Şıpsevdi

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

I 11

Aksaray Caddesi’ndeki sel ızgaraları hakkında eski bir rivayet, âdeta birkaç yılda bir büyük fırtına ve yağmurlarla beraber yenilenen bir efsane vardır. Vaktiyle yağmurun, selin pek taşkın olduğu bir günde, bu sel bacalarının biri, binicisiyle birlikte bir eşek yutmuş. Bu havadisin gürültüsü gazetelere kadar yayıldı. Sansür, halkın anlayışını aşağılaştıran, ahmakların hoşlanacağı böyle haberlerin yayılmasına aldırmazdı. Rivayeti çıkaranların bu konuda dayandıkları belgeler nedir? Koca eşek, üstündekiyle birlikte ızgara aralıklarından nasıl süzülüp geçmiş? Bu konuda inandırıcı bir açıklık yok. Yalnız Aksaray tramvay durağında Nalıncı ve Şekerci sokaklarının başlarındaki ızgaralar, yağmur sularını toplamak ve uzaklaştırmaktan daha başka hizmetler görerek de dikkati çekiyorlar. Bu baca ağızları, fakir halkın âdeta bülbüllü, sümbüllü, hoş kokulu bir havuzbaşı eğlence yeridir. Yaz günü uçan haşeratın her çeşidi buralarda vızıldar. Rutubetten etraflarında yosunlar, çimenler yetişir. Bu has bahçelerin güzelliğinden en çok faydalananlar tramvay işçileridir. Yazın insanı kesen sıcak günlerinde, Eminönü’nden Aksaray seferini tamamlayınca, o beş altı dakikalık hizmet arası sırasında tramvay ispirleri12 bu ızgaralı sokakların başlarındaki sıra ağaçların gölgesine yahut çeşmenin gölgeciğine sığınırlar. Bu ferahlatıcı havuzların hemen yanına iskemleyi atıp acele bir dinlenme kahvesi içerler.

Akşama doğru bu sokakların ağızları balıkçı tablaları, yemişçi, sebzeci küfeleriyle birer pazar, birer yiyecek sergisi hâlini alır.

Bu ızgaraların en büyük faydası, oradaki bütün esnafa âdeta çok büyük bir takatuka hizmeti görmeleridir. Bunların birer sel süzgeci olduğu unutularak temizlik arabalarının biraz uzunca süren gelişlerini bekleyemeyecek kadar aceleci olanlar, elleri değdikçe süprüntülerini getirirler, bu ızgaranın üzerine boşaltırlar. Aralıklardan sığan parçalar aşağı gider, sığmayanlar demir çubukların arasına sıkışır, durur. Bunlar, güneşin sıcaklığını içer. Arada bir dükkânlardan dökülen çirkefler, nargile ve kahve çömleği suları, berber leğenlerinin içindekilerle ıslanıp tazelendikçe ortalığı dayanılmaz bir koku sarar. Orayı, kara bulut gibi, irili ufaklı bir sinek alayı istila eder. Izgaranın yanından bir insan veya hayvan geçince bal ve eşek arıları da dâhil olmak üzere tatarcık, sakırga, kenesine kadar içinde kanatlı haşerattan her çeşidi bulunan bu alay, ürkerek, inceli kalınlı, türlü vızıltılarla bir kere havalanır. Birkaç kısma ayrılır. Birtakımı az ötedeki manav dükkânına, öteki kısmı da aşçıya, çapulculuk için dağılırlar. Bir haylisi de o has bahçelerde kahve içen müşterilerin başına bela olur. Manava gidenler, meyvelerin çürüklerini seçerek üstlerine üşüşürler. Aşçı dükkânına hücum edenler arasında pisboğazlık gibi onları aceleye sürükleyen bir kötü huy yüzünden hoşaf kâsesi, terbiyeli çorba tenceresi, bazı yemek salçaları içine düşüp kazaya uğrayanlar bulunur. Mayhoş ve serin hoşafa düşenler, havada kalan ayaklarıyla tek kanatlarını titreterek dokunaklı, keskin feryatlarla yardım istemeye başlarlar. Vızıltı hayli uzar. Fakat hain aşçı, boğulanların yardımına koşmaz. Zavallılar o şekerli, kızıl deniz içinde debelene debelene kalıbı dinlendirirler. Asıl acınacak hâlde olanlar çorba tenceresine düşenlerdir. Onların vızıltıları çok sürmez, çabuk haşlanırlar. Aşçı, müşteriye çorba vermek için kepçeyi daldırınca o kaynar yüzeyden derinliklere karışırlar. Görünmez olurlar. Zavallıları artık aşçı değil ya, çorbayı içen müşteriler bile aramış olsa bulamazlar. Tencerenin üstü sinekten kara bulut hâlini alınca aşçı çırağı her bir teli gene sinek tersinden görünmeyen sinekliği eline alır. Kapakları açık yemekler üzerine şiddetle bir sallar. Sinekliğin perişan zülfü, yemek salçalarına girer, çıkar. O kara bulut, bir uğultuyla havalanır. Bir kısmı dükkânın tavanına, başka yerlerine dağılır. Birtakımı da kapıdan, pencereden sokağa uğrar. Kapının dışında, aşçının ara sıra fırlatacağı kemiklere özlemiş bakışlarını bağlayıp bekleyen, en azılısından en acizine kadar, rütbelerine göre dizilmiş köpekler vardır. Bu sinek alayı önlerinden geçerken köpekler, boyunlarını uzatırlar. Ağızlarını kapan gibi açıp kapayarak pek yakınlarından geçenleri avlarlar, “hapıcık” yaparlar. Köpeğe sinek lokması ne kâr eder? Bu avcılık onlara, insanların karides, ayçiçeği, kabak çekirdeği yemeleri gibi, küçük bir eğlencedir. Köpek, avını ağzına attıktan sonra kısmetin küçüklüğünü, dişlerine hiçbir şey dokunmadığını anlatmak için küçümser bir yüz buruşturması içinde gözlerini kısarak çiğner. Av ne kadar küçük olursa olsun “Küll-i dâhilün yenfa.”13 hükmünü yayan, bulduğuyla geçinmeye alışık bir filozof olduğunu göstermek için yanından geçen ufak tefek sineklere karşı hiç de tenezzülsüzlük tavrı takınmaz. Hep ağız açarak tutmaya saldırır. Fakat kısmet bu… Her zaman kolaylıkla ele geçmez. Boşuna çene salladığı da çok olur.

