yahni, patlıcan dolması, un helvası, bulamaç, pekmezli muhallebi, piruhi, tatar böreği vb…

Sevdikleri: Filetolar, biftekler, ragular, sosisler, sufleler, tartlar, kompotlar… Kuşkonmaz… (yoksa) Enginar sapı, bazen kamışlık pırasa, omlet (yapılamazsa) kaygana…

Nefret ettiği içkiler: Boza, harnup şerbeti.

İstemeye istemeye içtikleri: Kırkçeşme, Halkalı, Turunçlu, Keçe, Kayışdağı vb.

Arayıp da bulamadıkları: Madera, Bordo, Burgony, Malaga…

Semti: Kışın Horhor, yazın Erenköyü; fakat aklı Beyoğlu’nda.

Okumaktan ürktüğü eserler: Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Kavaidi Türkiyye, gramer, sentaks, Osmanlı edebiyatı… Millî romanlar…

Edebiyatta hemen hemen sevdiği hiçbir meslek yok. Bu mesleksizlik de bir çeşit meslek sayılabilirse de tuttuğu yol şöyle: Bir yazar “süblime”,41 daha doğrusu “vrai”,42 daha iyisi “cru”,43 yani cascavlak olmak için anlatım kaideleri, şive, edebiyat kuralları gibi dil ağırlıklarından sıyrılmak, bu ağırlıkları atmak, hafiflemek, kendi yazdıklarından başkasını beğenmemek, ama kendi eserlerinin bir gün bir yazar tarafından methedileceğini sezince ihtiyatı ele alarak onun kaleminden çıkan eserleri beğenmiş, hatta lüzumuna göre her satırına, her kelimesine âşık olmuş, bayılmış görünmek… Hangi örnekten olursa olsun bir yazarla görüşülünce nezaket icabı, yüzüne “Güzel yazıyorsunuz!” methinde bulunmak… Yanından beş on adım ayrılınca:

 

“Imbécile, il se croit, un auteur!”44 demek.

Türklüğe ait özelliklerle seçkinleşmiş bir orijinaliteyi kabul etmemek, böyle bir iddiada bulunanları adi görmek.

Büyükada’da, Şişli’de oturur, bisiklete biner, lüzumunda vals eder, Chopin’i, Gounaud’yu, Bizet’yi, Verdi’yi tanır aileleri tasvir etmekten başka Türkçede hikâye konusu bulunamayacağı fikrinde ısrar etmek…

Meftun Bey’e edebiyatta tuttuğu yolu sorsanız açık bir cevap alamazsınız. Sualinize karşı yüzünü buruşturur. Sizi alaycı bakışları altında ezerek süzer. “Edebiyatta tuttuğum yol mu? Oooof, ne safça sual! Dünyada edebiyat var mı ki meslek olsun?”

Kırpılıp kırpılıp açılan gözlerinden karışık bir mana saçılır… Size ruhunda kaynayan büyük büyük bir şeyler anlatmak için, titrediğini görürsünüz… Kelime bile söylemeden yalnız kaş göz kırpıştırmasıyla anlatmaya uğraştığı yüksek düşünce ve duygulardan yorulmuş gibi gözlerini yumar… Sonra yavaşça, Fransızca bir atasözü söyleyerek:

“A question hatée, réponse pesée!45 Edebiyat mı azizim? Öyle bir şey var mı? Siz benim beğenmiş göründüğüm bazı eserler hakkında takdirlerimi ciddi mi zannediyorsunuz? Hatır için, lüzumu olduğu için öyle görünüyorum… En büyük edebî başarı eserin sanat harikası olmasında değildir. O eseri övdürecek dostlar peyda etmektedir. Şimdi bendeniz, yazar arkadaşlarımın en kalemi kuvvetlilerinden birkaçını yemlemezsem sonra benim yayımlanacak eserimi övmeye koşan olur mu?”

Anlatmak istediği şu edebiyat hilesinin yanından öyle cevahir yumurtlar ki dünyada edebiyatın mevcut olmadığını ama bu deha ışıltısının, Meftun Bey’in yazılmak üzere bulunan yüce eseriyle birlikte doğacağını biraz üstü kapalı size hissettirir. Lakin seneler geçer, bu güzel eser bir türlü doğrulup meydana çıkamaz. Meftun, eski edebiyatın düşmanıdır ama yenisinin de pek dostu değildir. Yeni edebiyat taraflılarını bin türlü noksanla itham eder. Mesela “Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi”nin sırayla değerbilir gözler önüne serdiği seçme eserler hakkındaki fikrini sorsanız gülümseyerek kulağınıza eğilir:

