Ölüler Yaşıyor mu?

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

XIII
RUHLAR ÜSTÜNE DÜZENLENEN BELGELER

24 Aralık Cuma:

Öğle vakti bütün hizmetçiler sofrada iken rahibin odasında karyolanın yan üstü devrilmiş, ortadaki masanın onun altına sürülmüş olduğunu gördük. Akşam saat altıda odanın kilitli bulunan kapısını açtık. Bu kez de başka bir görünümle karşılaştık. Masa yatağın altından çekilip üzerine çıkarılmıştı.

25 Aralık:

Öğleyin gene hizmetçiler yemekteyken rahibin kilitli odasından vuruşlar duyuldu. İçeri girdik, gene araştırmaya başladık. Koltuğun biri oğlumun yazıhanesi üzerine çıkarılmıştı. Ve sonra rahibin duadan dönüşünde kanepenin devrilmiş; çalar saatin, duvar saatinin globe’u 20 üzerine ve bir sandalyenin de masa üstüne konulmuş olduğunu gördük. Akşam dokuzda ikinci katın koridorunda süpürgenin pısır pısır gezindiğini duyduk. Koştuk, baktık. Gerçekten süpürge yerini değiştirmişti.

Turhan okumaya devam ediyor:

Çeşitli tarihlerde şatoda olup biten garipliklerin, işitilen gürültülerin ardı arası yok. Bu göze görünmez latifeciler marifetlerini en çok papazın odasında gösteriyorlar. Kanepenin üzerindeki yastıkları pencerenin dış kenarına diziyorlar. Rahibin kilitli kapısı bir düziye açılıyor. Salonun kanepesi zıplayarak yürüyor. Ayakkabıları yelpaze biçiminde diziliyor. İki tanesi gece kandilinin etrafındaki tabakların içine konuyor. Su sürahisi ağzı aşağı kapatılmış bardağın üstüne çıkarılıyor.

Her zaman kilitli bırakılan rahibin odasındaki yüz kadar kitap yerlere saçılıyor. Yalnız üç cilt Kitab-ı Mukaddes, raflarında bırakılıyor. Öteki din kitapları yerlere atıldıktan sonra üzerlerine süpürge konuyor.

Rahip şömine önünde otururken kurak bir günde bacadan kovalarla sular boşaltılıyor. Sayın papaz küller içinde kalıyor.

Madamın odasındaki kapalı orgda türlü havalar çalınıyor.

Bir gün rahip efendi odasından çıkıp aşağıya inerken arkasından müthiş bir gürültü kopuyor. Ne olduğunu anlamak için geri dönüyor; bir de ne görsün, koca kitaplığı devirmişler! Ama kitaplar yerlere darmadağın saçılmamış, kitaplığın raflarında olduğu gibi sıra sıra dizilmiş.

Bir gün köpekler bahçedeki sık ağaçlı bir yere doğru bütün güçleriyle bir havlama koparırlar. Şato sahibi bu sık ağaçlığa bazı hırlı hırsız kimselerin gizlenmiş olmaları ihtimaliyle kendi ve uşakları silahlanarak orasını abluka ettikten sonra köpekleri içeriye saldırırlar. Yırtıcı bir saldırışla ağaçlığa dalan hayvanların havlama sesleri derhâl değişir. Dayak yiyorlarmış gibi kesik kesik ulumalarla, kuyrukları bacaklarının arasında, hemen dışarı fırlarlar. Ve onları kaçtıkları yere yeniden bir daha saldırtmak mümkün olmaz.

Şatoda perilerin en çok elde tuttukları bir oda vardır. Burada kalmaya kimse cesaret edemez. Şato sahibi Mösyö X’in 21 akrabasından bir subay, revolverini doldurarak uykusunu bozmaya gelecek her kim olursa üzerine ateş etmek kararıyla bir gece bu odada mumu söndürmeden yatar. Gece uykusu sırasında kulağına bir ipek elbisenin hışırtısı gelir gibi olur. Uyanır. Üzerinden ayak yorganı çekilir. Sönmüş mumu yakar. Mum gene söner. Bir daha yakar. Tamam üç kez mum söner, yakılır. Ve daima hışırtı işitir. Üzerinden yorganlar çekilir. “Kimdir o?” Sorusuna karşılık alamaz. Yorganların çekildiği tarafa doğru kararlamadan ateş eder. Hiçbir etkisi olmaz. Kurşunlar kovanlarından çıkmaz. Duvara saplanmış olan hartuçları sabahleyin muayenelerinde kurşunları gene kovanları içinde bulurlar.