Köpeklerin iştahlı dişlerinden kurtulan sinekler gene ızgaralar tarafına ve bu gönül açıcı bahçelerde kahve içen müşterilere dağılırlar. Tabiat sineklere, mikroplara kolay beslenme bakımından bağışladığı saadeti öteki yaratıklardan pek azına nasip etmiştir. İnsanlığın hırsızlık hakkında koyduğu şiddetli kanunlardan bu haşerat muaftır.

Çünkü aklı erenlerden hiçbiri yürürlükte olan kanunları bunlara kadar yaymak ve tatbik etmek imkânını keşfedememiştir. Bu seçkin mahluklar için bütün aşçı, sütçü, tatlıcı, manav dükkânlarından erzak toplamak mübah gibidir. Müşterilerin gönüllerini bulandırmamak için bu esnaftan bazıları şişe kapanlar, eczalı kâğıtlar, tozlar gibi yok edici vasıtalarla bunları öldürme yolunu düşünürlerse de çoğu bu konuda kayıtsız bulunur. Çünkü bu haşerat tatlıdan, ekşiden, nefis yiyeceklerden ne kadar ziftlenseler yedikleri şeyler tartıda, ölçüde hiç belli olmaz. Mesela bir üzüm küfesini beş yüz arı, sinek istila ederek birkaç saat tıkınsalar, üzümcü tartıda gene bir şey kaybetmez. Gayet ustalıklı yalar yutarlar. İşte bunun için esnafın çoğu bunların üşüntülerine pek aldırmazlar. Hücumlarından pek bezgin hâle gelirlerse bir iki defa sineklik sallamakla da yetinirler. O anda tartıda, ölçüde bir eksilme görülmüyor ama bu kanatlı haşerat her çeşit çöpten, pislikten kalkıp yenecek şeylere konarak bazı hastalıklara sirayet vasıtası oluyorlar. Bundan sağlık için birçok tehlike peyda oluyor. Bu fenalıktan esnafın haberi yok. Bu çeşit mahlukların kayıt ve inzibat altına alınması kabil olamadığı için bunlar dünyada her şeyin tadına bakmak gibi tabii bir imtiyazla her tarafta dolaşır dururlar. Bazen kaynar çorba tenceresinde can verenler, köpeklerin ağzına düşenler, başka kazalara uğrayanlar da olur ama bu hadiseler devede kulak. Benzerlerine tesir edecek bir ibret derecesinde sık görülmüyor.

Sözün ipini başka vadilere kaçırmadan şunu faydalı bir tembih olarak arz edelim ki bilginlerin sözüne göre mikroplar, geçim kolaylığı bakımından, sineklerden daha talihliymişler. Çünkü sinek, arı, karınca nevinden haşerat paylarına düşen erzakı ele geçirmek için etrafı dolaşarak bunları toplamaya uğraştıkları, yani bir dereceye kadar geçim derdine bağlı kaldıkları hâlde mikroplar, bulundukları yeri yiyerek araştırma zahmetine katlanmadan yaşarlarmış. Allah korusun, böyle üşüşüp yedikleri yerden hayır kalmazmış. Tanrı kullarını bunların şerrinden korusun, âmin.

Sinekler, bu ızgara civarındaki kahvelerin önlerinde keyif çatan zevk sahiplerinin üzerlerine saldırırlar ama bunların kimlerden meydana geldiğini söyledik ya… O güzel yerdeki serinlikten, güzel kokulardan istifade edenler tramvay arabacıları, kondüktörleri, kılavuzlarından ibarettir. Bunlar, o koca çizmeli ayaklarını yarım arşın ileriye uzatarak ufak bir yoğurt kâsesi iriliğindeki okkalı kahve fincanlarını höpürdeterek keyif yetiştirirler. Zavallı kahveci on, hatta beş paraya böyle kâse kâse kahve satar ama bunun neresinden ve ne miktar kâr eder, bilinmez.

