Metres

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Hami, hiddette hocasını birkaç kat geçerek kıpkırmızı bir çehre ile:

“Doğrusu benim okuduğum gibidir. Evet: Je suis ètè’dir işte.”

“Ah mon diyö! Ben hata söylüyor?”

“Hata söylüyor.”

“Gramer kitap yanlış yazmış?”

“Evet grameriniz bütün bütün yanlış yazmış.”

“O Dieu des bêtes! Sen dokuz, on yaşta bir Türk çocuk biliyor o kadar ki Fransız gramerien’ler bilmiyorlar böyle?”

“Çok laf yok… Doğrusu je suis ètè olacak. Anladın mı sinyor patates?”

“Ben patates?”

“Ben olacak değilim ya, sen… Baban da bayır turpu!”

“Benim babam bayır turp? Bu bana dolu bir insult (hakaret)!”

“Hımbıl! Laf boş olacak değil ya elbette dolu olacak.”

Fransız gözlerini dört açarak:

Allons donc imbécile! Tu désires que nous changions notre grammaire pour te plaire.” (Haydi oradan ahmak! Sana hoş görünmek için gramerimizi değiştirmemizi mi arzu ediyorsun?)

Hami imbécile hakaretini işitince hemen balık gibi yüz üstü odanın ortasına upuzun atılarak ağlama ile yangın kulesi bekçilerinin “Niyyyyaaavvv…” diye çıkardıkları gürültülü ses arasında uzun acı bir feryat kopardı.

Çocuğun bu çirkin avazı çok büyük bir acıya veya teessüre işaret olduğu yalı halkınca tecrübe edilmişti. Sanki evin bir tarafı birdenbire parlayıvermiş gibi bu sesi işiten elinden işini bırakarak küçük beyin imdadına koştu. Odanın içi hemen yarım dakikada başları örtülü örtüsüz kadınlar, birçok uşaklarla doldu.

Daha işin ne olduğu anlaşılmadan Firuze Hanımefendi “Evladıma ne yaptınız? Herifler, karılar söyleyiniz bakayım, yavrucuğuma ne oldu?” diye acayip sorularla kalabalığı yararak odaya girdi.

Bir nara ile bütün yalı halkını başına toplayacağını bilen Hami haykıra haykıra Fransızca hocasına ne ağza alınmaz koyu küfürler fırlatıyordu! Biri bu küfürleri dinleseydi bu kadar ayıp sözleri o yaşta bir çocuğun nereden ve nasıl öğrenmiş olduğuna şaşardı.

Firuze Hanım: “Doktor nerede? Yavrum hiddetle tıkanacak, bayılacak. Canım, kâhya efendiyi bulun. Ben ona çocuğun celalli olduğunu Frenk’e anlatsın demedim mi?”

Hami, hocasına söverken, annesi son derece tatlılıkla alnından, yanaklarından okşayarak:

“Eh yavrum! Eh gülüm! Evet. Evet, dediğin gibi olsun meleğim. Oh. Oh, pekâlâ.”

Kâhya efendi yetişir. Doktor gelir. Küçük beyin sinirlerini yatıştırmak için kordiyaller50 yapılır. Sonunda hoca ile çocuk arasındaki anlaşmazlığın neden çıktığı anlaşılır.

Hep çocuğa hak verildiğini, bütün ona inanıldığını görerek şaşırıp kalan muallim o kalabalığa:

“Bu çok ayıp… Ne vakit bir çocuk bağırıyor bu kadar adam geliyor. O ne söylüyor, hep inanıyor. Yalnız çocuk değil terbiye yok… Siz hep yok…”

Hami Bey bağırarak:

Imbécile onun kendisidir. J’ai été değil, je suis étè’dir işte.”

Kâhya efendi hocanın kulağına: “Mösyö Jan rica ederiz, çocuk ne derse sen de öyledir de.”

“O… Bu çok drole…51 Çocuk ne vakit diyor ‘Kâhya efendi baba dört ayak vardır, kulakları yüksektir.’ biz inanacak ki böyledir.”

Hanımefendi bir aralık ortadan kaybolur, gene gelir. Mösyö Jan’ın eline gizlice, en aşağı on beş lira eder bir altın saat sıkıştırarak yavaşça:

“Rica ederim kuzum mösyö… Sözünü geri al, çocuğun dediğini tasdik et. Yavrumun kanı başına sıçramış.”

Mösyö Jan saati görünce hiddetlenmekle kabul etmek arasında şaşırmış bir tavırla:

“Yok madam, efendim hanım! Siz böyle benim ahlak bozacak yerde ne vakit onun ahlak yapıyor, daha iyi oluyor.”

“Mösyö pek ziyade rica ederim.”

“Her ne vakit bir karı yalvarıyor, biz olur diyor.”

