Şıpsevdi

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

“Baksana buraya, hani bizim çeyreğin on parası?”

Biletçi bu soruya karşı verilecek cevabı akşama kadar birçok kişiye tekrarlamaktan usanmıştır. Lakin çare var mı? Müşteriyi iyi inandırmak için gereken sözlere başlar:

“Bir ‘bileto’ altmış para… On para çeyrek üzerinden kaybedersiniz olur yetmiş para… Ben size vermişim üç kuruş on para, eder beş kuruş… Doğru değil şimdi?”

Müşteri kızgınlığı artırarak:

“Doğru değil ya!..”

“Ne için doğru değil?”

“Çünkü ben verdim bir çeyrek.”

“Pek ayla efendum.”

“Sen bana altmış paralık bir biletle üç kuruş on para geri verdin…”

“Kala…”

“Nereye kala? Benim onluk sana mı kala?”

“Yok efendum, cenabınıza anlattıramadim. Çünkü böyle Türkçe pek güzel bilmem…”

“Özrü kabahatinden büyük! Kumpanya Türkçe bilen hademe istihdamına mecburdur.”

“Yok efendum, anlattıramiyorum. Turkse bilirim… Fakat hademe estahleme boyle ince kâtip lakırdi bilmiyorum. Vardır bu tramvay idare içinde mencilis yapan o adamlar hiç Türkçe bilmiyorlar ama kimse ses çıkarmamis, ben tanayorum uç tane Anastas, Yorgas, Nikolas, bunlar bilmiyorlardı nasin desinler lakırdi Türkçes… Ama sonra müşterilerle kavga yapa yapa öğrenmişler… Benim gibi…”

“Senin gibi öğrenmişlerse diyecek yok!”

Öteden başka bir efendi: “Bu ne âlâ şey böyle! Demek siz Türkçeyi tramvay idaresinde öğreniyorsunuz?..”

Biletçi “Eh, ne yapadzak efendi? Benim çocuklari var. Ekmek parası kazandzak. Öğrenmeden olmaz…”

Para bozduran efendi: “Haydi, şu benim onluğu ver…”

Biletçi: “Ama size hesap söylemedim effendi? Altmiş para bileto, uç kuruş on para geri vermişim…”

“Evet. Eder dört otuz para, hani onluk? İnsanı göre göre aldatacak be! Herkes hımbıl mı burada?”

“Ma demamisim effendi çeyrek üzerinden kaybedersiniz on para?.. Çeyrek eksiktir on para…”

“Niçin eksik oluyor? Çeyreğim silik mi?”

“Yok değildir silik. Fakat bizim kumpanya böyle nizam koydu.”

“Ben kumpanya mumpanya tanımam!”

“Siz tanimazsiniz ama ben ne yapadzak? Her gün bu böyle… Sizin gibi birçok efendiler bana kavga yapıyorlar. Kumpanya demiş böyle oladzak. Bana bir kabahat vardir bunda?”

Zavallı biletçi, o kıt Türkçesiyle müşteriyi inandırıncaya kadar akla karayı seçer. Birkaç kişiyle de silik para kavgası olur. Laleli’den de hanımlar binerler.

Kadınlar tarafı ayak ayak üstüne bir hâle gelir.

Biletçi: “Hanumefendiler bileto!” diye kadınlar tarafına geçer. Sıcaktan terlemiş, saçları tel tel şakaklarına yapışmış şişmanca bir hanım, yüzünün terini silmeye uğraşarak öfkeyle:

“Herif patlamadın ya? İnsan bu tramvaya adımını atar atmaz hemen bilet diye tepesine binersin! Dur, ne oluyorsun bakalım? Sultanahmet’e gideceğim. O zamana kadar bin defa bilet alınır!”

Biletçi ciddi bir tavırla:

“Sultanahmet’e gidiniz, başka tarafta gidiniz, nerede olursa olsun mutlaka bilet almalisiniz. Bizim kumpanya kaide böyle…”

“Aa, a, a… Al bundan da on paralık. Bu herif lakırtı da anlamıyor. Ben sana bilet almayacağım demiyorum. Terledim, biraz dur. Evvela biraz nefes alayım da sonra bilet alırım diyorum. Hu, sen bana dikkatli bak. Beni öteberi kadınlara mı benzettin? Benim soyum yedi göbeğe kadar helalzadedir. Hiç Frenk’in arabasına bedava biner miyim ben? Elbette bilet alacağım. Hem biletimi alırım hem de hayvanların hakkı üstümde kalmasın diye doksan dokuz ‘ya gayret’ çekerim. Ben hakkı hukuku tanırım ayol! Sen şöyle bir dolaş da sonra gel bakayım…”