Sinekler bu ağaların orasına burasına konar. Lakin bunların elleri o kadar nasırlanmış, yüzleri o geçim zahmetlerinin soğuk ve sıcak havasıyla öylesine sertleşmiştir ki sinek gezintisi bunlara vız gelir. Bir şey hissetmezler. Sinekler o köseleleşmiş enselerde, o pösteki-leşmiş yanaklarda, o abanozlaşmış parmaklarda rızıklarını sağlayan taneler toplamak üzere bir iki kolaçan ederler. Fakat hiçbir tarafa diş geçiremezler. Çünkü tramvay idaresi bunlardaki öz suyu o gündelik meşakkatlerle kurutmuş gibidir. Sinekler hiçbir cihete hortum işletemeyince kahve fincanına arsızlanmaya başlarlar. Kenarında bir iki piyasa filan derken ayakları mı kayar, nasıl olur, cup içine düşerler. Bunun kaza olduğuna kimsenin şüphesi yok. Çünkü yaşamaktan bezerek intihara kalkışacak kadar yüksek fikirlerin henüz sineklerde bulunmadığını herkes bilir. İntihar ekseriya geçim darlığı yahut sevginin verdiği üzüntü yüzünden ileri gelir. Avrupa’da, hususiyle İngiltere’de bazı lordlar, kontlar gelirlerinin çokluğuna karşı harcayacak yer bulamamak sıkıntısıyla intihar ederlermiş… Bu rivayetler bize yalan, hatta rüya gibi gelir. Çünkü Doğu cihetlerinde mesele bütün bütün tersinedir.

 

Zavallı sinek, içinde kahveden ziyade kaynatılmış arpa suyu bulunan o koyu renkli sıcak havuza düşünce kendini kurtarma ümidiyle vızır vızır en keskin yardım naraları atmaya başlar. Maalesef boru sesiyle işitme inceliğinden kendinde eser kalmamış olan tramvay ispiri bu vızıltıyı duymaz. Kazazede, son ümitsiz gayretiyle debelene debelene canını kurtarmaya çalışırken birinciden büyük bir kazaya uğrar. İspir, fincanı höpürdetir. Çok defa sinekçeğiz ilk nefeste gırtlağa iner. Oradan, uğurlar olsun, ikinci istasyonda mideyi bulur. Arabacı, kahve yudumu içinde yabancı bir madde olduğunu pek nadir hisseder. Dilinin ucuyla boğulanı dışarıya çıkarır. Parmağına alır. Kazazede siyah yahut yaldızlı, parlak neviden midir? Sakırga mıdır, nedir? Hüviyetini incelemeyi hiç merak etmeksizin bir fiskeyle biçareyi karşıya fırlatır. Fakat o sinekte de artık hayır kalmaz.

Bu boğulma olayı bir fincanda bazen iki üç defa tekrarlanır. Ama müşteri aynı kayıtsızlıkla sinekleri ya yutar ya çıkarır. O kadar küçük bir şeyden tiksinmeye düşmek münasebetsizliğinde bulunmaz. Bu hâli pek tabii görür. İğrenmeye kalksa kimi mesul tutmalı? Havadaki sinek, fincana düşmüş… O kahveyi mundar saymak lazım gelse kahve içmekten vazgeçmekten başka çare kalmaz. Çiftini on paraya ufak kâse büyüklüğündeki fincanlarla kahve içip de her sinek düştükçe fincanların içindekini yenilemeye kalkışmak pek insafsızlık olur, değil mi? Ama herif içine arpa katıyormuş. Arpa bedava mı? Onu yemeye hak kazanabilmek için tramvay beygirleri ne azap, ne yorgunluk çekiyorlar! Kira hayvanları hep bu lezzetli nimeti yemek hayaliyle nal parçalıyorlar da biçarelerin içinde sahiplerinin avuçlarından bunu koklayabilenler akranları arasında talihli sayılıyorlar.

Arabacı üç beş dostuyla bir iki söz edip birkaç sinek yutuncaya kadar hareket etme nöbeti gelir. O kirli kahvenin içilme müddeti, bu adam için, tramvay ispirliği gibi kuvvet tüketen bir işin bitmez tükenmez seferleri arasında nasıl gönül okşayıcı bir fasıla teşkil eder, bilseniz! Zavallı, ayağa kalkar, dirseklerini kıvırıp kollarını uzatarak bir iki gerinir. O kısa dinlenme ve o acı kahveyle yeni bir seferin meşakkatlerine göğüs gerebilmek için gerekli kuvveti kazanır. Ağır, bir bakıma gururlu adımlarla yürür. Kendine ait yere çıkar. Boynundaki borusunu düzeltir. Kırbacını yoklar. Terbiyeleri eline alır. Kulağı kondüktörün çalacağı düdüktedir. O koca oda kadar araba, öndeki dört hayvanın gayreti, bu adamın himmetli kırbaçlarıyla o yokuşları çıkıp inecektir. Bu beş mahluk birbirleriyle o derece kaynaşmıştır ki aralarında hususi sesler ve işaretlerden yapılma bir çeşit lisan peyda olmuştur. İcabında kamçının o şakırtılı ucu belagatli ve tesirli cümleler söyler. Dikkat edilse hayvanların da aynen arabacı gibi, hareket için öttürülecek düdük sesini bekleyerek kulak kabarttıkları görülür.