Muallim çocuğun önüne girerek:

“Ben yanlış yaptı, verbe être, passé indéfini yok j’ai été fakat je suis été. Benim bu yanlış affeder.”

Hami, bu üstünlüğünden ileri gelen bir hor görürlükle:

“Ya ben sana demedim miydi? Mırmırık boza suratlı herif!”

Mösyö Jan, Galile’ye engizisyon mahkemesi önünde sözünü geri aldırdıkları gibi bir çocuğun hatırı için gerçeği inkâr ettikten sonra hemen kendini bahçeye attı. Orada çok büyük bir şemsiye gibi açık bir fıstık ağacının altında denize karşı nargilesini guruldatan Farisi hocasıyla, gözlerini süze süze her yudumu göbeğine kadar çekerek kahve içen Arabi muallimine rastladı. Bunlar Mösyö Jan’ı güler yüzle karşıladılar. Hami’nin bu densizliği onlar için yüz defa tekrarlanmış bir şeydi.

Arabi hocası kahveyi yere bırakarak:

“Müsü! Bu yalıda öyle muntazam ders okutmak yok… Çocuk ne derse öyle olacak. Yemekler güzel, hem bol. Bana âlâ yahni, kaymaklı nefis tatlılar… (Farisi hocasını göstererek) Murtaza Efendi için cilav, zerdeli hindi, sana mükemmel buyyon, lezzetli biftek… Bunları yemeli, sonra bu ağacın altına oturup kahveyi, cıgarayı da çekmeli. Dikkat olunacak nokta, yalnız ders sırasında çocuk mastara emir sıygasıdır dese katiyen zıddına basmamalı. Hemen evet demeli. Bak sinyor cenapları bu konakta bir âdet vardır. Küçük beyle çıkacak ilk çatışmada hocayı yola getirmek için eline bir altın saat verirler. İkinci patırtıda on lira, üçüncüde kapı dışarı ederler. Biz Murtaza Efendi’yle saatleri ve sonra altınları aldık. Şimdi beyi gücendirmemeye gayretle keyfimize bakıyoruz.”

Farisi hocası marpucu ağzından çıkararak gevşek gevşek uzun bir gülümseme ile başını sallaya sallaya:

“Hiç böyle tuhaf püser daha görmemişem. Derse dikkati yoktur, lakin zekidir. Geçende ister idi ki beni hiddete getirsin, ders sırasında iddiaya başladı ki amuhten mastarı52 armuttan alınmıştır, manası da çok tatlı olmak demektir.”

Arabi hocası: “Vallahi meseleye ağzım sulandı Murtaza Efendi.”

“Ben saati koynuma koymuşam, liraları keseye atmışam. Bilirem ki gayrı kalan kovulmaktır. Amuhtenin muşmuladan çıktığını iddia etse daha redde mecalim yok. Cevap ettim: ‘Beli beyim yahşi söylüyorsan, pek doğru, amuhtenin aslı armuttandır. Biraz daha büyür isen lügat babası olacaksın.’ Bu sözüme çok hoşlandı. Anasına medih olunmuşam. Ertesi günü hanımefendi beni kapı ardına çağırdı, ‘Öğretmenden memnunum Murtaza Efendi. Çocuğu güzel okutuyorsun.’ iltifatıyla beş lira ihsan buyurdu. Alıram liraları, çekerem nargileyi… Dahası mene gerekmezdi köpeoğlu!”

Mösyö Jan yarı yarıya anlayabildiği bu garip sözleri dinledi. Kendi kendine Je ferai autant que ces messiers, (Ben de bu efendiler gibi yaparım.) dedi.

Bir zaman sonra Hami ile aralarında çıkan ikinci bir anlaşmazlıkta muallim cenapları cebine on lira atarak Fransız dilinin temel kurallarından bazılarını inkâr etti. Beyefendinin keyfini yerine getirdi. Fakat üçüncü anlaşmazlıkta Mösyö Jan öteki hoca efendiler kadar geniş yürekli olamadı, yalıdan kovuldu. Valizini bir hamala yükletip kapıdan çıkarken Hami’nin irili ufaklı köleleri, cariyeleri bütün oyun ve rezalet hizmetçileri yumruklarını birbirine vurarak “Sen yok profesör, ben profesör! Ben yok çocuk, sen çocuk…” yaygaraları şu son saygıyı da esirgemediler!

Milliyetçe Fransız olan hocaların inatları, Mösyö Jan gibi birkaçında denendi. Artık o dili öğretmek için bir Rum hoca bulundu. Nikolayidi Efendi yaranmak işinde Arapça ve Farsça hocalarını kulaç kulaç geçti. Eski ve yeni dillerde âdeta allame olan bu zat besbelli para kazanmak dilini, âlimi olduğu ölü diller kadar bilemediğinden uzun zaman boş kese, boş mide ile orada burada sürünmüştü.