“Mon cher! Entre nous,46 şu kırmızı kaplı kitapları mı soruyorsunuz? Bunların sahipleri olan zavallılara şaşıyorum. Renk illetine uğramış sanılan bu sayın yazarlar bilmelidirler ki okuyucu, bir kitabı, kırmızı kabını şerbetlik şeker gibi ezip de şifa niyetine suyunu içmek için değil, içindekileri okumak için alır. Bu kitapların, Türklük yalnız kaplarında görülüyor… Bu parlak rengi seçmelerinin sebebini anlayamıyorum… Bu ‘pretansiyon’47 bana çok büyük görünüyor. Bendeniz, yazacağım eserim için bir renk seçmeyi düşünsem öyle parlağını değil, ‘modest’ini48 arardım. Bu al renk pek iddialı oluyor. Hem Avrupa’da aşçı işçi kitapları, ‘bibliotek roz’lar49 filanlar bir yana bırakılırsa ciddi yazılmış kitaplardan kırmızı kaplılarına pek tesadüf edilmez sanırım. Zola, Bourget ve sair en tanınmış yazarların eserlerindeki kıyafet sarı, mavi, beyaz olarak görülüyor. Çoğu böyle… Bu meşhurlardan, eserini akide şekeri renginde bir kaba koyup da bunu kitabın sürümü için bir sebep veya iyi haber sayanını görmedim. Çünkü eserin içindekinden emin olan bir yazar kabın rengine ehemmiyet vermez. Renkten rağbet yardımı bekleyerek göz boyacılığına kalkışmaz.”

Sonra “Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi”nin ateşli renginden vücuduna bir sıcaklık yayılmış gibi yerinden kalkar, beş aşağı beş yukarı gezinir… O kırmızı kütüphaneyi küçümsemek, alaya almak için söz arar. Dokunaklı, ısırıcı bir söz. Meftun Bey için sözün en haklısı, ağızdan çıktığı sırada, karşısındaki üzerine şatafatlı bir tesir gösterendir. Bir gereğe uygunluğu ister şeklinde ister ani olsun yahut hiç olmasın…

İki elinin başparmaklarını açıp kalçalarına yerleştirerek iki kulplu büyük bir vazo şeklini alır. Sonra konuştuğunun yüzüne sert sert bakışlar fırlatarak:

“O kitapların rengine parlak dedimdi, değil mi? Baskı makinasından yeni çıktıkları vakit belki… Ama kitapçı vitrinlerinde uzun müddet güneş altında kalıyorlar, müvezzilerin kucağında gezdirile gezdirile çok hırpalanıyorlar da başlangıçta al olan o renk soluyor, kaçık morla sevimsiz bir galibarda arasında acayip bir renk alıyor. Neye benziyor? Dur, dur, dilimin ucunda, gözümün önünde… Hay Allah müstahakını versin. Hah buldum. İşportalarda gezen… Kırmızı boyalı yumurta… Evet, soluk kırmızı paskalya yumurtasına…”

“Edebiyat-ı Cedide Kütüphanesi”nin sayın yazarlarının dehalarından renk almış sanılan kırmızı zemin üzerine beyaz yazılarla süslü bu kaplar elbette görülmüştür. Gönlü çeken her nakışları, hazırlayanların yaratılışlarındaki zarifliğe birer büyük delil olan bu nefis kitapların kapları hakkında böyle hezeyanla ağzını açan Meftun’u, bunların edebiyatla ilgili taraflarına dair söyletmek lazım gelse artık kulakları tıkamalı. Tecavüzleri50 dinlenmez… Dinlense de söylenmez. Meftun, yeni edebiyatçılarla bahse girişse türlü ihtilaf noktaları bulur, çıkarır. Kendinin o gruptan olmadığını söyler. “Yeniden değil, eskiden hiç değil. Ay efendim, ya sen nesin?” diye sorulsa o zaman gülerek:

“Yeni edebiyatçılar dedikleriniz kimler oluyor? Onların hepsi, hâlâ kelime ile oynuyorlar. Benimkiyle ölçülürse yeni dediğiniz şey Çin edebiyatı kadar eski kalır. Ben neyim, size söyleyeyim mi? Ben öyle bir şeyim ki mensup olduğum edebî meslek bundan ancak yüzyıl sonra rağbet görebilecektir. “Dekadizm”, “sembolizm” sönerken bunların ölgün ışıklarından başka bir mesleğin ışıkları yayılacaktır. Bunun ismine ne denecek, bilir misiniz? Haydi Türkçeyle Fransızcayı karıştırarak buna bir ad vereyim… Efendim, buna ‘hiçizm’ denilecektir. Çünkü hastalanan bir insan kendini tedavi ile uğraşır. Niçin? Bir müddet sonra gene hastalanıp ölmek için… İnsanları aptallıktan aptallığa götüren şey, işin sonundaki bu hiçliği anlayamamaktaki ahmaklıklarıdır.”