Düdük ötünce beşi birden gayretle vazife görmeye girişirler. Geçim derdi o adamı bu hayvanların gördüğü işin başına geçirmiş. Biri sürecek, ötekiler çekecekler. Kaderin hikmeti bunları işte ortak etmiş. İspir yaşamak, belki birkaç çocuğunu da yaşatmak için kırbacı eline almış, o esirliğe mahkûm hayvanları yürütüyor. Ekmek parası sağlamaya uğraşıyor. Düdük ötünce bunun yürümeyi emrettiğini beşi de biliyor. Ama beygirler, gezgin bir eve benzeyen o koca arabayı akşama kadar belli bir yere niçin getirip götürdüklerini biliyorlar mı? Bu hayvanları bırakalım da kendimizi düşünelim. Başlangıcından sonuna kadar bu yaşama güçlüğünü niçin çektiğimizi biz biliyor muyuz? Varlığımızı, yokluğumuzu baştan ayağa kuşatan yaratılışın halli güç sırlarından hangi birini halledebiliyoruz? Tahammül derecemizi sormaksızın bizi beladan belaya götüren kaderi ispire, zayıf sırtımızdaki hayat yükünü tramvaya benzetirsek bizim de o hayvanlardan hiç farkımız kalmaz.

İnsanlar bir düşkünlüğe, bir üzüntüye uğradıkları vakit olanca öfkelerini kendilerinden aşağı durumda bulunan zayıf kimselerden çıkarmak, güçleri erdiği mahlukları o kızgınlık ve düşmanlıkla insafsızcasına ezmek yaratılışındadırlar.

İspirin dişi, başı ağrıdığı, bir şeye canı sıkıldığı, manen ve maddeten ızdırap duyduğu günler kaderine karşı kızgınlığını beygirlerden çıkarmak ister, o gün kamçıyı fazla vurur. Zavallı hayvanlar, çekme vazifelerini her günkü gayretle yapmaya çalıştıkları hâlde, o gün dayağı niçin fazla yediklerinin sebebini anlayamazlar. Akıl ve anlayışça kendi aşağısında gördüğü bazı kimselerin nasıl olup da talihin müsaadesiyle refaha eriştiklerinin sebebini de ispir anlayamaz.

İspir, bu beş on dakikalık istirahat fasılasına kavuşmaktan gene de bahtiyardır. Zavallı biletçi için hiç nefes alacak vakit yoktur. O biçare, tramvay durunca doğru idare şubesine, hesap memurunun karşısına gider. Bu hesap, ahiret hesabından daha güçtür. Çünkü ahiret hesabı ne kadar ince olursa olsun, bir tek defa sorulacaktır. Bu, her gün, hem de tekrar tekrar sorulur. Çantada bulunan para satılan biletlerin sayısıyla karşılaştırılacak. Bu ince hesap kontrol memurlarının cetvele al, mor, hasılı renk renk kalemlerle teftişi gösteren işaretlerine uygun düşecek… Çıkacak noksanı keseden ödemekten başka çare yok.

İspir, yalnız idare ettiği hayvanlara meram anlatacak. Zavallı biletçi, her seferde sayısını kestirmek kabil olmayan garip tabiatlı, meram anlamaz birçok adama söz dinletecek, nefes tüketecek.

İspir kahvesini içmekle, biletçi hesabını vermekle uğraşırken hayvanların idrarından meydana gelen gölcüklerden uçan ağır kokuların, sineklerin içinde, güneşin altında dinleniyor gibi duran tramvaya tek tük müşteri binmeye başladı: Evvela iki kadın bindi. Bunlardan biri erkeklerle kadınlar tarafını ayıran tahta bölmenin kirli keten perdesini indirerek “Her zaman da bu perdeyi açık bırakırlar. Ne zaman tramvaya binsem mutlaka elimle ben kaparım. Bu tramvaycılar ne tembel adamlardır. Yalnız tırınk tırınk para almasını bilirler. İş görmesini değil… Bunlar maliye kâtipleri gibi veresiye çalışmazlarmış, aylıklarını peşin alırlarmış. Bizim mahallede bir biletçi var, karısına bir kâtipten daha iyi bakıyor. Evceğizini bilsin, getirsin, götürsün de varsın biletçi olsun. Ne var? Sanki ben kızı mümeyyize verdim de ne oldu? Senede dört defa aldığı aylığı tıraş parasıyla fotininin lostrasına yetişmiyor. Bizim paşalar bu tramvay direktörleri kadar olamıyorlar. Bak o nasıl ediyorsa ediyor, hep bu çalışanların aylıklarını zamanında veriyor… Hanım, duydun mu? Bizi idare etmek için buraya Frenk getireceklermiş.”

“Aman sus kardeş… Kıyamete alamet… Deccal çıkacak diyorlardı. Sakın bu, işte o gelecek Frenk olmasın?”

“Yok canım, Deccal meccal değil… Bihikmetillahi Teala, bizimkilerin aklı işe bir türlü Frenkler kadar eremiyormuş…”

Birinin kucağında kundak, iki kadın daha bindi. Bu Deccal bahsine iştirak ettiler. Beş dakikada söz sekiz on kalıba girdi. Hiçbiri dinlemiyor, hepsi söylüyordu.