Çeşitli derecedeki ruhani rütbede papazlar soruşturmaya gelirler. Gece kalırlar. Şato sahibi Mösyö X’in notlarındaki garip bilgilerin noktası noktasına gerçeğe uyduğu yollu imzalarıyla belgeler verirler. Perileri kaçırmak için edilen duaların da etkisi olmaz.

Şatoda mürebbi olup da sonradan Normandiya’da bir bucak papazlığına atanan rahibin verdiği belge şudur:

“T. Şatosu’nda 1875 yılı Ekim’inin 15’inden 1876 yılı ocak ayının 30’una kadar geçmiş olan garip olayların bir görgü tanığıyım. Mösyö X’in el yazısıyla olan hatıra defterindeki olayların yalnız bir adam tarafından uydurulmuş efsaneler kabilinden kabul edilmesine imkân yoktur. Çünkü bildirilen gürültüleri işitenler çoktur. Vuruşlar 500 metrelik bir uzaklıktan duyulacak kadar şiddetliydi. Bu garip olayları burada yeniden anlatmaya gerek görmüyorum. Çünkü bunları siz de biliyorsunuz. Bu çeşit olaylar şimdiki şatonun bulunduğu yerdeki yıkık, eski şatoda da aynen olmuştur. Bu garipliklerin olduğu anda şato sahibi Mösyö X elden gelen her türlü tedbirden geri durmamıştır.”

“Dışarıdan veya içeriden bir adamın benim kilitli odama girip de gözümün önünde eşyanın yerlerini değiştirebilmesine imkân düşünülebilir mi? Böyle bir kimse nasıl şöminenin bacasına çıkıp da beni küller içinde bırakacak biçimde ateşin üzerine kovalarla su boşaltır?”

“Bu hâl güpegündüz, yağmursuz bir zamanda olmuştu. Bu olayda yanımda bulunan öğrencim de korkusundan hemen kaçmıştı. Ve onun nasıl koştuğunu hâlâ görür gibi oluyorum. Nasıl olur da köpekler saldırdıkları yerden şiddetle ürkerek hemen dışarı kaçarlar? Gözlerimizin önünde sımsıkı kapalı bir pencerenin kendi kendine açılmasına ne denir? İşittiğimiz haykırmalar insan sesine benzemiyordu. Şatonun duvarlarına indirilen vuruşlar, çok kez o kadar şiddetli olurdu ki tavanın başımızın üzerine çöküvermesinden korkardım.”

“Bu denli akıl almaz şeyleri yapmaya hangi adamın gücü yetebilir? Ben hep bunların şeytan işi olduğu kanısındayım.

12 Ocak 1893 İmza Rahip M.”

Turhan gözlerini kitaptan ayırarak: “Dayı bey, daha çok ve uzun belgeler de var. Ben en kısasını okudum, ötekilerine devam edeyim mi?”

Talat Bey: “Yeter.”

Orhan: “Peki efendim, bu olaylara ne diyorsunuz?”

Talat Bey: “Bu garipliklere mutlaka inanmak zorunda değilim.”

Orhan: “Bu meselede iki şart var.”

Talat Bey: “Nedir?”

Orhan: “Ya inanacaksınız ya da açık nedenlerle reddedeceksiniz. Bu dinlediğimiz şeyler hep yalan mı?”

Talat Bey: “Benzer.”

Orhan: “Peki, ama hangi düşünceye dayanarak böyle diyorsunuz? Söyleyiniz de leh ve aleyhteki kanılarımız güçlensin.”

Talat Bey: “Bize birçok yalancı mucizeler anlatılmaktadır. Bizi inanca çağırmak için bu hurafelerle ciltler, ciltler doldurulmuştur. Yüzlerce de tanık gösterilmiştir. Örneğin, durup dururken bir mandanın kanatlanarak bir kartal gibi uçtuğunu on on beş kişinin tanıklığına dayanarak ileri sürseler bu doğa dışı olaya inanır mısınız?”

Orhan: “Bu dinlediklerimiz, bu söylediklerinizle hiç de karşılaştırılamaz. Böyle güçlü tasdikte bulunanların içinde birçok bilim adamı ve doktor da var. Dayı bey, bu işittikleriniz, sırf uydurma değil, aynen olmuştur. İlkin bunu kabul zorundasınız. Sonra meseleye istediğiniz gibi bir açıklama yolu arayabiliriz. Bundan on üç, on dokuz, yirmi yüzyıl kadar önce olmuş mucizelerle bunları bir tutamayız.”