Öyle ferah bir yalıda kendisine mükemmel bir oda ayrılarak çoktan beri hasretini çektiği sıcak çorba ile sulu pirzolaya kavuşunca talebesinin hatırı için değil gramer kuralını değiştirmek, Eyfel Kulesi mızıka ile dans ediyormuş deseler, kuleyi oynarken gören ilk şahidin kendi olduğunu iddiadan sıkılmayacak bir hâle gelmişti.

Akşamüzerleri fıstık ağacının gölgesi altında Arapça hocası sigarasını, Farisi hocası nargilesini içerek keyif çatarlar ve Nikolayidi Efendi kilercinin hazırladığı işret tepsisinden kadeh düzikoyu53 yuvarlayarak o nefis mezelerin seçimi meselesinde saniyelerle yorulurken, bu üç muallim o gün Hami Bey’in keyfi için ne kadar dil kaidesi baltaladıklarını birbirine hikâye ederek gülüşürlerdi.

3
Kinizm Taraflısı Bir Filozof

Firuze Hanımefendi, öncelerini bir parça anlattığımız öyle bir hayatın zevklerinin verdiği yorgunlukla yüzü buruşmuş bir kadın, oğlu Hami Bey ise işte böyle dandini beyim hoppala paşamla terbiye görmüş bir gençti. Bu ailenin Şadi Efendi’nin ölümünden sonraki her türlü tartı ve ölçü dışındaki vur patlasın yaşaması ancak dokuz on yıl kadar sürebildi. Çiftliklerin çoğu satıldı. Kalanlar sarraflara ipotek edildi. Hami on beş on altı yaşına girdiği zaman bütün gelirleri ayda yüz elli, iki yüz liraya kadar inmişti ki bu azalış ana oğulun dokuz on yıldır geçirdikleri israfçı hayata göre âdeta acınacak bir yoksulluk, çekilmez bir fukaralık hâli demekti. Meşhur meseldir: “Kırk yılda bir zengin fakir, bir fakir zengin olmaz.” Bu meselin ilk söylendiği zamanda besbelli bugünkü borsalar, piyasalar, fondalar yokmuş. Çünkü şimdi zenginlik, sermaye ve ticaretinin parmakla gösterilecek kadar genişliğiyle ün almış olan biri bir telgrafla birkaç dakikada top atıveriyor, gene böyle bir piyasa muamelesinde adı sanı pek bilinmeyen başka biri de çarçabuk zengin olabiliyor. Demek eskiden insanlar ağır ağır zengin olurlar, yavaş yavaş fukara düşerlermiş. Fakat bu meselin hâlâ bazı ailelere göre düşündürücü bir tarafı bulunabilir. İşte rahmetli Şadi Efendi ailesinde görüldüğü gibi pek sıkıştıkları bir zamanda Firuze Hanım gayet değerli bir top şal, büyük kıratta bir yakut yüzük, daha bunlara benzer şeyler çıkararak gizlice sattırır, gene günlerini gün etme imkânını bulur idi. Birkaç yıl da böyle geçti. Çalgıcı halayıkların gençleri satıldı. İhtiyarları çırak çıkarıldı. Musiki, dans hocaları savuldu. Erkek, kadın hizmetçiler, seyisler, aşçılar beşte dört derecesinde azaltıldı, kısıldı. Yeniden yeniye akarlar elden çıkarılarak yıllık gelir bin lirayı tutmamaya başladı. O zamana kadar Hami de yirmi dört, yirmi beş yaşını buldu. Beyoğlu’nda ve şurada buradaki aşk işlerini pek ileri bir dereceye vardırdı. Firuze Hanım eldeki paralarının artık dayanamayacağı bu israflara bir son vermek için belki avunur diye oğlunu evlendirdi. Saffet Hanım’ı buldu, aldı. Gelin hanım o kadar semirmezden önce sahiden benzeri az bulunur güzellerdendi. En ziyade merak ettiği, heves gösterdiği bir şey ile üç dört aydan çok uğraşamamak huyunda bulunan Hami, karısının ahmaklığına, cahilliğine, bönlüğüne artık dayanamaz oldu. Firuze Hanımefendi’nin böyle bilgisiz kadınlardan birini gelin diye seçmesine kimsenin aklı ermedi. Kayınvalide hanım, bu seçmedeki hikmeti kendinden soranlara “Yaşı küçüktür, kendim öğretir yetiştiririm, bu güzellikte bir kıza her zaman insan rastlamaz diye tamah ederek Saffet’i oğluma aldım. Fakat gelinim o kadar dar istidatlı çıktı ki kendisine bir şey öğretebilmek şöyle dursun, vücuduna kadın kıyafetine benzer bir elbise bile giydiremedik.” cevabını verirdi.