Siyah çarşaflı, zayıfça, yaşlı bir kadın biletçiye bir ikilik uzatarak:

“Görüyor musun biletçi? İkiliğim ne kadar çil? Ben bunu sana vermezdim ama insanlık hâli bu… Bugün başka bozukluğum bulunmadı. Sana her müşteri böyle çil para verir mi? Bari uzun gitsem yüreğim yanmaz. Türbede ineceğim… Bu ikiliği oğlanın, torunum Behçet’in kumbarasından çıkardım. İğnenin ucuyla tamam bir saat uğraştım. Sen hazırcacık parayı al, çantana at. Oh, ne âlâ… Oğlan duysa kıyamet kopar. Evvelki gibi yaya yürüyemiyorum. Gitmesen olmaz. Hürmüz hastalanmış. İki eli kızıl kanda olsa teyzem, -sanki benim için- bıraksın da yarın sabah gelsin diye bahçıvanın karısıyla erkenden haber göndermiş. Gene geç kaldım. Kız öldüyse öldü, kaldıysa kaldı… Ev işi bitmez ki… Evde kızlarım, gelinlerim var, kalabalık. Şimdiki tazeler… Söyletme beni artık… Yerlerinden kımıldamasını canları istemez. Sade seyir seyran oldu mu oralara buralara koşarlar. İş görmezler, hep beni yapsın diye bakarlar. Biraz yaşlıyım ama gene onlara taş çıkartırım.”

Biletçi bu sözlerin dört kelimesini dinlemeksizin öte tarafa gider. Lakin kadında bir defa çene açılır. Karşısındaki yabancı kadınlara doğru ellerini sallaya sallaya sözünde devam eder:

“Hürmüz’ün eski mızmızlığı… Kız kardeşimin kızıdır. Anası öldü. Ona dünyada benden yakın kimse kalmadı. İyidir, hoştur. Kocasını çok sever. Herifin üstüne hayal-i fenerdir. Üzerine toz kondurmaz. Belki bilirsiniz, Salih Efendi, Amberîzadelerdendir. Nur gibi bir babası vardır. Sizler baki vefat etti. Eh hep o yolun yolcusuyuz. Az yaşa, çok yaşa, akıbet gelir başa… Bu dünya kime kalmış? Sözüm neredeydi? Ha, Hürmüz’ü anlatıyordum. Kocan kişizadeyse elhamdülillah bizim de soyumuz sopumuz belli. Hobyar taraflarında ben Ruhiyeci kızı Şeref Hanım diye bir anılırım. Ruhiyeci olup da Allah rahmet eylesin anam babam ruha okumazlarmış. Ruhları gayet hafifmiş de onun için bize bu lakabı vermişler. Ağababam Çörekçiler Kapısı’nda otururdu. O zamanın esnafıydı. Ama neylersin o zaman esnaflığını, beni evvela bir soysuz herife verdiler. Ahmet’imi ondan doğurdum. Size anlatsam kırk yıl bitmez.”

Şeref Hanım birdenbire cebini yoklar. Önüne bakarak parmaklarıyla bir şeyler hesapladıktan sonra erkekler tarafını ayıran perdenin ucunu kaldırarak:

“Hu biletçi… Biletçi, buraya gel.”

Biletçi gelerek:

“Ne var, hanumefendi?”

“Sen beni tanıdın mı ayol?”

(şaşarak) “Yok, tanimamisim…”

“Alık, sen de! Niçin tanımıyorsun? Ben deminden sana çil ikilik veren hanım değil miyim?”

“Ha, evet…”

“Ben o ikiliği torunumun kumbarasından çıkardım da aldım.”

(hayretle) “Kumbaroz çikardin?”

“Kumbara… Kumbara, canım. Rozunu da nereden uydurdun? O ikiliği bizim çocuğun kumbarasından aldım diyorum. Ne meram anlamaz adamsın sen!”

“Pek ayla, ben sizin sozuk kumbaroz tanimiyorum.”

“Aman canım, ister tanı ister tanıma. Aktarın sattığı on paralık toprak kumbaralardan. Şimdi bana o lazım değil… Çocuk işi anlayıp da ille ikiliğim de ikiliğim feryadıyla başıma gürültü koparırsa diye korkuyorum. Ben anası Safiye’ye, oğlana hiçbir şey anlatma diye sıkı sıkı tembih ettim. Hani şayet diyorum, çocuk duyacak olursa üzülür. Biz de tez elden böyle bir ikilik tedarik edemeyiz…”

Biletçi, öbür kadınlara doğru soran bakışlarını dolaştıra dolaştıra boynunu omzuna yaklaştırıp dudaklarını kıvırarak:

“Bu hanum ne diyor, ben anlamadi. Kumbaroz, mumbaroz… Çil iki kuruş…”

Başka bir kadın gülerek biletçiye:

“A, sen de ne kalın kafalı herifsin. Bunda anlamayacak ne var?