Babası öldüğü zaman Meftun, on dört on beş yaşında bir çocuktu. O ailenin alafrangalığa merakı yoktu. Bu illet, biraz Meftun’un amcasında vardı.

Babası ölünce çocuğun eğitimi işini ve terbiyesini benimseyerek yeğenini yanına aldı. Öğrenimini tamamlaması için Paris’e gönderdi. Delikanlı, orada ne tahsil etti? Askerlik mi? Hekimlik mi? Hukuk mu? Ticaret mi? Ziraat mı? Sanayi mi? Hayır, bunların hiçbiri değil… O bir kolay meslek takip etmek istiyordu. “Armut piş, ağzıma düş!” derecesinde kolay ne meslek olabilir? İnsan her ne öğrenmek isterse istesin, bilgi sermayesini bir çalışma karşılığında kazanabilir. Yeğeninin dünyada tek bir allame kesileceğini umarak İstanbul’da birtakım boş ümitlerle ağzı açık bekleyen amcasını Meftun, her hafta yalancı bir mektupla kandırarak o Fransız ülkesinde girmeyi mümkün gördüğü müesseselerden dolaşmadığını bırakmadı. Ama hep alargadan dolaşıyor, kayıtlı öğrenci sıfatıyla hiçbir yere girmiyor, dinleyici sırasında bulunabileceği müesseseleri, üniversiteleri dolanıyor, hiçbir kitap açmadan, zahmetsizce, kulaktan bir bilgin oluverip meydana çıkmak istiyordu.

Her ay bir çıkın parayla bir de uzun nasihat mektubu gönderen amcasını aldatmak için sahte diplomalar düzenlemeyi göze aldırmaya karar vardı. Zavallı adamı aldatmaktaki bu başarı kolaylığını görünce müesseselerde dinleyici diye bulunmak yorgunluğunu da bir yana atar gibi oldu. Gelsin kafeşantanlar,51 konserler, balolar; bu gece Folies Bergères’de, yarın Olympia’da, öbür gün Eldorado’da… Artık okumaya değil, uyumaya bile vakit bulamıyordu. Aşk ve sevda Vezüv Yanardağı gibi kaynamada…

“Les Dessous de Paris” adıyla Paris’in üstünden başka bir de altı vardır. Buraları sefillerin kuyuları, cehennemleridir… Gece yarısından sonra Paris’in bütün ahlak bayağılığının gizli tarafları, kötülükleri, rezillikleri bu çukurlarda akacak bir yer bulur. Öyle acayip, garaip, bazen iğrenç, müthiş, tehlikeli vakalara, canlı levhalara tesadüf olunur ki bu manzaralarla ilk defa karşı karşıya gelenler, nefretlerinden titrerler… Yanlarına bir rehber yahut kılık değiştirmiş bir polis almadıkça, yabancılar bu kaza bela kuyularına inemezler. Buralardaki “sous”ya52 gecelenir. Bu ücret karşılığında barınma hakkı boylu boyunca uzanıp yatmak değildir. Bir masanın önünde, baş iki ellerin arasına alınarak öyle oturmak vaziyetinde uyumaktır. Sahipleri pek misafirsever olmayan bu mağaralara bazen o kadar müşteri hücum eder ki gelenlere oturdukları hâlde sızmak için bile yer bulunmaz.

Meftun parasız kalarak Brasserie Moraud’da, Fradin’de bir iki akşam geçirmişti. Fakat bu sefil barınışlarının züğürtlükten olduğunu söylemez, “Ben oralarda par curiosité,53 daha doğrusu etüt yapmak için kaldım.” derdi. O gecelerin birinde yanı başındakilerden şöyle bir konuşma dinleyerek hatıra defterine yazmıştı:

“İşte arkadaş, iri bir pehlivan bit yakaladım. Yarışa korum. Ehli Hayvanlar Semizlik Yarışması Komisyonundan birinci mükâfatı bundan başkası kazanamaz. Bunun besililiğinden, yetiştiği tarlanın besleme gücünün yerinde olduğu anlaşılıyor. Benden yağlı kim var içinizde? Mahsullerine güveniyorsan bir tane de sen tut, dövüştürelim…”

Meftun Paris’in altını üstünü dolaştı. Her yerini öğrendi. Amcasından gelen paranın düzenli harcanmasını temin edemediğinden ay başında zengin, sonunda iki cebi tamtakır bir züğürt olurdu.