Talat Bey: “Versenize bana şu kitabı, bityeniklerini göstereyim.”

Dayı bey eline aldığı cildi evire çevire Calvados şatosu bölümünü bularak birçok satıra göz gezdirdikten sonra:

“Efendim, bir kere şatonun asıl adı söylenmiyor. Bu, T. Şatosu işaretiyle gösteriliyor. Niçin?”

Orhan “Calvados şatosu demek yetmez mi?”

Talat Bey: “Hayır. Calvados, Normandiya Manş kıyısında kayalık bir yerin adıdır. Calvados şatosu demenin Erenköyü köşkü demeden hiç farkı yoktur. Erenköyü’nde, ama hangi köşk? Esas sayılacak bu önemli açıklamadan çekinmenin nedenini bana anlatır mısınız?”

Orhan: “Bu beladan kurtulmak üzere bir gün satmak gerekirse şatonun adını cinliye çıkarmış olmamak için…”

Talat Bey: “Tekin olmadığını onaylamak için böyle on beş kişinin verdikleri raporlarla kötü ünü bütün bucak çevresine yayılmış bir şatonun bu sırrı artık nasıl gizlenebilir?”

Orhan: “Adının saklanmış olması şato üstüne söylentilerin hepsini çürütebilecek güçte bir belge sayılamaz.”

Talat Bey: “Peki, ama karşı çıkmaya yer verecek kuşkular yalnız bununla bitmiyor ki…”

Orhan: “Daha neler var efendim?”

Talat Bey: “Şato sahibinin adı bilinmeyen işaret olan X harfiyle gösteriliyor. Yalnız arabacı Emile, bahçıvan Auguste, oda hizmetçisi Amelina, aşçı kadın Celine gibi hizmetçi adları sayılıp dökülüyor ki doğrusu bunlar da bana uydurma gibi geliyor. Daha tuhafı, olaylara en yakından tanık olan çocuğun mürebbisi Rahip Efendi yazdığı doğrulama kâğıdının altına yalnız M. harfiyle takma bir imza koyuyor. Adını gizleyen bir tanığın tanıklığına inanmak için çok büyük bir iyi niyet sahibi olmak gerekir. Benim görüşüm bu.”

Orhan: “Bu karşı görüşünüzde ben sandığınız kadar bir kuvvet görmüyorum. Çünkü Doktor Dariex’in ve G. Maurice’in olay üstüne imzalı mektupları var. Bundan başka Perili Evler cildinde belediye, zabıta, adliye memurlarının ve birçok fen adamının açık ve resmî imzalarıyla bu soy yüzlerce olay sayılıyor. Eğer olay Calvados şatosu perilerinden ibaret olsaydı, karşı çıkmanızda bir dereceye kadar hak kazanmış olabilirdiniz.”

Talat Bey: “Oğulcuğum, bu çeşit olaylar kamuoyunda henüz kesinlikle bir açıklığa ermemiştir. Eğer mesele, herkesi inandırabilecek şekilde ispat edilebilmiş olaydı inanmakta hep birleşirdik. Artık hiçbir türlü tartışmaya gerek kalmazdı.”

 

Orhan: “Bey dayıcığım, herkesin inancını niçin bu konuda bir miyar tutuyorsunuz? Bugün halkı birçok efsaneye inancından ayırmak mümkün olmadığı gibi birçok bilimsel teknolojik gerçeğe de inandırmak kabil değildir.”

Talat Bey: “Ben kitlenin oylarına inanmıyorum. Aydın kişiyi düşünüyorum.”

Orhan: “Genel deyiminde aydınlarla birlikte kitle de yok mudur? Oysa aydınların bugün hemen yarı yarıya ve belki de daha çok bir kısmı ruhun varlığına inanır.”

Talat Bey: “Azın en azı da olsa buna inanmayan bir topluluğun varlığını inkâr edemezsiniz ya…”

Orhan: “Her mezhepte bir karşı koyanlar topluluğu bulunabilir.”

Talat Bey: “Bu da neden ileri gelir?”

Orhan: “Yaradılışta kavrayış bakımından eşitlik bulunmamasından.”