Hanım sana deminden bir çil ikilik vermiş. O para çocuğunmuş.

Şimdi geri istiyor. Besbelli sana başka para verip onu alacak…”

Biletçi şaşmış bir tavırla ellerini havaya kaldırarak:

“Ama böyle karisik is olmaz? Bana vermiş bir para… Bu para sozuk paradir? Kumbarozdur? Ben ne biledzek? Ben de o ikilik al-misim, müşteri vermişim…”

Şeref Hanım: “Ayol ne çabuk verdin? Sana ikiliği verirken de çocuğun olduğunu anlattımdı. Ne kafa!.. Lakırtıya dikkat ettiğin yok ki!”

Biletçi: “Ama bu kadar sok lakırdi ben hangisine tikat oladzayim?”

Şeref Hanım: (telaşla) “Perdeyi biraz aralık et de çocuğumuzun ikiliğini verdiğin adamı bana uzaktan göster bakayım?”

Biletçi gösterir. Şeref Hanım dikkatle bakarak:

“Ha, kelli felli Müslüman bir adam. Bakınız çocuğun parası kimlere kısmet olacakmış. Kısmete karşı durulur mu hanım? Behçet’in kumbarasındaki para bu sabah oradan çıkacak da bu efendinin cebine girecek… Suphanallah! Hay hikmetine kurban olduğum Tanrı’sı… Ya… Hürmüz de hastalanacak günü buldu patlayası!”

Başka bir kadın: “Hanım, başka bozukluğun varsa ver, o efendiye gönderelim. Çocuğun çil parasını istetelim. Belki verir. İyi bir adama benziyor.”

Şeref Hanım çırpınarak:

“Hanımcığım, yanımda başka bozukluğum yok… Şu musibet biletçi parayı böyle çarçabuk götürüp de başkasına verecek ne vardı? Yanında saklayaydı, yarın gene tramvayla eve döneceğim. Niyetim buradan geçerken biletçiye başka para verip o ikiliği almaktı.”

Biletçi üzüntülü bir gülümseyişle:

“Vay efendim bu ne tuhaflık? Çok aylar var ki ben biletocu oldum bu tramvayda. Fakat böyle tuhaflik daha görmedim. Ben müşteriden para alirim, çantada koyarim. O para bana değildir ki saklayadzayım? İdarede veredzeyim…”

Şeref Hanım: “Aman sus, lanet olsun! Üsküdar vapurlarında akrabadan bir biletçi var… Hani ya şirret20 mi diyorlar ne diyorlar? İşte o vapurlarda. Ona söylerim de bir çil ikilik daha buldururum. Amma da uzattın işi ha! Kabahat kimsede değil, böyle vakitsiz hasta olduğu için o yelloz Hürmüz’de!”

Altı yedi kadın derhâl tramvayda birbirleriyle ahbap oluverirler. Artık Şeref Hanım’ın çil ikiliği bahsi kapanır. Başka eğlenceli sözler açılır. Hanımlar kendilerinin tramvayda olduklarını, hele o incecik tahta bölmenin öte tarafında her sınıftan erkek bulunduğunu tamamıyla unutarak ancak kendi evlerinde, hususi âlemlerinde konuşulabilecek şeyler hakkında bağıra bağıra, gülüşe gülüşe fikirlerini birbirlerine söylemeye girişirler… Hemen hepsi söylüyor gibiydi. Çeşitli sesler arasında geçen ve erkekler tarafından da işitilen konuşmalar şunlardı:

 

“A, kardeş siz ne tarafa böyle?”

“Erenköyü’ne gidiyoruz elmasım.”