Amcası yeğenine uzun, hikmetli ve ustaca nesir yazarı cümlelerle nasihat vermekten bıkmadı. Ama Meftun, kendi gidişine uygun bulmayarak yave54 saydığı bu uzun lakırtıları okumaktan usandı. Çok defa “Yavrum, dünyada insan bilginin değerini anlamış, söz dinler ve sebatlı kimselerden olmalıdır ki…” kılıklı bir mukaddemeyle başlayan verimsiz nasihatlere rastlayınca yeğen bey pürhiddet “Oooof, gene seni mi dinleyeceğiz? Nasihati ne yapayım? Paraya bakalım!..” diye alay ederek amcasının gerek düşünce bakımından gerek el yazısı bakımından özene bezene hazırladığı o canım mektubu okumadan bir tarafa fırlatır, zarftan çıkan çeki cebine atarak bankadan paraları almaya koşardı.

Meftun Paris’in altını üstüne çevirdi, bütün edebiyat ve bilgi veren yerlerle edep dışı yerleri hep gezdi, tozdu da amcasının paraca ettiği fedakârlıklara ve hele verdiği nasihatlere rağmen hiçbir şey tahsil edemedi mi? Etti… Bu hakikat nasıl inkâr olunur? Bir insan iyiden kötüden her gün iki şey öğrense dört beş senede bu kadar malumat eder. Kendini üzmeden, zihnini yormadan, kolaylık rüzgârı beynine lüzumlu, lüzumsuz, faydalı, zararlı neler getirip tıktıysa onları öğrendi. Az bilmek ve bildiğini insan ilminin son noktası, kendini de “âlim-i küll”55 zannetmek, böyle öğrencileri gerçekten ziyade hayale, ciddilikten ziyade bilgiçlik taslamaya götürür. Şarlatanlık bu gibi noksan bilgilerden çıkar, şarlatanlar işte böyle yetişir. Şarlatanlık da bir çeşit tekniktir. Bu teknik, öğrenmekten ziyade istidatla gelişir. Bu mesleğin az çok, bazı bilgi dallarına mensup olanlarla kızıl cahillere kadar dereceleri vardır. Evet, şarlatanın da yükseği, alçağı olur. Şarlatanın en açık alameti, hiçbir hakikat karşısında susturulmuş olmaya dayanamayarak seksen dereden su getirmeye uğraşmak; sözle, kalemle her bahse katılmak; bilmediği şeylerden bilir gibi bahsetmek; bilgisizliğini örtmekte büyük başarı göstermek; bazı bahislerini ömründe bir defa okuduğu veya Allah saklasın hiç okumadığı ilimlerde, bilgilerde ihtisas iddia etmek; iki kere iki dört eder kesinliğiyle iddialarının saçmalığı ispat edildiği hâlde asla kanaat getirmeyerek “Düşmanıma derdimi anlatamadım ki!” sözünden ayrılmamak; hasılı, Nuh deyip durmak; kaleminden çıkan saçmaların sırf gerçek olduğuna herkesi inandırmak için sıkılmayı bir yana atarak her yolu mübah saymak; karşısındakinin ileri sürdüğü fikirler ne kadar açık, düzgün, ispat edilmiş hakikatlerden olsa gene anlamaz görünerek meseleyi safsataya, palavraya boğmak; nihayet hasmını usandırarak, nefret ettirerek, iğrendirerek münakaşa meydanından püskürtmek… Sonra dönüp okuyuculara başarmış bir tavırla “Gördünüz mü? Şiddetli bir kesinlikle nasıl hasmımın ağzına ot tıkadım? Münakaşaya gücü yetmedi, işte kaçtı…” demek… Bununla da kanaat etmeyerek sözde, yazıda sırasını kollayıp “Bu bahiste zaten geçenlerde filan efendiyi susturmuş olduğumuz cihetle…” cümle parçasını sıkıştırarak o safsata meydanının terlemez, kızarmaz bir kahramanı olduğunu ilandan geri durmayıp ahmakları kudretine hayran, gerçek severleri alaylı gülüşlere, daha doğrusu tiksintiye mecbur etmek…