 

O ailenin sırlarını bildiklerini iddia eden bazı kimseler Firuze’nin bu karşılığına içlerinden gülerdi. Çünkü onlara göre bu seçmenin hikmeti evin içine pek gözü açık bir gelin getirmek kaynananın işine gelemeyeceğinden başka bir şey değildi. Firuze Hanım gençliğindeki aşklarıyla dillere destan olmuştu.

Pek taze dul kalmışken evlenme tarafına yanaşmaması bu kadının geçirdiği hayatı birtakım kötü yorumlarla çekiştirenlere hak verdiriyordu. “Bir kadının öyle hesapsız parası, sürü ile âşığı olduktan sonra koca diye evine bir kâhya, bir baş belası dikmesinde ne mana vardır?” gibi alaylar ara sıra ta kendi kulağına kadar gittikçe Firuze tiksinmiş gibi kaşlarını kaldırıp dudaklarını kıvırarak “Âlemde ne işsiz saçma sapan söyleyenler var. Benim malımdan, gönlümden başka düşünecek bir şey bulamıyorlar mı?” sözleriyle herkesin böyle takazasına54 karşı çehresini çatardı.

Sonra sonra yaşı ilerledikçe hakkında söylenen bu gibi sözlerden içerlemeye başladı. Herkese karşı derli toplu görünmek, bu söylenenleri yaşayışı ve davranışı ile yalan çıkarmak isteğine kapıldı. Ama anlatmak istediği bu salah meyli ile de kendini kimseye beğendiremedi.

O zaman öteki beriki “Galiba mal suyunu çekti. Yüzü gözü de buruştu. Artık kendini besbelli beğenen olmuyor da zoraki ehliperdelik taslıyor.” demekten çekinmediler.

Çok güzel olmakla şöhret bulmuş bir kadının güzelliğinin tazeliği ömrün sonbaharına erince o eski aşk zaferlerinden gönlünde bir gurur artığı kalıyor. Sonu gelmez sandığı o güzelliğine zamanın açtığı yarıkları düzeltmeye ve bu zor işte kendi kendine başarı kazanmaya çabalıyor. Bir kere insan o mevsime girdi mi çok geçmiyor, karlar yağıyor, artık ömrün kış devrine mahsus zorlu fırtınalar ile hırpalanan o yüzü onarmak güçleşiyor, insan bazı gözlerindeki görüş berraklığına, bazı da aynanın tam olarak gösterdiğine inanmıyor. Yüzüne bakanlara kendisi de bir şey anlamak ister gibi bakarak sanki soruyor: “Ben nasılım? Gene evvelki gibi miyim?”

Bundan sonra güzelliğini övmek için işiteceği yalanlardan, yüze gülücülüklerden hoşlanıyor. Başka sebeplerle belki hâlâ kendine aşkını bildirenler, muhabbetin sadakatini söyleyenler oluyor. Bunları hep kendini aldatmak için dinliyor, bu tatlı rüyayı uzayabildiği kadar uzatmak isteğinden vazgeçmiyor. Fakat bir gün kalbine bir sıkıntı geliyor, duygularında bir değişiklik oluyor. Sevgilisinin davranışındaki samimiyetsizliği, sözlerindeki yapmacıklığı artık kendi nefsine karşı gizleyemiyor. Hemen aynaya koşuyor. O düzgünlerin, boyaların altından sırıtan yorgunluğu, buruşukluğu, bütün o korkunç gerçekleri inkâr etmeye, tevile imkân bulamıyor. Kendi kendine “Ben bitmişim! Bu çehre artık sevilemez. Beni sever görünenler, güzelliğimin tazeliğini hiç geçmeyecek gibi bir yaradılış istinası gibi göstermek isteyenler, hep o yüzüme gülenler, demek bir çıkarları olduğundan yalan söylüyorlar, beni aldatıyorlar.” diyor.

Böyle herkese maskara olmaktansa sevmemenin, hile ile sevilmemenin daha hayırlı olacağını itiraf ediyor. Artık hayatının sevişme faslını bir siyah perde ile örtmek istiyor. Fakat bu karar, aşktan ve sevdadan bu etek çekiş, bu zoraki kapanış öyle bir kadın için ruhça bir ölüm, âdeta bir canına kıymak demektir.

Firuze Hanımefendi için hâl tıpkı böyle olmuştu. Kendisine sevgilerini söyleyenlerin sözlerinde duyulan yapmacık, artık gizlenemeyen bu gerçek, sevişme lezzetine bedel o kadar ruh sıkıcı oluyordu ki Firuze bunu geçmişteki zaferlerine, kadınlık gururuna bir türlü yediremiyordu. Gönlünün hayal ettiği gibi bir erkek, bir delikanlı, heyhat evet bir genç çıksa da bu kadına, sevgisinin samimiliğine inandıracak bir büyücülükle sevgisini anlatsa, ah buna Firuze inanabilse, bu genç, bu ateşli sevgiliye bütün parasının bütün kalanını değil, bir ay sürecek böyle bir sevgi saadeti için, ömrünün kalan kısmını feda etmeye hazırdı. Fakat böyle bir sevgilinin varlığını bir türlü aklı almıyor, bunu uzun gecelerde sevdasının muhayyilesi gerçek dışı vadilerde dolaşırken, asla mümkün olmayan bir emel rüyası gibi tasavvur ediyordu.