“Bizim de orada bildikler var ama elim değip de gidemiyorum ki… Hepsi de Binnaz Hanımcığım gel, diye ayılırlar, bayılırlar… Gümrük kâtibininkiler orada, Yarbay Rasim Bey’inkiler orada… Nebile Hanım var, mektep arkadaşımdı. Beyinin ismi bir acayiptir. Dur, aklıma gelmiyor. Gemilerin üzerine kâtiptir. Şimdi o ileri geldi. Çok büyüdü. Yaptırdığı köşkü söyleye söyleye bitiremiyorlar. Dil ile anlatılamazmış ki… Kameriyeler, fıskiyeler, havuzlar… Helaların suları üst kata kadar kendi kendine çıkıyormuş. Ah, bizim evde de böyle olsa ne âlâ… Kız rahata düştü. Allah versin… Nebile kimin kızıydı zaten? Şekerci Osman Efendi’nin kızıydı. Mektepteyken kitap koyduğu cüz kesesinin içinde badem ezmeleri getirirdi de kapışırdık. Eh, işte, çocukluk… Şimdi olsa insan sıkılır, değil mi ya kardeş? Talih bu! Kızcağız rahat etsin, rahat etsin… Gözüm olduğu için söylemiyorum alimallah… Beyi, bahçenin içine uzun uzun yollar yaptırmış, çakıllar yaydırmış, iki tarafına ağaçlar diktirmiş, o çiçekler, o çimenler artık yalancı cennet gibiymiş. Bir şey daha söylüyorlar, ona çok güldüm. Şeytan arabası mıdır nedir? Hani böyle şimendifer gibi fıldır fıldır gidiyor. Vavlı sepet21 arabası mı ne diyorlar? İşte öyle bir karın ağrısı ismi var. Nebile’nin beyi işte bir tane ondan almış. Hanımını bindirip de bahçede dolaştırıyormuş. Ne tuhaf olur onun üstünde gitmesi? Tövbeler olsun, binmesi de günahmış diyorlar ama insan imreniyor. Nebile beni pek sever. Benim için ‘Kardeşçiğim gelsin, onu işte o arabaya bindireyim de dolaştırayım.’ demişler… Bindirsin bindirmesin, öyle haber gönderip de bir kere gönlümü aldı ya, yetişir işte… Kız kibar karısı oldu ama Allah için söylemeli, hiç kibirlenmedi. Gene benimlen eskisi gibi senli benli konuşur. Allah eksik etmesin, bizimki huysuzdur. İzin vermez ki gideyim? Hele o arabaya bindireceğini duysa hiç göndermez. Her şeysi yolunda, yalnız bir dertleri var. Çocukları olmuyor. Beyi çocuk isterim, ille isterim de isterim diye tutturmuş. Allah vermeyince zavallı Nebile ne yapsın? İlaçlar, banyolar, adaklar, türbeler, hekimler, hocalar, başvurmadığı yer kalmadı. Allah istemeyene verir, isteyene vermez. İki gözüm, sebebi sorulmaz ki? Evlenmek niyetinde olan kocalar da işte böyle çocuk derler, mocuk derler, tutturacak bir bahane bulurlar. Erkek kısmının sevgisine inan olmaz… Yok hanım yok… Koca muhabbetine bel bağlamamalı… Şimdi sana hanımcığım, karıcığım, senin için ölüyorum, bayılıyorum, der… Sokağa çıkar çıkmaz hepsini unutur. Bir güzel kadın görünce gözleri velfecri okur. En uslusunun gene gözü dışarıdadır. Nebile’nin geçenlerde bir iki hafta kadar günü geçmişti. Gebe kaldım diye kadıncağız sevincinden çıldırdı şöyle… Acele çocuk takımları filanları hazırlamaya kalktı… Hep sevinçleri beyhude oldu. Arkasından bir şey çıkmadı. Bu gebelik böyle kof çıkınca Nebile hep kederinden hastalar oldu… Döşeklere düştü… Hakkı yok mu? Kederlenmez mi ya? Vardığı vakit kocası üç yüz kuruşluk zibidi bir kâtipti… Çarşamba taraflarında o çarpık, viran, kulübe gibi evlerde az mı sıkıntı çekti? Az yoksulluk mu gördü?”

Yaşlıca bir hanım: “Nebile Hanım’ın kocasını mutlak oynak karının biri ayartmıştır. Bir erkeğin kanında hoppalık, cebinde de dünyalık oldu mu ben denedim hanım, mümkün değil, doğru durmuyor… Erenköyü taraflarında nedir kadınların o kıyafetleri?.. O ne biçim yeldirmeler?.. Harmaniyelisi var… Aynalı biçimi var… O uzun etekler… O canım kumaşlar süpür süpür yerlerde… O pudralar, boyalar, o kabarık saçlar… O telli pullu başörtüleri! Senin kocan beni görüyor, benim kocam seni görüyor… Apaşikâre ben senin karına bakayım, sen benimkine bak… A… Bu ne mezhep genişliği? Kabahat erkeklerde değil, bizde, kadınlarda… Benim tazeliğimde bir kürsü şeyhi Mehmet Efendi vardı. İyciler Camisi’ne çıkardı. ‘Süsleneceksen ehline ayaline süslen. Giyineceksen, kuşanacaksan evinde giyin kuşan. Sokağa süslenme. Harama süslenme. Günahtır, vebaldir!’ diye bar bar bağırırdı.”