Meftun bu şarlatanlık meziyetlerinin hepsine sahipti. Edebiyatçılardan, şairlerden, tarihçilerden, bilginlerden, teknik erbabından en ileri gelenlerle bunların en meşhur eserlerinin isimlerini ezberlemişti. Her neden bahis açılsa bir fihrist cetvelinden ileri varamayan bilgisiyle hemen söze atılır; yaş, kuru, lakırtı karıştırırdı. Hakikat öyle değildir diyenlere karşı bin maval okur, “Sizin aklınızda iyi kalmamış. Ben gayet iyi biliyorum ki mesele dediğim gibidir.” cevabını korunmak için kendine siper edinir. Saçmalarını reddetmek için o bahisteki sözleri tek delil sayılmış itibarlı kitaplardan birinin sayfaları şahitlik için açılıp gözüne sokulsa “Hakikat gene benim dediğim gibidir. Burada yazar nasılsa yanılmış…” demeye kadar vararak insanı çatlatır. Meftun’un Paris’teki tahsil bölümlerinde derinleştirmediği cihetler hiç yoktur dersek yalan söylemiş, hakkını inkâr etmiş oluruz.

Kahramanımız ilk hevesle Paris’te bazı müesseselere devam zahmetine katlandığı esnalarda dinlediği derslerden, ilim bahislerinden defterlere öteberi notları yazardı. Ama bu defter sayfalarının büyük kısmını ciddi notlardan ziyade argo dili terimleri çeşidinden manasızlıklarla doldururdu.

Mesela ciddi bir ilmin notlarına ayrılmış sayfaların kenarında Paris külhanileri dilinin adi kelimeleri görülür; tarihe, edebiyata ait faydalı, mühim bahislerin sayfa çevrelerinde aşağıki garip terimlere tesadüf olunur:


Yüksek şapka Edebiyat kitap ve defterlerinin sayfa kenarlarında bu kelimelerle yapılmış öyle edepsiz cümleler vardı ki onlardan buradan bir örnek vermeye bile kalem utanır.

Meftun’un Paris’te, teorisini tahsil defterlerine böylece yazdığı bilgilerinin tatbiki sırasında başı dönüp gözleri karararak pek ziyade taşkınlık gösterdiği bir sırada amcası vefat ediverdi. Meftun da öğrenimini ilerletebildiği derecede bırakarak İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Amcası, Meftun’un ve kendinden küçük kardeşi Raci ile kız kardeşi Lebibe’nin işlerini de üzerine almıştı. Amca efendinin ölümüyle bu işler Meftun’a geçti. Meftun Paris’te çeşitli bilgiler öğrenirken güya hukuk ilmini tahsilden de geri durmamıştı. İstanbul’a gelince ailesinin veraset meselelerine ait, görülmesi icap eden hukuki işlerini düzeltmek için koltuğunun altına bir avukat çantası sıkıştırarak mahkeme mahkeme dolaştı. Kendi sözüne göre her işi yoluna koydu. Ailesine ayda yirmi yirmi beş lira kadar bir gelir sağladı.

23Kuşkonmazlı sebze. (e.n.)
24Bordo usulü ıstakoz. (e.n.)
25Mantar garnitürlü bir yemek. (e.n.)
26Jöleli soğuk sığır eti (e.n.)
27Alışveriş işlerinden sorumlu. (e.n.)
28Teşrifatçı, karşılayıcı. (e.n.)
29Görgü kuralı. (e.n.)
30İstiskal etmek: Hoşnutsuzluğunu belli ederek soğuk davranmak, yüz vermemek. (e.n.)
31Görgü kuralları. (e.n.)
32Zarif, şık. (e.n.)
33Forme etmek: Şekillendirmek, biçimlendirmek. (e.n.)
34Hamama. (e.n.)
35Uygulamalı Yaşam Bilgileri. (e.n.)
36Karşılaştırmalı Yaşam Bilgileri. (e.n.)
37Karşılaştırılmış. (e.n.)
38Karşılaştırmalı. (e.n.)
39Pratik Yaşam Bilgileri. (e.n.)
40İyi huylar. (e.n.)
41Yüce. (e.n.)
42Gerçek. (e.n.)
43Apaçık. (e.n.)
44“Ahmak, kendini bir yazar sanıyor!” (e.n.)
45“Acele suale ağır cevap vermelidir!” (e.n.)
46“Azizim söz aramızda.” (e.n.)
47Kendini beğenmişlik. (e.n.)
48Alçak gönüllü. (e.n.)
49Kırmızı kitaplıklar. (e.n.)
50Tecavüz: Saldırı. (e.n.)
51Kafeşantan: İçkili, çalgılı kahvehane. (e.n.)
52Dönemin takriben yirmi parası. (e.n.)
53Merak yüzünden. (e.n.)
54Yave: Anlamsız, saçma sapan söz. (e.n.)
55Âlim-i küll: Her şeyi bilen. (e.n.)