Talat Bey: “Yaradılışta, kavrayışta eşitlik olaydı ne kadar can sıkıcı bir hayatın biteviyeliği içinde bunalıp kalacaktık. Ne bir Napolyon olacaktı ne bir hamal. Doğanın akıl faturasını bu kadar çeşitli yaptığına teşekkür etmeliyiz. Halk garipliklere bayılır. İncelemek gücünde olmadığı şeylere inanıvermek saflığıyla hastadır. Teknolojik deneylere alışkın olanlar her kimin tanıklığı olursa olsun, işittikleri gariplikleri bir kez de kendi mihengine vurmadan kabul etmezler. Bundan dolayı sizin ispritizma meselelerindeki iddialarınız yeterince ispat edilmiş olsaydı, onlar da inanırlardı. Ama henüz ispatta bu yeterlik yoktur. Bu davada sizi kandıramayacağımı görüyorum. Ama siz de beni kendi düşüncenize çekebilmeyi hiç aklınızdan geçirmeyiniz. Şimdi biz susalım, bu olayları anlatan Camille Flammarion cenaplarını söyletelim. Bu büyük piriniz, Calvados olayı için sonuç olarak ne diyor?”

Orhan: “Kardeşim, 152’nci sayfayı dayı beyimize oku.”

Turhan kitabın o yaprağını açarak okumaya başlar:

Bütün bu hikâyenin doğaüstü olduğu itiraz götürmez bir durumdur. Ama doğruluğu da müthiş cinayetleriyle bundan daha delicesine ve anlamsız olan 1914-1918 Alman savaşı derecesinde kesindir. Gözlemlerin kuvvetli belgelere dayandığını bildirdiğimiz için kısaltarak değil, başlıca ayrıntılarıyla bu olayı sergilememizin başına aldık. Şeytani doğaüstü hipotezinin tartışması üzerinde durmayacağım. İncelemeden sonra hiçbir şeye karar vermeksizin dikkatli olarak soruşturmamızı sürdürelim. Araştırmaların aydınlık sonuçları mantık yoluyla ancak gözlemlerin bir araya toplanmasından sonra gelir…

Ancak öyle sanıyorum ki bütün bu olaylardan şu sonucu çıkarmak için kendimizi izinli hissetmememiz mümkün olmayacaktır. O da budur: Göze görünmez yaratıklar vardır.

***

Turhan devam ediyor:

Üstat bundan sonra Correze’de bu görünmez yaratıkların eline geçmiş Constantinie adında bir evden söz ediyor. Bu olay da yeri bilinen ve tanınan bir yerdir; tanıkların, soruşturmacıların imzaları açıktır. Yani hiçbir karanlık, gizli nokta yoktur. Olaylar çok sayın belediye başkanlarının, yargıçların gözleri önünde geçmiş ve burada Calvados şatosundakilerden daha garip şeylere tanık olmuşlardır. Örneğin uyurken karyolanız beşik gibi sallanarak uyandırılıyorsunuz. Oturduğunuz sandalye çekilip altınızdan alınıyor. Yemek yerken önünüzden tabak kapılıp karşıya fırlatılıyor. Oturduğunuz yerde arkanıza bir baston iniyor. Madamın yatak odasından yoğun kara bir duman çıkıyor. Koşuyor, bakıyorsunuz ki dumanın çıktığı karyoladır. Telaşla araştırırken bir de görüyorsunuz ki ne ateş var ne duman… Bu hokkabazlık bazen ihtiyar Madam Faure’un üzerinde de yapılıyor. Kadının fistanından dumanlar fışkırıyor. Ama gerçekte ne duman var ne ateş…

Hep bu anlaşılmaz gariplikler ünlü yargıç Max Well’in gözlem ve incelemelerine dayanarak verdiği raporda tasdik edilmiş ve açık olarak yazılmıştır.

Turhan: “İşte size Constantinie Maison’dan çok kısaca söz ettim. Auvergne’de bu çeşit bir konuta geçiliyor. Dinlemekten sıkılmazsanız, yüzleri aşan perili evler koleksiyonunu size sıralayım.”

Talat Bey: “Gerek yok… Bunlardan birini dinlemekle insan binini dinlemiş gibi oluyor. Aklın, bilimin kabul edemeyeceği bu garipliklerden ne sonuç çıkarılabilir?”

Orhan: “Teknolojide de akıl kabul etmez gibi görünen çok şey vardır. Örneğin bundan yüzyıl önce Viyana’da verilen bir konserin İstanbul’dan dinlenilebileceği ve pervanesi havada dönen bir taşıtla iklimden iklime hayret verici bir hızla yolcular götüreceği söyleneydi bu masala kim inanırdı?”

Talat Bey: “O başka, bu başka.”

Orhan: “Neden?”