Diğer bir kadın: “Şimdi öyle şeyhler kalmadı ya… Kalsa da dinleyen yok… Ah… Ah… Dünya pek kötü oldu. Çok şükür, gene yiyecek birer lokma ekmek buluyoruz.”

Yaşlı hanımlar böyle gençleri, süsleri, tuvaletleri tenkit için dillerine dolamaktalarken beri yanda iki taze, guguruklu siyah kadının şıklığına hafiften dokunmaya başladılar.

Arap’ın burun kanı al hırkası, tenteneli kolları, yakası, kumru göğsü yanardöner çarşafından dışarıya taşıp dökülüyordu.

Haspanın o kadar gür, uzun saçı olmayacak, hemen bir onluk karpuz büyüklüğünde, başının tepesine kondurduğu guguruk eğreti saçlardan, belki siyah yünden, kırpıntılardan yapma olmak şüphesiyle dikkati çekiyordu. Hele bu süsün, tuvaletin en tuhaf, gülünç kısmı ellerde acayip acayip göze çarpıyordu. Arap yıpranmış, avuç içleri artık akçıllaşmış, parmak araları sökük siyah güderi eldivenler giymiş, sağ elinin serçe parmağına da kocaman bir akik yüzük takmıştı… Bu eldivenlere, yüzüğe ara sıra alaylı bakışlarla içlerinden kopan kahkahaların yarısını yuta yuta fıkırdayan tazelerin şu hâli Arap’ı yavaş yavaş huylandırmaya başladı. Abla nihayet dayanamayarak:

“Kımkir kımkir ne guliyo Allah aşkina… Ne var? Açikta bir şey mi gördü? Yoksa banim suratina maymun mi oynayo?”

Bu sual bir ufak kıvılcım ilave edilince kaynadığı kaptan taşacak hâle gelen bir su gibi o iki tazede kahkahalarını tutmaya takat bırakmadı. Birisi başını tramvayın penceresinden dışarıya çevirmek, öteki elini ağzına götürmek suretiyle boşandılar.

Beri tarafta kadının biri Nebile Hanım’a tarif edilmek üzere uzun uzadıya bir gebe kalma reçetesi tertip ederken bir başkası da Samatya’daki “Sürpük” Ebe’yi salık veriyor, “Bu Sürpük kadın birebirdir. Kendisine bir ay devam edenin, Tanrı izniyle, muhakkak bir çocuğu olur.” diyordu.

Bu boşanan kahkahalar üzerine hep kadınlar sustu. Dikkat nazarları o tarafa çevrildi. Kadının biri, ötekinden sordu:

“Neye gülüyorlar?”

“Şu siyah kadının süsünü, kıyafetini alaya alıyorlar…”

Abla köpürdü. Başını bir tarafa çarpıtıp dudaklarını uzatarak:

“Aa, a, a, a… Aşiftelerin zoruna bak!. Artık gule gule bayılacalar… Ne var ayo? Caniniza gülme isteyosa ban size bir şey tarif edece, ona gulüce…”

Yaşıyla nispet edilemeyecek derecede kendisine çekidüzen vermeye uğraşmış olan hanım:

“Zarafet, sen onlara uyma… Kişinin hâli tavrı kendi aynasıdır. Karlar yağsa kış değil mi? Kişi hâlini bilse hoş değil mi? Gülen kendine güler. Onlara kim gülsün?”

Gülenler: “Kadın sana ne oluyor? Gülme söyleme… Artık haraççıbaşı kesildiler başımıza… Gülmek yasak mı? Gülüyorsak size mi gülüyoruz? Keyfimizin kâhyası mısınız?”

Başka bir kadın: “Gülseler de yeri… Arap’ın kıyafeti gülünmeyecek gibi değil ki… Baksana nazlıma, eline de siyah güderi eldivenler giymiş… Kendi elinde onun, kudretten siyah eldiven var. Onun üzerine yine o renkte başkasını giymeye neden lüzum görmüş acaba?”

Kadınların bu alaylı tenkitlerine karşı artık Zarafet’in babası, anası hep tuttu. Celallendi. “Gulunaca tuhaflik bani kıyafeti değil… Filan şeydir!” diye öyle bir kaba tarifle kendini tenkit edenlere susturucu cevap verdi ki erkekler tarafından efendinin biri güm güm tahta bölmeyi vurarak “Kadınlar, bu tarafta erkekler oturduğunu unutuyor musunuz? Ayıptır. Ağzınızdan çıkanı kulağınız işitsin!” ihtarında bulundu.