Orta yaşlı, fakat yaş nispetine göre yaraşığı aşar derecede süslü bir hanım, pek ziyade modaya uyma merakıyla süslenmesini garip görünecek dereceyi de aşırarak gülünç bir hâle getirmiş bir taze… Bir Rum hizmetçi matmazel, bezenmeye özenmiş lakin şık olmaktan ziyade tuhaf olmuş guguruklu bir zenci kadın… Lekelenmiş, tarazlanmış, vücuduna küçülmüş pembe atlas elbiseli dört beş yaşında bir kız çocuğu, ellerinde bohçalar, kutular, paketlerle tramvaydan çıktılar. Bunlar binip ellerindekileri oraya buraya yerleştirdikten sonra dışarıdan, beyin redingotu vücuduna uzunca gelmiş, başındaki illeti örtmek için kulaklarına kadar koca bir fes giymiş sünepe bir uşak, hanımlara birtakım eşya daha verdi. Tramvaydaki kadınlardan biri: “A, a, kuzum bu ne kadar eşya? Bunlar nereye sığacak?”

Arap, hiddetle:

“Elbette bir tarafa sığacak! Bu koca trompoyu sani keyfi için mi yaptiler ayo?”

Kadın: “E, sözümü geri aldım. Ne öfkeli Arap bu? Uysan kavga olacak…”

Arap: “Arap mi? Ağzına topla… Bani adıni sen mi koydu öyle? Ben Pehlelizade hanımefendini kalfasiyim, beğenemedi mi?”

Diğer bir kadın: “Kehlelizade14 mi diyor? O nasıl ad öyle?.. O dediğinden, Arap’ın üstünde de varsa vay hâlimize… Bir topalı yedi mahalleyi dolaşırmış…”

Bir diğeri: “Sus kardeş sus… Arap öfkeci… Babalı mıdır nedir?”

“Babalı mı? O babalı ise biz de babalıyız. Dünyada hiç babasız insan olur mu imiş?”

Kucağında, kundaktaki çocuğunu emziren kadın kedi gibi etrafı koklayarak:

“Ay, kardeş, burnuma mis gibi bir şey koktu… Nedir o?”

Kadınlar pencereden dışarıya bakıp:

“A… Şey bak, bak… Şurada kambur kahveci mangalı dükkânın önüne koymuş, ızgarada cızbız köftesi pişiriyor.”

Kadının biri birkaç defa yutkunduktan sonra:

“Hay yetişmesin pişirmeye… Sokak ortasında böyle şey mi olur?.. Koskoca cadde bu… Fukarası var… Gebesi var… Aşereni var… Emziklisi var… Kokuta kokuta âlemi böyle imrendireceğine ta dükkânın içinde pişirse de gizlice ziftlense olmaz mı?”

Kadının biri emzikliye hitap ederek:

“İçin çekti mi kardeş?”

Emzikli, sıkılarak önüne bakar. Diğer bir kadın onun tarafından cevap verip:

“A, ne demek, hiç emzikli olur da imrenmez mi? Söyle kızım, söyle için çekti mi?”

Emzikli, biraz kızararak:

“Ne yalan söyleyeyim, çekti… Söylemesi kabalık, böyle göbeğime kadar bir ezinti duydum…”

“Vah vah! İşte gördün mü? Zavallı tazenin şimdi sütü çekilirse?”

Diğer bir kadın: “Çekilir kardeş, çekilir. Süleyman’ımı emzirirken tıpkı böyle benim de başıma geldi… Bana kokan da balıktı, istemeye utandım. Ertesi günü memem üfürdü, Hüt Dağı gibi şişiverdi. (eliyle göğsünü göstererek) Taş ölçerim15 hanım, koca koca fitiller işledi. Üç ay paya pay hekim hoca gezdim. En sonra mahalsiz bir şeyden geçti ya, şimdi onu da anlatması uzun. Sütüm de kaçtı… Allah rahmet eylesin, nurlar içinde yatsın, o zamanlar benim oğlanı… Süleyman’ımı komşumuz Hacı Fevzi Efendi’nin gelini Safinaz Hanım emzirdi. Neler çektim, neler…”

Öteki kadın: “Ay, öyleyse heriften bir parça köftecik isterim. Hatuna günah değil mi?”

Kadın, tramvayın penceresinden kambur kahveciye seslenerek:

“Hu, kahvecibaşı… Kahvecibaşı… Baksana aslanım… Burada emzikli var. Köften mis gibi koktu. Şöyle bir çimdik… Bir tadımlık verir misin?”

Kambur kahveci, arkasında omuzdan iliklenir, yârdan ayrıldım biçimde cakalı bir mintan… Kollar dirseklere kadar dekolte… Baş açık, saçlar gayrimuntazam, çenesi göğüs tarafındaki çıkıntıya temas eder surette vücudunu yampiri çağanozvari ızgaraya vermiş… Elinde maşa… Ateş üzerinde etrafına kokulu bir duman yayan köfteleri, gözlerini yarı süzerek, dudaklarının nihayetlerinde biriken salyayı yuta yuta fevkalade bir özenle, özel bir tavırla ara sıra altüst ediyor. Karşısında yarım düzine kadar irili ufaklı köpek, köftelere karşı susta durur gibi saygılı birer vaziyet almışlar. Maşanın ızgaraya uzanışında kamburun beklenmedik bir ikramını ümitsizcesine bekleyen köpeklerde gözlerini baygın baygın yumup açarak birer yutkunuş var…