Hami Bey İstanbul’un bütün çapkınlık ve zevk âlemlerinde bildiği gibi gezip tozduktan ve karısı Saffet’ten nefret derecesinde usandıktan sonra tahsilini tamamlamak (!) için Paris’e gitmeye kalkıştı. Oğlu, bu şiddetli arzusunu bildirdiği zaman annesinde henüz, anlattığımız salah meyli meydana çıkmamıştı. Birkaç sevgili ile meşgul bulunuyordu. O aralık oğlunu başından savması kendisinin serbestçe davranması için faydalı olurdu. Yine bazı emval rehin verilerek birkaç bin lira tedarik olundu. Hami baştan savuldu.

Annesi İstanbul’da, oğlu Paris’teki gönül âlemlerinde orsa boca55 yuvarlanırken Firuze Hanımefendi’nin havalanmış başından birkaç sevda felaketi geçti. Kendilerini pek sadık sandığı bir iki sevgilisinin muhabbetlerindeki hileleri, sahtelikleri meydana çıktı. Bunlardan birinin ilk hatasını affetti. Fakat sevgilisinin bu yüksek affından aklını başına toplamayan o adam, ilk kabahatini gölgede bırakacak bir ikinci hata daha işledi. Gene bozuşuldu. Sonra barışıldı. Firuze’nin affetme cömertliğinde, ötekilerin tekrar kabahat işlemelerinde pek ileri varmaları bu sevda işini çok karıştırdı. Sonra iş duruldu. Hakikat anlaşıldı ama beş altı bin lira içine oynadı. Bu sevda oyunlarının aile bütçesine açtığı yaralar, artık Firuze’nin buruşuk yüzü gibi onarılmaz bir hâle geldi. Son acı tecrübeler ile hanımefendi âşıkların bakışlarının o boyalı yüzden çevirip kesesine dikilmiş olduğunu anladı. Artık işte bu geç anlayış üzerine delikanlı sevmekten vazgeçip, yıllarca hüküm sürdüğü o sevda meydanından çekildi. Fakat bu çekilişi içten bir istekle olmaktan çok, iştahları yerinde iken gücenerek sofradan kalkan çocuklarınki gibi bir kızgınlık eseriydi. Onurunu okşayacak saygılı sözlerle birisi hanımefendiyi tekrar yemek sofrasına çağıracak olsa kabul etmekte ihtimal pek naz etmeyecekti. Aşktan, muhabbetten bu sözde nefret; süsüne, nizamına hiçbir aksama getirmedi. Gene tuvaleti saatlerle sürüyor; gene akşam sabah tuvalet suları, pudra, boya kutuları boşalıyordu.

Hami Bey Paris’ten dönünce annesini işte böyle acayip bir namusluluk taslar hâlde buldu. Şimdi yalıda hanımefendinin, sırdaşı, en sadık kulu Nedime adında genç bir Habeş vardı.

Bir zenci kadın ile bir beyazın evlenmesinden dünyaya gelen sütlü kahverenginde bir dadı kızıydı. Nedime, okuma, yazma ve el işlerindeki istidadı, ağzının söz yapması, karşısındakini inandırıcı sözler bilmesi ve hele damara girmesini bilmesi yüzünden Firuze’nin tam bir teveccühünü kazanabilmişti. Hanımefendi sandık sepetiyle beraber gönlünün anahtarlarını da bu kıza teslim etti. En ufak, sade işlerden en önemli aşk işlerine kadar hep o gözcü olurdu. O surette ki Firuze’ye sevgilerini söyleyecek kimseler ilkin Nedime’ye kendilerini sevdirmedikçe hanımın gönlüne giremezlerdi.

O ailenin gerçek servetinin ne dereceye indiğini Nedime bilir. Her günkü masraf dışında çok önemli bir lüzum üzerine değerli eşyadan biri satılmak gerektiği zaman onu gizlice çarşıya Nedime götürürdü. Bu Habeş kız, hanımına para bulmak için feracesinin altında koynuna, koltuğuna sıkıştırarak bedesten, kuyumcular çarşısı mezatlarına ne kadar iğneler, yüzükler, altın kupalar, zarflar daha neler neler taşımıştı. Fakat otuz liraya sattığı bir şeyin yirmisini göstererek onunu cebine atmakla hanımın emniyetini kötüye kullanmaktan çekinmezdi. Firuze’nin sevgilisiz bulunduğu zamanlarda çok defa alım satım olmadığından Nedime bedestenleri, kuyumcuları dolaşmak için hanımını sevda alışverişine teşvik eder ve en çok masraf açacak olan âşık, bu kızın fikrine göre hanımının gönlünde en uzun zaman hüküm sürmeye layık görülürdü.