II

Tramvayda kadınlarla kavga ettiğinden bir ay kadar sonra idi. Bir gece Erenköyü’ndeki köşkte Zarafet Abla gözlerini açtı. Sivrisineklerin, tahtakurularının hücumuyla vücudu baştan aşağıya yanıyordu. Kalktı, döşeğin içinde oturdu. Üzerinde cibinlik de varken bu can yakıcı, kan emici hayvanların nereden, nasıl böyle döşeğine dolmuş olduklarına şaştı. Odanın bir köşesinde yanan idare gazının isli, kör ışığı yardımıyla etrafına bakındı. Kaşınmaya başladı. Fakat ensesinden göğsüne, göğsünden bacaklarına koşturduğu iki elini, vücudundaki ızdırabı yatıştırmaya yetiştiremiyordu. Şimdiki moda saçları kıskandıracak irilikte didilmiş siyah yün gibi, tandır kadar kabarmış olan başını sağa sola sallaya sallaya biraz ötede yatan Rum hizmetçiye seslenerek:

“Elenigo, Elenigo… Ayo sen nasi uyuyo? Bu gece sivrisinekler bani jibinliği deldiler. İçine doldular. Sokuyo sokuyo yaniyo… Kaşiyo kaşiyo kabariyo…”

Eleni kaşınarak başını yastıktan biraz kaldırıp:

“Ah manamo… Rahat bırakmazsin abla bir parça Eleni uyuyacak?”

“A, çildirdi mi ayo? Sana kim ne diyo? Dalinin zoruna bak!”

“Ah, ama sen böyle dir dir soyliyor, ben nasil uyuyacak?”

“Sani ben mi uyutmayo? Sivrisinekler sana sokmuyolar mi?”

“Ah nasin sokmaz? Hem sokar hem kulak içeride vizir vizir turku söyler…”

Zarafet, sivrisinekleri öldürmek için iki elini cibinliğin orasına burasına götürüp birbirine çarparak:

“ ‘Şark’ diyo… Avuçlarini aciyo ama oldu mi olmedi mi gormiyo ki?”

“O ki vurdun, ne vakit ölüyor, avucunun içerde kan bırakayor!”

Zarafet Abla yastığının üzerinde fıstık gibi şişmiş dört beş tahtakurusu bulup ezerek:

“Elenigo…”

“Oriste…”

“Bu tahtakurularini gözleri var mı?”

“Ne bileceyim ben abla?”

“Gözlerini ban gormiyo ama onlar bani nasi goriyo, buliyo? Yatağını ne tarafa yapsa o tarafa geliyo… Elenigo ayo, o işi duydu mu sen?”

“…”

“Kız uyudu mu?”

“Birakarsin ki uyuyacayim?

“Ayo sana gizli bir şey soyleyece…”

“Bana gizli laf soyleyecek?”

“Kimse duymayacağina haçina putuna yemin edece. Ben de sana söylece…”

“Ah ‘matofeo’ ben kimseye demeyecek ki abla bana bir sirli laf soylemis…”

“Bizi kuçuk hanimi yok mu?”

“Bizim kuçuk hanum?”

“Evet, Leblebi hanum…”

“Yok Leblebi hanum, Lebibe Hanum.”

“Leblebi, fındık, naysa, hapisi bir… İşte o bir mektüp yazdi, bana verdi…”

“Sana vermiş kim postada bırakasin?”

“Posteye değil ayo… Komşunun oğluna verilece dedi…”

Eleni, komşunun oğlu sözünü işitince aşçı kadının açacağı esrarın ehemmiyetini hemen anlayarak döşeğinin içinde kalkıp toplandı:

“Komsunun oğlusuna verilecek demiş? Angisi? Hanya su sivil kravat koyar, er aksam demir yolu üzerinde piyaça yapar… A vre kaymeni… Ama benin akli bana böyle demiş ki bu delikanlı buradan geçer, bunda bir seytanlik var… Birbirlerine goz koymuşlar… Bunda bir ‘amur’22 isi var?”

“Bunda hamur işi yok ayo… Senin anlayacaği onlar birbirini seviyo…”

“Sonğra ne yapti? Mektup goturdu verdi?”

“Gotürmedi, korktu. O gece duşundu duşundu. Leblebi Hanım kardaşima kuçuk bey duyarsa? Büyük hanim duyarsa fena olace dedi. Kuçuk hanim ertesi günü nektüp yine vardi. Yalvardi yalvardi. Alini opti, yüzünü opti. Aha bani güzel ablaciği dedi. Beş guruş da beraber verdi. Artı dayanamadi, gotturdi.”