Köftelerin iştah açıcı kokusu sayesinde kadınlar tarafından “kahvecibaşı”, “aslanım” gibi iki övücü ve takdir dolu hitaba layık görülen kahveci, ikram seven bir insanın gururuyla hemen köftenin birini maşayla kavrayıp cazırdaya cazırdaya tramvaya doğru uzatarak:

“Çeşnisi bedava… İmrenip de istemeyenin günahı boynuna… Şan olsun da kâr olmasın… Köftem Aksaray’a nam verdi… Gebelere, emziklilere helal ve afiyet olsun… Al hanım, ye!.. Sütün kaçmasın…”

Kadın elini köfteye doğru evvela saldırıp sonra geri çekerek:

“A güzelim… Senin maşayla tuttuğun o sıcak köfteyi ben elimle nasıl alayım? Bir lokma ekmekçiğin yok mu? Üstüne koy da ver. Bir sevaptır ediyorsun, bari tamam et…”

Kahveci: “Gücenme hanım… Ekmeğim de var, suyum da… İstersen kahve, çay, limonata da ikram edeyim.”

Tramvaydan kadının biri: “Bakınız, herif bizimle eğleniyor.”

Diğeri: “Ne yaman kambur felektir o… Siz onun öyle yamrılığına, yumruluğuna bakmayınız. İki karı boşadı. Kız kardeşini tanırım…”

Kahveci, yarım dilim ekmeğin üzerinde köfteyi tramvaya uzatarak:

 

“İçinizde kaç emzikli, kaç hamile var? Allah’a şükür köfte çok… Kaç tane isterseniz haddim olmayarak takdim edeyim…”

Kadının biri: “A, delinin zoruna bak! Karın doyuracak değiliz ayol…”

Kadın köfteyi alıp dörtte bir kısım kadarını bölerek bir parça ekmeğin üzerinde emzikliye uzatır… Bir lokma da arkadaşı olan hanıma vererek:

“Al Zehra, koktu. (öteki kadınlara) İmrenen varsa sıkılmasın, söylesin… Buna yalnız emzikliler imrenmez ya… Emziksizlerin canı yok mu?”

Etraftan imrenmeyi gösterir mahcup tebessüm gösterenlere de birer parçacık ikramda bulunduktan sonra kadın, kalanını da kendi ağzına atar. Hanımın biri siyah kadını göstererek:

“A, kalfaya vermeyi unuttuk…”

Guguruklu Arap iğrenme tavrıyla yüzünü buruşturup:

“Yok… Yok… Ban imrenmadi… Marya16 mıdır, kaçi midir, nedir? Kamburun kirli aliyle yaptiği bir koftayi seksen farşa edip de ban yer miyim hiç?”

Kadının biri yanındakine yavaşça:

“Aa, a, baksana kuzum bu Arap’ın guguruğundan büyük de kibri var… Köfteleri beğenmedikten başka yiyenlere de hakaret ediyor. Yok marya imiş… Yok bilmem ne imiş… Elinin körü!..”

“Sus… Sus… Arap etrafa bulaşmak için çanak tutuyor. Bahane arıyor… Aşçı kadın mıdır nedir? Çalıp çalıp yiye yiye ete doymuş galiba da onun için nazlanıyor…”

Yaşıyla uygun olmayacak kadar süslenmiş olan hanımın yanındaki soluk pembe elbiseli kız çocuğu densizce somurtup dudaklarını kıvıra kıvıra annesinin eteğinden çekerek:

“Anne, ben köfte isterim… Koktu…”

Annesi yavaşça çocuğun kulağına:

“Ben sana şimdi çukulata alacağım… Ne yapacaksın o pis köfteyi?”

“Anne koktu, isterim…”

Kızın böyle arsızlandığını karşıdan gören Arap, avcu üstünden akçıl olan elini çocuğa doğru uzatarak:

“Bak tokata… Arsiz kız, ne kımkımlaniyorsun?.. San de mi emziklisin ayo? Kamburun koftasine imranılı mı hiç?”

Kadının biri telaşla:

“A, bak kardeş… Hepimiz tattık da çocuğu unuttuk…”

“A, sahi… Ne olur? Bir daha isterim. Kambur cömerde benziyor… (kahveciye) Baksana civanım…”

Kambur: “Buyurun elmasım…”

Kadının biri, öbürüne:

“Baksana şu musibete! Bir lokma ekmekle bir köftecik verdi. Şimdi terbiyesiz terbiyesiz arsızlanıyor…”

Köfte isteyen kadın: “Kahveci birader. Köfteni hepimiz yedik de çocuğa vermeyi unuttuk. Şimdi mızmızlanıyor… Şöyle yarım tanecik olsun daha verirsen büyük sevaba girersin.”

Kambur kahveci bu defa biraz kaşlarını çatarak dükkândaki çırağına:

“Ulan Sadık, bir dilim ekmek al gel! Parasız müşterilerin iştahları arttı. Kendileri yemişler, çocuğa tattırmayı unutmuşlar. Yavrucak şimdi mızmızlanıyormuş. Bak, hanımlara sor. Köftenin üstüne kahve, nargile de istiyorlar mı? Laleli’den tramvay bir ayak evveli imdada yetişip de buradaki kalkmazsa kasaba bir okka köftelik kıyma daha ısmarlamalı. Bu yetişmeyecek.”