Yalıya gelen kadın misafirler içinden hanımın yanına hangileri çıkmak, hangileri çıkmamak gerektiği işini Nedime tayin eder ve konuşulurken bir şeyi çok uzatmamalarını, üzüntü verecek yollara sözü götürmemelerini nezaketle hatırlatır ve bunun dışında çalçenelik ile can sıkacak bir kadın olursa onu bir bahane ile odadan dışarı çıkarmanın kolayını bulurdu.

Bir kere kadının biri kız kardeşinin karahummadan nasıl öldüğünü bütün ince noktalarına kadar hikâye ile hanımefendiyi bayıltmış ve bundan gelen sinir buhranını hekimler bir ayda tedavi edememişlerdi.

Bu yalıda Nedime’den sonra vaka erkânı arasına gireceklerden biri de merhum Şadi Efendi’nin kız kardeşinin oğlu şair Revai Bey’dir. Girip çıkmadığı meslek kalmayarak dünyanın iyi kötü bin türlü hâliyle havalandıktan sonra nihayet o ailenin başına bela kesilerek postu yalıya sermiş, kovmakla, tahkirle oradan uzaklaştırılamamıştır.

Akşamları yarım okkaya yakın dem çeker.56 Fakat Allah saklasın sarhoşluğu hiç çekilmez. İçkisi yerini bulup da gözleri döndü, ağzı da çarpıldı mı artık yanından kaçmalı. Saçmalarına dayanılmaz. Şiir diye yumurtladığı vezinsiz, kafiyesiz birtakım saçmalıklar, edep dışılıkta Süruri’nin açık saçık yazılarını bir ahlak kitabı derecesine yükseltir. O yalıda en ziyade hicvettiği de Firuze Hanımefendi’yle oğlu Hami Bey’dir. Bu ikisine sövüp saymaya bir türlü doyamaz. Ayıklığında kinizm yolunda bir filozof, sarhoşluğunda tamamıyla terbiyesiz bir zirzop kesilir. Meryem Dudu’ya tutkundur. Karıyı kimsesiz bir yerde yakaladıkça ağza alınmaz şiirler ile aşkını ilan eder. Dudu kızarır bozarır:

“Revani Bey o ne ayıp laflardır ki bana edoorsun? Ben senin ağzına sığar bir kaşığım acep?” diye parlayarak oradan savuşmak ister.

Lakin Revai:

“Dudu’m revani dedi beni tatlı buldu

Bak nasıl anladı şaştım lezzet-i lahmimden.” saçmasıyla karşılık verir.

 

Revai ellisini geçkindir. Fazilet ve irfanca kendinin zamanın kutbu olduğunu övünerek söyler. Nazariyelerinin hepsini tecrübe ettiğinden dolayı kendisinin bilmediği hiçbir felsefe mesleği yoktur. Hizmetçi gibi bazı cahiller alayına karşı, arada bir şeyhçe, dervişçe sözler sarf eder. Ne dediğini galiba ne kendi anlar ne de başka birine anlatabilir.

“Yağmur yağıyor.” deseler, “Gözünden akan ondan başka bir şey midir?” diye sorar. Karşısındaki şaşırarak “Gözümden akan nedir?” sorarsa hiç de temiz olmayan “Sidik!” cevabını vererek karşısındakini şaşırtır durur. Sonra da işin bilgi tarafına geçerek: İnsanın vücudunda senenin günleri kadar, ne eksik ne artık, tastamam üç yüz altmış beş ve şu kadar küsur çeşme bulunduğunu ve bu vücut kaynaklarının her birinden balgam, kan, safra, sevda gibi dört unsurdan çıkan küsuratı ile üç yüz altmış beş türlü su kaynadığını ve Avrupa’nın bilgisiz hekimlerince bu akıntılardan gözyaşı, sidik, ter ve buna benzer ancak birkaçının bilinip üç yüz bu kadarının o zavallılar için henüz bilinemez olduğunu anlatır.

Eğer karşısındakini bu sözleri dinleyecek kadar şaşkın bulursa o zaman artık ucu bucağı hiç bulunmaz taraflara doğru konuşmayı uzatır. “Yeryüzünde bulunan nehirlerin her biri bir renkte damardır.”dan meseleyi açmaya girişir. Bu renk çeşitliliğinin nedenlerini anlatır. Asıl kaynakların süt ve şerbet olması ihtimallerinden söz ederken, küremizin iriliğine sözü çevirir, dünya çapının 12.732.814 metre bulunduğu, her ne kadar bu konudaki kitaplarda yazılmış ise de bunun sekiz buçuk santiminin büyük bir yanlış olduğunu hiddetlenerek iddia eder. Eğer karşısındaki anlayışlı ve biraz da sinirlilerden ise mesele buralara dökülmeden ya o Revai’yi döver yahut kendi ondan dayak yiyerek oradan çekilir.