Talat Bey: “Biraz ders görmüş insanlara bugün kara tahta başında radyonun, uçağın ne oldukları anlatılabilir. Ama insaf ediniz, büyücü oyununa ve hokkabazın katakullisine benzeyen sizin ruhlarınızın, perilerinizin, cinlerinizin akla ve teknolojiye yaklaştırılabilecek yanları var mıdır? Büyücü oyununda vaktiyle Zuhuri, bu cin peri cilvelerini iyi karikatürize etmişti. Efetuha, mefetuha, pat… küt…”

Turhan: “Flammarion bunun ancak bir yüzyıl sonra bilim biçimini alabileceğini söylüyor. Ortada böyle bir kuvvet vardır. Bu muhakkak… Bu gizli bir elektrik midir? Ölülerden veya dirilerden çıkan bir akım mıdır? Olayları kuru kuruya inkârda direnmekten ne çıkar? Kendiniz bu garipliklerden birkaçına tanık olsanız, gözlerinizin gördüklerine, kulaklarınızın işittiklerine inanmayarak kendi kendinizi mi yalanlayacaksınız?”

Talat Bey: “Oğlum, siz her zaman böyle söylemiyorsunuz. Ortada henüz keşfolunmamış gizli bir kuvvetten söz edilirse insan bu alanda düşünmeyi pek garip bulmaz. Ama siz kuvvetin bilinmezliği üstüne her zaman aynı kanıyı taşımıyorsunuz. Bu kuvvete açıktan açığa ruh adını vererek masa başına çağırıyor, onlarla bazen çok gülünç dedikodular yapıyorsunuz.”

Orhan: “Ne yapalım? Ruhlar bize bazen gerçekten zihinleri durduracak şeyleri haber veriyorlar. Biz de bu kuvvetin intelligent22 olduğunu kabul zorunda kalıyoruz. Siz bu sırları, bizi inandırarak başka bir biçimde yorumlar ve açıklarsanız kabule hazırız. Ama siz birçok gözün önünde olup biten gerçekleri kökünden inkâr ediyorsunuz.”

Talat Bey: “Sizi kendi silahınızla vurmak, yani kendi belgelerinizi aleyhinize çevirerek boyun eğdirmek için ben de bu eserleri okuyacağım. Ben de sizin masa başındaki halkanıza katılacağım. İki dünya arasında tercümanlık eden bu garip şeylerle ben de konuşacağım.”

Orhan: “Bizi yalnız şöyle böyle müteşekkir değil, cidden minnettar bıraktınız.”

Talat Bey: “Beni ruhlarınıza takdim etmek için kılavuzum olursunuz.”

Orhan Turhan, ikisi birden:

“Memnuniyetle dayıcığım, memnuniyetle…”

XIV
TALAT BEY’İN FLAMMARİON’A KARŞI ÇIKIŞLARI

Ertesi sabah Talat Bey, yeğenlerinin kitaplığından birkaç kitap seçti. Odasına kapandı.

Sayfaları karıştırdıkça gerçekten merak çekici satırlara rastlanıyordu.

Okuduklarından bazılarını özetleyerek aktarıyoruz:

Var olmak veya olmamak, Hamlet’in bu mezarlık sahnesi her gün gözlerimizin önünde tekrarlanıp duruyor. Düşünürün hayatı, ölümün denetlenmesidir.

Eğer varlığı, insanlığı hiçbir şeye götürmüyorsa bu komedya nedir? Gerek ona yüz yüze bakabilelim veya görmemek için başımızı çevirelim, ölüm hayatın en büyük olayıdır. Onu incelemek istemek çocukluk havailiğinden ileri gelir. Zira uçurum önümüzde apaçık duruyor. Bir gün bu amansıza yuvarlanacağız. Mesele iskandil edilmesi 23 imkânsız bir derinliktedir. Ne kadar uğraşsak vakit kaybından başka bir şey elde edemeyiz. Bunun sonunu seçmek yersizdir, yollu bir mazeret ileri sürmek manasız bir korku ve tembelliğin doğurduğu boş bir bahaneden başka bir şey değildir.

Önümüze dikilen bu muazzam soru noktasının karşısında bir cevap istemeden durmak zordur.

Adil bir Allah var mı? O mu bizi yarattı? Yoksa onu bizim zayıf zihinlerimiz mi doğurdu? Kim kimin yaratıcısı, yaratığıdır bazen bilinmiyor. Adalet sözü de insanların uydurduğu boş bir söz müdür? Zavallı insanlık bu haksızlık, bu kötülük yolunda daha ne kadar sendeleyerek bir ışık aramak için yürüyeceksin?