Kadının biri: “Baksanıza, zevzek kambur neler söylüyor?”

Köfte isteyen hanım: “Bakma kardeş, öyle söyler o… Zevzektir ama kalbi pek iyi bir adamdır.”

Bir dilim ekmeğin üstünde köfte gelir. Çırak Sadık, dilimi uzatarak:

“Ustam selam etti, yeni gelmiş imrenenler varsa köfteyi ekmeğe sürtsünler, sürtsünler de et niyetine yesinler… Köfte bitti, tadamayanlar avuçlarını yalasınlar, dedi…”

Kadın: “Hoşt köpek! Ustan öyle şey söylemedi, sen uyduruyorsun!”

Çırak ustasına bağırarak:

“Usta! Selamını söyledim… Avuçlarını yalasınları anlattım. Hanım inanmıyor. Çakar almazlıktan geliyor…17 Köfteyi kendi kapıyor da bana ‘hoşt’ diyor!..”

Kambur: “Öyleyse kasaba söyle, bir iki okka veresiye kıymalık göndersin. İşte herkes görüyor ki para ile satmıyoruz. Fisebilillah dağıtıyoruz… Mevlitlerde şeker, kandil gecelerinde su dağıtıldığını âlem bilir ama böyle kahveden köfte sebil edildiğini şimdiye kadar kim görmüş?”

Çırak Sadık, tramvayın içinde bir köftenin altı yedi kadına dağıtılış şeklini merak ederek oradan ayrılmaz. Pencereden içerisini dikiz eder. Kadın, köftenin yarısını çocuğa verdikten sonra isteği olup olmayanları anlamak için etrafa şöylece hafif, kısa bir sorgu bakışı attıktan sonra kalan yarısını da kendi ağzına atıverir. Kadının bu oburluğu öteki hanımların gülümsemelerine, kahkahalarına, homurtularına sebep olur. Çocuk, köfteyi çiğnemeden yutup hemen annesinin eteğine sarılarak: “Anne, ben köfte isterim… Hiç doymadım ki…”

Karşıdan zenci kadın, çocuğa gene tokat işareti ederek kendine mahsus o dolambaçlı söyleyişiyle:

“Sani Allah doyorsun! Ben bu Hasene kızın doyduğu hiç gormadi. Koftacini arkasındaki o kamburunu yese bu kız gene doymaz, gene doymaz… Vesile Hanım şamarı ur ağzına da sussun bu yumurcak…

Çırak, ustasına bağırarak:

“Usta!.. Çabuk, çabuk… Dükkâna kaç… Hanımlar doymamış, senin kamburunu yiyeceklermiş…”

Kahvecinin yanındaki peynirci, dükkândan başını uzatarak ropdöşambır gibi arkasına giydiği, aslında beyazken şimdi insanın bir türlü rengini tayin edemediği o kirli urbası içinde güle güle:

“Yok… Yok… Arif’imin kamburuna dokunmasınlar. O, onun semeridir. Yaraşığıdır. Sonra bütün tuhaflığı, kamburuyla beraber gider. Bizim Arif, kamburu olmayıncak kaç para eder ki?”

Kambur Arif, Zeybek oynar gibi mangal başından bir fırlar. Maşalı elini havaya kaldırıp belini kıvırarak:

“İşte bak buna kızarım. Köftem afiyet olsun. Lakin pisboğazlığın lüzumu yok! Kamburuma sulanmasınlar. O benim babamdan kalma altın çekmecemdir. Hırsızlardan kurtarmak için üç bin liraya sigortaya koydum. Fakat sihirlidir, afsunludur. Bizim moruk bana bu mirası bırakırken içinden bir altınını bozdurup harcayamasın diye bedduada bulunmuş… Sırtımda bir sandık lira taşıyorum da gene züğürtlükten ölüyorum. Bugün nasılsa elime bir avuç kıyma geçti. Ona da seksen ortak çıktı!

 
Kamburum sigortalı
Sevgilim Tatavlalı
 

Bu beyti işte ben düzdüm. Şaire okudum. Bunun veznesi kafulesine uymamış dedi. Ben aftosla18 uyuştuktan sonra lafın veznesine, kafulesine kim bakar imanım? Biz birbirimize uyduk a, yetişir. Ben kambursam sevgilim de tek gözlü… Pencerenin biri fırtınadan patlamış. Aftosumun benden evvelki sevgilisi muhabbetinin şiddetinden suratına bir tokat aşk etmiş. Gözünün birini akıtmış… Sevda olursa da böyle olsun… Allah için herif karıyı seviyormuş. Sonra mahkemeye müracaat olunmuş… ‘Uzuv tatiline sebep olduğu cihetle’ lafıyla herifi içeriye palanlamışlar. Galiba birkaç kuruş da ceza almışlar. Karının talihi de kendi gibi biçimsiz. Eski hampası19 da benim gibi mangiz tutmaz imiş. Aşağı yukarı Bonmarşe’den iki çeyreğe sarı ela bir cam göz almışlar, nazlıma takmışlar. Bu mesele aftosumun tek gözüyle beraber kapanmış, bitmiş… Şimdi karıyla aramızda bazı şöyle bir konuşma geçer:

Karı: ‘Ben seni niçin sevdim, bilir misin?’