Revai dağınık ve çulsuzun biridir. Saçlarının erken ağarmış olmasından ve serseriliğinden dolayı gerçek yaşından on beş yaş büyük gözükür. Başına geniş bir arakiye, arkasına koyu renkli bir entari giyer. Beline koca bir balgami tokalı kemer takar. Kaç yıldır makas tarak görmemiş beyaz saçları, taşarak gene temizlik ve düzen görmemiş beyaz sakalına karışır. Gece kendisine loşça bir yerde rastlayan adam pek sağlam yürekli olmalıdır ki, Hint dervişlerine benzeyen bu saçaklı babadan korkmasın. Zavallı Meryem Dudu gece bu umacıya rastlamamak için kendi dilinde bildiği ne kadar dua varsa okur. Bu kadar çekinmeye karşı yalının Cinci Meydanı’nı andıran sofalarında bazı bu korkulukla göz göze gelir:

“Ah işte odur, gene Revani’dir. A beyefendi birden görünce sizi tanıyamadım. İçime korku koydunuz. Fena saatten uzak olsunlar, zannettim ki gene onlardan birine rastlandım.” sözleriyle korkusunu anlatan Dudu’nun bu son acayip cümlesine sarhoşun verdiği cevap burada açıklanamaz. Meryem’in korkusuna şimdi biraz da hiddet karışarak haykırır:

“O uzun dilini içeri çekersin? Beni sarhoş mezesi karılardan sandın? Cin, şeytan olsan sana gene çarpılmam.”

“Dudu, ben seni mutlak bir akşam çarpacağım.”

“Sokağa çıktığımda köpekler peşimden hav edorlarsa ondan vicdanıma bir bulantı gelor? İşte senin sözlerin de tut ki ona benzer havlardandır.”

“Dudu… Ben yalnız havlamam. Adamı yumuşak tarafından ısırıveririm.”

“Sokağın köpekleri oşttan anlarlar da sen anlamazsın? Sana oşt edorum.”

“Oşt edersin, ama gitmezsem ne yaparsın?”

“Ağzımı icara koymamışım, bağırırım.”

“Haydi bağır bakalım.” ihtarı ile Revai, Dudu’ya saldırır. Dudu, üst perdeden bir yaygara koparır. Av ile tazı gibi biri önde, öteki arkada bir kaçış, bir kovalamadır başlar. Zavallı Meryem kalabalık bir odaya kendini atabilirse ne âlâ… Atamazsa vücudunun yumuşak yerleri Revai’nin keskin dişleri ile kabarır. Garibi şurasıdır ki Dudu’nun öfkesi çabuk geçer. Sarhoştan hanımefendiye şikâyeti pek ender olur. Dudu kapı yoldaşlarına Revai’den şu yolda dert yanar:

“Görünüyor ki bu herif o ak sakalı ile benim için yüreğinden idare fitili gibi yanor. İnsandan ziyade bostan korkuluğuna benzer. Bazı ileri geri laf ediyorsa aptaldır deyi tınmoorum. Fakat ısırmasına can dayanor? Hanımefendimin hatırası vardır işte… Öyle yerlerimi dişlemiştir ki, günah çıkarırken papasa demekten ar duyarım. Revani Bey filozofların ‘sinik’ cinsindendir. Türkçede ona ‘köpek filozof’ yahut ki ‘köpoğlu filozof’ derler ne derler iyi bilmorum. Diyojen de bu cins filozoflardan idi, fakat böyle kimseyi ısırdığı tevarihte okunmamıştır.”

Meryem Dudu, kırk beşini geçkindir. Fakat dört beş yıldır yaşını soranlara hep otuz dokuz cevabını verir. Mümkün değil kırka atlamaz. Saçlarını boyar, başına bağladığı kendi renginde oyalı yemeninin katmerlerine özentili bir düzen vermek için aynanın karşısında geçirdiği dakikalara bakılırsa Revai’nin saldırgan dişlerinden hem kaçtığı hem davul çaldığı anlaşılır.

Meryem Dudu ile şakalaşması böyle dil şakasından dişleme hâline geçtiği sıralarda Revai’ye bir eğlence daha çıktı. Modist Hezar’ın ballandırdığı mürebbiye Madam Krike yalıya geldi. Madam Krike’nin yaşça Meryem’den ayrılığı kırk beş yaşını gizlemeden cesaretle söylemesinden ibaretti. Mürebbiye her gün tuvalet sabunları ile yüzünü yıkamaya meraklı olduğundan derisi ve yüzü pörsümüş, yanakları âdeta yanık gibi kızarmış, kumral saçları yarı yarıya ağarmış, düz koyu renklerde pek sade elbise giyer, zayıf uzun boylu bir kadındı.