Adalet âşığı büyük kalpli, duygulu adam, kendini yokla. Doğanın, yüreğine iyi eğilimler de koyduğunu bazı bazı duyuyorsun değil mi? Bunlardan faydalanmana engel olan kimdir? Doğa dediğimiz bu heyula da nedir? Onda bir azim, insaflı bir amaç, hayırlı bir erek var mı? Yoksa bu koca evrenin yabancı kaldığı adaletli ve insafla duygulanan yalnız bizim yaralı dimağlarımız mıdır? Titremeler getiren ne büyük muammaların karşısındayız.

Şüphesiz öleceğiz. Hiçbir şey bu kadar kesin değildir. Üzerinde yaşadığımız bu toprak yuvarlağı güneşin çevresinde yüz devir daha yaptıktan sonra sevgili okur, hiçbirimiz bu dünyada bulunmayacağız.

Ölüme karşı dehşetlenmek duygu zayıflığından gelen bir manasızlıktır. Bunda iki ihtimal var: Ölünce ya mahvolup bütün bütün biteceğiz ya da gözlerimizi bu hayata kapadıktan sonra bir ikinci âleme açacağız. Eğer bütün bütün öleceksek hiçbir şey bilmeyecek, yani ölümü hissetmeyeceğiz. Eğer bir ikinci hayata girerek yaşamayı sürdüreceksek mesele inceden inceye araştırılmaya değer bir nitelik alır.

Bir gün bu vücut organlarımız çalışmalarını durdurunca cesedimiz milyonlarca moleküllere dağılacak. Bunlar da bitkisel, hayvansal ve insansal öteki organizmalara karışacaklar. Aynı cesedin ikinci kez dirilişe ulaşması teorisi yani dinlerin bu eski iddiaları artık kabul edilmeyecek hurafeler arasına geçmiştir. Ruhsal düşünce ve cevherimiz maddesel organizmamızın dağılmasından sonra gene sürüp gidecekse biz de ikinci hayata geçmekle sevineceğiz. Böyle olunca o zaman bilinçli hayatımız bu şimdikinden daha ileri, daha yüksek bir biçimde sürecektir demektir. Çünkü yaratılışın doğrudan doğruya gelişme tarihini inceleyebileceğimiz gezegen, ancak üzerinde yaşadığımız bu yeryüzüdür. Ve burada da ilerleme kanununun basitten mükemmele doğru ilerlediğini görmekteyiz.

Ölüm nedir? Şimdiye kadar bu olayı bize açıklamaya çalışan dinlerden, mezheplerden, doktrinlerden hiçbirisi bizi inandırabilecek geniş bir anlatımda bulunamamışlardır; işte bunun için bilmek ihtiyacıyla yanıyoruz. Ve bazıları da doğa kötü hiçbir şey yaratmaz, yapmaz sonucuna gidiyor. Bu ise çok tartışma götürür bir yargıdır.

Düşünen bir fikir sahibi “Öldükten sonra büsbütün mü mahvolacağız?” sorusu önünde kayıtsız kalamaz.

Bu vadide ilk bakışta haklı gibi görünen bazı görüşler de vardır. Öldükten sonra gene yaşamak istememiz bu varlığımıza çocukça bir önem bağlamamızdan ileri geliyor. Büsbütün mahvolmamızı doğa için bir kayıp saymak gafletinde bulunuyoruz. Biz de yaratılışta ihmal edilemeyecek bir sayıdayız. Yaradan’ın bizimle de meşgul olması yerinde bir davranıştır. Bu gibi düşünceler de ileri sürülüyor.

Gerçekten ve hele astronomi bakımından bizim tek olarak varlığımızın değil, bütün insanlığın bile zerre kadar önemi yoktur. Pascal zamanındaki anthropocentrique géocentrique 24 sistemleri inancından yani bütün yıldızlar sisteminin bizim etrafımızda döndüğü ve bütün yaratılışın merkezinin insanlık olduğu gafletlerinden uzağız. Üzerinde yaşadığımız bu dünya nedir? Biz neyiz? Uzayın sonsuzluğu içinde kaybolmuş bir zerrenin üzerinde zerreleriz.

Ama efendim doğa, en küçük şeylerin içine en büyükleri sığdırmak mucizesiyle bizi hayretlere düşürüyor. Bir zerre de başlı başına bir evrendir. Mademki düşünüyoruz, bu özellik bizde vardır. O hâlde biz de varız. Bu muammaların derinliklerine dalmak isteyenler baş dönmelerine tutularak sığlıkta kalıyorlar.