“Bes gurus verdi? Sok vermiş! Buradan en uzak memlekete mektup gider kirk para ilen… Bana verecek idi, bedava götürecektim. Ne olur? Surada komşu… Bes gurus aldin mektup götürdün?

“Dur ayo, acale etme… İlk önce götürmedi. Mektübün içinde ne var diye sordu. Salam kalam dedi. Benden de salam yazdi mi? Oyle ya, komşunun oğlusuna buradan nektüp gider de Zarafet’ten salam yazmasa ayip olmaz mı ayo?.. Sonra bana hatırına kalmaz ma?”

“O! Saskin abla! O mektup içerde seni için selam koyacak? Sana böyle demis, aldatmis… Sonra ne yapti?”

“Ne yapaca? Nektübü aldi, goturdi.”

“Brrravvo abla! Bey buldu, elinde verdi?”

“Buldu, aline verdi. O da bana ham elini opti hem beş guruş verdi.”

“Ah, aman, ben buna kiskandi. Bes gurus burda, bes gurus orda. Sen çok para aldi.”

Zarafet hafif bir haykırışla kahkaha arasında acayip bir gülme tutturdu. Döşeğin içinde gâh iki kat olup gâh doğrularak güldü, güldü, güldü. Nihayet dedi ki:

“Şimdi oturduğu bu kapu gibi ben hiç böyle ev görmedi… Kuçuk bey alafranga seviyo, ama aşçiye bes mecidiyeden ziyade vermiyo… Bani geçen günü yanina çağirdi. Mutbağın sofrenin, kulbasdinin alafranga adlarını öğren dedi. Ayo, bani aklinde kaliyo mu onlar? Kuzum Elengo, sen biliyo mutbağin adini, neydi?”

“Kuzina…”

“Koçine mi? O nasil şey oyle? Mutbağin adini hiç koçine oldu mu ayo? Hah hah hay… Kulbastinin adini?”

 

“Kotlet… Ama ne zaman ‘pirzoles’ diyorsun, daha güzel demek oluyor…”

“Kottet mi pirçola mi ayo?”

“Hem oyle hem böyle…”

“Sofraya ne diyordu?”

“Tabl…”

“Ayo bizde tabla başka, sofra başka… Ban bu kapida oturmayace Elengo. Üç türlü yemek yeniyo, kırk tabak yikaniyo. Sonra çatallarinin bıçaklarini sıcak suyun içine soktu, sapini çikardi diyor, darılıyo. Hiç sıcak suyun içine sokmadan biçak temizlenir me ayo? Sonra pirinci yıka diyo. Yıkıyo. Kavanozun içina su ile koy diyo, koyiyo. Bir gün duriyo, o suyunu dök başka su koy diyo, koyiyo. Artasi günü yine böyle. Uç gün yapiyo. Sonra kalbur üstüne koyiyo, kurudiyo, havanın içine koy dov da un gibi yap yüzine sürece diyo. Ayo hep bunlar aşçi kadinin işi me? Bana tarif ediyo, sabun yap diyo. Hiç sabun evde yapılır mı ayo? Herkes sabunu sokaktan yapılmış aliyo… Kuzum Elengo, yemek odasının adıni ne idi?”

“Sal a manze…”

“Salamanca mi? Kah kah kah… (yüksek sesle ezberleyerek) Salanamce! Koçina, kottet, pirço… O, nafile, aklinde kalmiyo… Geçen günü kuçuk bey kuçineye geldi.”

“Nerede geldi?”

“Ayo, mutbağın adı koçana değil mi?”

“Kuzina.”

“Ayyy, karin ağrısı! Diline donmiyo… Kuçina, işte oraya kuçinaya bani yanina geldi. Abla sana alafranga bir yemek tarif edece, sen de oyla pişirece dedi. Şimdi sana iki yaşinda bir tavuk gonderece, bu tavuğu haşlayaca… İçini basıtma, dana paçası, findi, ispenah, turupla sıkı sıkı dolduraca… Ben sana bir kutu mantar gonderece, bu matrarlarle tavuğun tekmili deliğine değişiğine tıkayaca, fırıne gonderece, iyice pişirece… Kah kah kah, tavuğun içine turpla paçe konur mu ayo? Tavuk fırından gelince tavanın içine tereyağı koy, kızdır. Bir parça kaymak at… İndir, tuz biber hardal karıştır. Bir bardak limonata yap, oni de karıştır… Sonra bunu tavuğun üzerine dök, dedi. Bunu adine ‘sus’ mu derler, ‘kus’ mu derler dedi? İyice aklinde kalmadi…”

“Sonra yaptin böyle?”