Ben: ‘Niçin?’

Karı: ‘Kambursun diye… Beğendim…’

Ben: ‘Ulan kamburluk beğenilir mi?’

Karı: ‘Sebebi var…’

Ben: ‘Nedir?’

Karı: ‘Öfkelendiğin zaman suratıma kadar uzanabilip de öbür gözümü de sen patlatmayasın diye…’

O bir gözlü, ben tümsekli, kimin kimi beğenmemeye hakkı var? O, tek aynalı olduğu için kamburumu daima yarım porsiyon görüyor. Ben de onun suratına dikiz ederken hörgücümü sakat tarafına doğru siperleyip sağlam cihetini seyrederim. Aftosuma adla sanla Tekgöz Marika derler. Aval, ara sıra şaşırır da beni ‘iki gözüm’ diye sever.”

Tramvaydaki kız çocuğu köfte istemekteki ısrarını derece derece artırarak ne Arap’ın gösterdiği kara şamardan yılgınlık getirir ne de annesinin çikolata, fıstık alacağı yolunda ettiği vaatlerden teselli bulur. Âdeta ulur gibi bir ağlama tutturur.

Kahveci çırağı Sadık, kambur ustasına:

“ ‘Momo’yu duyuyor musun? Ağlıyor… Köfte için matem ediyor…”

“Ulan o nasıl çocuk o?.. Köpek yavrusu gibi uluyor. Haydi bir dilim ekmek daha al gel. İşte öteki tramvay da yokuştan gözüktü. Bir köfte daha verelim de kız doymazsa şimdi araba kalkacak, ağlaya ağlaya gitsin. Bizim Hacı Efendi’ye söyleyelim… Kandil gecelerinde Karakulak’tır diye fıçı fıçı yağmur suyu sebil ettireceğine köfte dağıtsın, köfte… Bunun iştahlısı daha çok. Sevabı da elbette sudan büyük olur…”

Çırak ekmeği getirir. Kambur üstüne bir köfte daha koyup dilimi eline alır, başının üzerinden birkaç defa çevirdikten sonra:

“Bu da tekmil yeminlerimin kefareti… Marika’nın tek gözünün selameti… Uğruna gitsin…”

Çırak köfteyi tramvaya uzatır… Mahalle karılarında bir sevinç gürültüsüdür başlar.

Kadının biri: “A, ne şen kambur bu! Artık hovardalığı ele aldı. Galiba tekmil köfteleri bugün bize yedirecek…”

Asıl, ağlayan çocuk için istedikleri hâlde türlü şakalarla köfteyi gene dağıtırlar. Payına düşen onda bir köfte Hasene’nin dişinin kovuğuna bile gitmez. Bereket versin, kızın ikinci bir uluma tutturmasına vakit kalmadan yukarıdan tramvay gelir, bu bekleyen hareket eder. Kadınlar hep birden kambur Arif’e:

“Kambur köfteci, hakkını helal et kardeş. Köftenden hepimiz tattık.”

Kambur: “Kambur köfteci mi? Hani ya deminden kahvecibaşı, aslanım, civanım idim? Şimdi kambur mu olduk? Zararı yok… Helal olsun helal… Anamın ak sütü gibi helal olsun. Dükkânı unutmayınız. Gene buyurunuz inşallah… Pazartesi, perşembe günleri emziklilere köfte dağıtacağım. Haftaya uskumru ızgarası, tel kadayıfı da var. Konu komşuya haber veriniz…”

Tramvay biraz uzaklaştıktan sonra çırak Sadık:

“Usta, usta!.. Tramvaydan bir ses geliyor, duyuyor musun?”

“Ne sesi o?”

“Galiba açgözlü kız köfte diye gene tutturdu.”

“Kadınlar, çocuk ağladıkça köftenin geleceğine kanaat getirdiler de zannederim, ulutmak için kıza çimdik basıyorlar. Şu ızgarayı mangalın üstünden köftelerle beraber al da ‘kefareti budur’ diye tramvayın arkasından fırlatıver…”

***

Biletçi, birkaç kişi dolaşır. Yolcunun biri sigarasını sıkça sıkça birkaç defa çekip dumanını üfürerek elindeki bozuk paralarla bileti dikkatlice gözden geçirdikten, hesap ettikten sonra öfkeli bir yüz buruşturmasıyla sorarcasına paraları biletçiye uzatıp:

11“Alafranga” romanının ilk yayımlanmasında, sansür, buradaki “haşerat” ve “mikrop” sözlerinden hafiyeler hakkında bir ima kokusu alarak bu ilk kısmı tamamıyla çıkarmıştı.
12İspir: At veya araba uşağı. (e.n.)
13İçeriye giren her şey faydalıdır. (e.n.)
14Kehlelizade: Bitlioğlu. (e.n.)
15Taş ölçerim: “Benden uzak olsun!”, “Allah başa vermesin!” anlamında kullanılan deyim. (e.n.)
16Marya: Dişi koyun. (e.n.)
17Çakar almazlıktan gelmek: Anlamıyormuş, duymuyormuş gibi davranmak, oralı olmamak. (e.n.)
18Aftos: Oynaş. (e.n.)
19Hampa: Dost. (e.n.)