Beklediğimiz cevapları bize dinler veremediler. Veremeyecekler… Bunca mabut heykelleri dikildi. Bunca alınlar secdelerde inledi. Lakin bu büyük muamma karşımızda hâlâ Asurlular, Kaldelîler, Eski Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar ve ortaçağ Hristiyanlığı zamanlarındaki heybetle duruyor. Dehşet verici ve dilsiz…

İnsan kurbanlarıyla beslenen insan biçimindeki tanrıların tapınakları yıkıldı. Hesapsız dinler söndü. Ama ölmezliğin koşullarını araştıran din, insanların bir düşünceye bağlanmaları düğümü önünde öncesiz ve sonrasız, iri yüzüyle sanki onu anlamak isteyişimizdeki saflığımıza gülüyor.

 

Döne döne bu soruyu kendimizden soralım: Ölümle yok mu olacağız? Yaşamakta devam mı edeceğiz? Hatiften bir cevap gelmiyor. Buna akıllar hiç ermiyor.

Bu büyük muammanın kaynağını aramak için göklere yükselen dehaların kanatları çırpına çırpına yoruldu. Ve düştü. Ruhun ölmezliği sorunu modern bilimlerin olumlu bir çözümlemesine ulaşamadı. Ama bazılarının iddiaları gibi muamma olumsuz bir biçimde de çözümlenmiş değildir.

Genel olarak sanılıyor ki bu öte dünya sfenksinin keşfi büsbütün idrakimizin dışındadır. İnsanın zekâsı bu sırrın zırhını delebilecek bir güçte değildir. Ama hayatta hangi konu bizi bunun kadar ilgilendirebilir? Sonumuzu düşünmekten uzak kalabilir miyiz?

Talat Bey kitabı masanın üzerine bıraktı. Bir cigara yaktı. Hafif bir gülümsemeyle zihninden şöyle diyordu:

“Koca feylesof, büyük adamsın. Bundan şüphe etmiyorum. Halkı aydınlatmak için bilimi, teknolojiyi tükenmez bir güçle populariser25 ettin. Kitaplıkları doldurdun. Bu seninki kadar şeref pek az Fransız’a nasip olmuştur. Ama üstat, bu yorucu uğraşın büyük kısmını niçin alçaklara vücut vermek alanında harcadın? Sana gökleri dolduran yıldızlar yetişmiyor muydu ki dehana daima daha ötede ve yokluklar evreninde gezi yerleri aradın?”

“Bu dünyaya doğmayaydın ne olacaktın? Hiç!.. Ölümle yine bu hiçliğe dönmekte ne kaybediyoruz? Bu dünyaya bir kez gelenin artık bir daha ölmemesi, yani hayattan hayata yaşadığı anılarla geçmesi, bu ölümsüzlük bilmem ki pek de istenen bir mutluluk mudur? Bu bitmez tükenmez uzunluğun verdiği usanç karşısında yüreğim sıkıntıdan çatlayacak gibi şişiyor. Bu dünya hayatlar için bir başlangıç mıdır? Biz buradan başka dünyalara gideceksek niçin sonrasız hayatlarının anılarıyla oralardan buraya gelenler olmuyor?”

“Ne için insanları, bitkilere ve hayvanlara mukadder olan kesin ölüm olayından uzak tutalım? Bir gelen, isterse ruhça olsun, dünyadan dünyaya gezginci hâlde geçerse bu evrenin durmadan yenilenişi nasıl olur? Bizden sonra geleceklere yolu kapamış gibi olmaz mıyız? Aynı kimlikle doğum dolabına kaç kez girip çıkacağız?”

“Eskiden bütün bilimlerin dizginlerini ellerinde tutan dinlerin izinleri olmadıkça doğa kanunlarından hiçbirinin ilan edilemeyeceğini, buna başvurmaya cesaret edeceklerin engizisyon mahkemelerine verildiklerini, bundan dolayı hiçbir özgür tartışma yapılamadığını, dinlerin efsane sayfalarını kapayarak artık bütün araştırmalarımızda bilim ölçüsünden ayrılmamak gerektiğini belagatli satırlarla yazıyorsunuz. Dinlerin yaratılışa ait bildirilerinde cahilliğin gülünç örneklerini gösteriyorsunuz. Hatta İsa’nın göklere uçması masalında diyorsunuz ki: ‘Uzayda alt üst, yani yukarı uçmak, aşağı düşmek yoktur. Bunlar dünyanın yer çekimine göre uydurulmuş sözcüklerdir. Çekiminden kurtularak yerden ayrılan bir cismi bizim uçuyor gibi görmemiz yanlış bir duygudur. Uçmuyor, gidiyor. Böyle olunca bu uçmanın salt efsane olması bir yana öyle de farz olunsa dünyamızın mihveri etrafında dönmesi dolayısıyla, şimdi uçtuğunu gördüğümüz peygamberin on iki saat sonra tepe aşağı düşeceğini kabul etmem gerekir…’ diyorsunuz. Ve ölmezlik meselesinin modern bilimlerce henüz olumlu, olumsuz bir çözümleme yoluna ermediğini tasdik ediyorsunuz. O hâlde üstat, genel ruh hazinesinden her insana pay verdiğiniz ruhun aynı kimlikte ölümsüzce sürüp gideceğini araştırmada niçin bu kadar yoruluyorsunuz?