“Yapti ama tavuk ziyan oldu. Kimse yiyemedi. Kuçuk bey kendi de yiyemedi. Benim ne dediğini sen anlamadi, yanlış yapti dedi. Kavga etti. Sonra gitti, Şaban Ağa ile de kavga etti. Ben sana iki yaşında tavuk dedi, sen beş yaşinde aldi, dedi. Tavuğun yaşini Şaban Ağa nereden bilece ayo? Şaban Ağa kandi yaşini bilmeyo. Ben kendi yaşimi bileyo ma? Bu kadar konaklarda oturdu. Tavuk, hindi pişirdi. Bu tavuklari hindileri kaç yaşinda olduğuna kımsa sormadi…”

“Birak sindi bu hindi tavuk. Komşunun oğlusu cevaplik bir mektup vermedi?”

Zarafet Abla, kolundaki bilezikleri şıkır şıkır birbirine vura vura tatlı tatlı bir fasıl kaşındıktan sonra:

“Ban kuçuk hanimin nektüp ona verdi. Ötesini seni nene lazim ayo? Hepsini anlataca mı artık?”

“Evelden ben sana sormadı. Sen bana uykudan kalk demiş. Anğlatmis ki böyle böyle mektup goturmis… Sonğra lakırdı yarim birakmis. Çunkim anğlatmayacakti hepsini, niçun bana uykuda kaldırmis?”

Zarafet Abla, ruh okşayan bir hatırayla yüreğinin fıkırdadığını anlatır bir şekilde uzun uzadıya güldükten sonra:

“Elengo ayo!.. Sana başka bir şey söyleyece…”

“Abla, yalvaririm seni… Bana birakarsın ki uyuyayim biraz?”

“Ayo patladı mi? Sabaha vaktini çok. Uyursun… Daha sana soyleyece lakırdılar var. Şaban Ağa geçen akşam tabla verirken benim elinde sıkti. Niçin sıkti acaba?”

“Yok abla, Saban Ağa laf ben dinlemez. Baska lakırdi bilmezsin söyleyecek? Saban Zarafet’i elinde sıkmis. Gece uyumayacak buna diğneyecek? Oh, aman zevzek…”

“Sen Şaban Ağa lakırdısıne beğenemedi mi ayo? Başka lakırdı mi isteyo? Kuçuk beyin lakırdısıni soylarsa o zaman hoşlanaca mi?”

“O kako horunonahis! Kuçuk beyin lafina ben hoşlanacak?”

“Sen hoşlanaca ya! Geçen gunu hanimlar evde yokkan oda kapı-sinin araliğinde ne guluşiyordu beraber?”

“Gulusmedi, o bana bir laf soylemis…”

“Oyla mi laf soyleni ayo?”

“Abla, sen o gunu kuzinada isini birakti, bize gözetledi?”

“Gözetledi ya! Büyük hanım giderken ‘Zarafet, her tarafina bak. Evini gözetle.’ dedi, bana amanet etti de gitti…”

“Sana demiş kim bakasin evde bir yabancı gelmeyecek… Bir eşyalar alsun…”

“Sen aşifte hatunu oğlunu ayartiyor da ben gozetlemeyece mi? İnşallah sabah olsun buyuk hanime soyleyece… Evde kimse yokkan seni oğlunu Elengo’nun kulağını içine gizli lakırdı soyleyo diyece…”

Eleni, kızgınlıkla yarı yarıya döşeğinden dışarıya uzanarak:

“Abla, geçen günü sen çamasirlik içerde Saban Ağa ile barabar ne konuşuyordu gizli gizli?”

“Sen nereden gördü ayo?”

“Gördü ya… San bana gorur, ben sana görmez?”

“Şaban Ağa memleketine nektüp yazaca, abla bana iki mecidiye odunç veri misin dedi. Onu konuşiyordu…”

“Hay, hah, hah, hay… Benim kafa değil bu kadar kalin… Sabah buyuk hanuma söyleyecek…”

“Elengo, a kız, sen çocu mu oldu ayo? Oyle şey söylenir me? Aha beni güzel Elengo… Ne sen soyla, ne ban soylece… Yine bu evde güzel güzel oturali olmaz ma?”

20Şirket demek istiyor. Tam adı Şirket-i Hayriye. (e.n.)
21O dönemde bisiklete “velosipet” denirdi. (e.n.)
22Amur: Aşk, sevda. (e.n.)