“Derin bir uykuda, küçük bir baygınlıkta kendimizi ve bütün dünyayı, zerrece bir hatıra noktası kalmayacak bir bütünlükle kaybediyoruz. Duygu merkezimizden her şey siliniyor. Geçici bir süre için yok oluyoruz.”

“Bu gerçeği görürken büyük ölümde organizma hayatını kaybetmiş bir beynin hâlâ her şeyi duymakta devamını kabule nasıl yanaşabiliriz? Ve yine diyorsunuz ki ikinci hayatta maddesel beyin yok, ruhun öz duygusu vardır. Böylece incele incele yani gaip ruhu bulalım derken konunun elimizdeki tutamak yerini de yitiriyoruz.”

“İnsanları, hangi ve nasıl bir dünya üzerinde yaşadıklarını bilmemek ve bilmeyi merak etmemek aptallığıyla suçluyorsunuz. Onların hayvanlarla ortak zevklerle yetindiklerine acıyorsunuz. Cahiller sürüsüne bilim ve düşünmek zevkini aşılamanın çaresi henüz bulunamadı. Değil Ülker yıldızının ışık hızıyla buraya olan uzaklığını düşünmek, kendi karnında kaç arşın bağırsak bulunduğunu bilmeden bilgin geçinen niceleri vardır. Ve gene: Yeryüzünde yaşayan bir milyar altı yüz milyon insandan ancak bir milyon kadarının merak vb. nedenlerle astronomiyle ilgili eserler okuduklarını ve özellikle bilimsel buluşları izlemek için broşürler ve dergilerle meşgul olanların sayılarını ise bütün dünyada haydi haydi elli bin olarak tahmin ediyorsunuz. Bunlardan ancak altı bininin Fransa’da bulunduğunu ve öteki insan kalabalığının zekâlarını yalnız faydasız, adi eğlencelere ve bir de para kazanmak uğraşısına ayırdıklarını yazıyorsunuz.”

“Bu dediğiniz merakta, içlerinde altı bin değil, altı kişi bulunmayan uluslar ne yapsınlar?”

“Sözün ipucunu kaçırmayalım. İtirafınız üzere ruhun ölümsüzlüğü henüz ispatlanamamışsa ispritizmacıların masa başına çağırıp da konuştukları kimlerdir? Bunlar dünyadaki yaşamlarının tarihçesini, taraftarlıkla türlü yalanlar uydurmaktan kalemlerini kurtaramayan bugünün tarihçilerinden daha hak ve adalete uygun olarak anlatıyorlar. Perili evlerde gürültüler çıkaranların, masaları oynatanların, ölülerden veya dirilerden fışkıran rüzgâr gibi, elektrik gibi kör birer kuvvet olması ihtimalinden de söz ediyorsunuz. Birçok noktada dirileri aydınlatmaya çalışan bu zeki ruhları nasıl kör kuvvetlere benzetebiliriz?”

“Sözün kısası üstadım, bu meselenin gerçek ve uydurma yanları var. Eserleri inceleyip okumaya karar verdim. İşte yine söylüyorum. Bu okumada göreceğim teorilerin yeğenlerimle birlikte, ispritizma masası başında uygulamasını yapacağım. Göze görünenlerle görünmeyenlerin toplantısında ben de bir üye yeri tutmaya çalışacağım.”

20Globe: Yuvarlak, küre. (e.n.)
21“Şato sahibinin kimliği daima X harfiyle gösterilmektedir.” (y.n.)
22Intelligent: Zeki. (e.n.)
23İskandil etmek: Bir işin içyüzünü araştırmak, bilgi toplamak. (e.n.)
24Anthropocentrique géocentrique: İnsanmerkezcilik, yermerkezcilik. (e.n.)
25Populariser: Halkın anlayacağı biçime sokmak. (e.n.)
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?