İlk geldiği gün Hami Bey, Madem Krike’yi hocalık ve çocuk terbiyesi fenlerinden biraz sınamak istedi. Ana ile oğul mürebbiyeyi küçük salona aldılar. Madamın terbiyesine verilecek çocuk, yani Hami’nin oğlu Rıfkı Bey çağrıldı, mürebbiyesine tanıtıldı.

Hami Bey mürebbiyenin bilgisini ve huyunu anlamak için Fransızca şöyle sualler sormaya başladı:

“Madam, gösterilen dersleri öğrenmeye hevesli, zeki bir çocuğu bilmek, onu terbiye etmek kolaydır. Fakat bunun aksi olursa, yani çocukta çalışmak isteği bulunmaz, dikkati derse çekilemezse ne yaparsınız?

Firuze Hanımefendi oğlunun konuşma tarzından, hâlinden ve tavrından bazı cevherler saçmaya başladığını kavrayarak, bilmediği bir dilden geçen bu konuşmayı dikkatle dinlerse anlayacakmış gibi oturduğu koltukta vaziyet aldı. Madam Krike şimdiye kadar yanlarında mürebbiyelik ettiği ailelerden hiçbiri tarafından böyle bir imtihana çekilmemiş olduğundan miyoplara mahsus tarzda gözlerini buruşturup Hami’yi süzerek Fransızca:

“Mürebbi yahut mürebbiyelerin birinci vazifeleri yetiştirmelerine memur edildikleri çocukların zekâ, istidat, yaradılış meyillerini inceledikten sonra meydana çıkacak duruma göre bir usul tutmaktır.”

Hami, kendi terbiyesindeki düzensizliği gösterir bir çabuklukla:

“Madam, éducation kelimesinin aslı nereden geliyor? Size éducatrice yerine niçin institutrice deniyor?..”

Beyin böyle konudan konuya atlayıvermekteki hoppalığından oğlundan önce babasının terbiye edilmeye ihtiyacı olduğunu kavramakta güçlük çekmeyen mürebbiye karşısındakini süzmek için gözlerini büsbütün büzerek:

“Pardon mösyö! İlk sualinize cevap vereceğim. Cevabı bitirmeden bir ikincisini sormaya kalkışmayınız.”

Madam Krike’nin bir hocaya sahiden yakışan bu sert ihtarı beyefendinin biraz canını sıktı. Fakat kendi çocukluğundaki hocalar gibi, öğrenci ile curcunaya çıkışan öğretmenlerin derslerinden bir fayda ummak kabil olmadığı artık Hami Bey’ce tecrübe edilmiş olduğundan Rıfkı’nın doğru dürüst bir terbiye alması için bu defalık madamın bu sertçe muamelesine katlandı.

Mürebbiye devam ederek:

“Bir çocuğun öğrenmeye heves göstermemesi, dersine dikkat etmemesi başlıca iki sebepten ileri gelir; birincisi haylazlık, ikincisi ahmaklıktır. Bir çocukta öğrenmek kabiliyeti olup da haylazlık ve tembellik yüzünden çalışmıyorsa ona bu tadı tattırmak için çeşitli çarelere başvurulur, dikkatini derse çekmeye çalışılır. Bu çalışma çok defa boşa çıkmaz. Fakat bu dikkatsizliğe sebep ahmaklık, yani zihnin almaması ise o zaman bu yaradılış eksikliğini tamamlamak işi güçleşir. Bunun için de bazı usullere başvurulur. Fakat iyi bir sonuç elde etmek hemen hemen imkânsız gibidir. Bereket versin ki böyle çocuklara çok az rastlanıyor. Bunun için Lük57 der ki: ‘Böyle dikkat edememek hâli bir çocukta rastlanacak eksikliklerin en fenasıdır; çünkü bu eksiklik bünyeye, yaradılışa ait olduğu için düzeltilmesi zordur.’ ”

Madam Krike, ahmak çocuklardan Fransızca hemen hemen şöyle bahsetmişti:

“La diffuculté est plus grande, quand on o affaire à des natures tout à fait ingrates, et quand l’inattanion le signe d’uneindifférence générale de l’esprit.” (Pédagogie: Gabriel Compayré)

Hami Bey, madamın terbiye ve tedristeki bilgisini annesi Firuze Hanımefendi’ye anlatmak ve bununla da Fransızcadan Türkçeye çevirmedeki ustalığını göstermek üzere ağzını açarken salondan içeri, perde köşesinden Karagöz çıkar gibi, Revai girdi. Sağ elinin beş parmağını açarak göğsüne yapıştırmak suretiyle odadakilere dervişçe bir selam verdi. Başköşede bir koltuğa diz çökerek oturdu. Madam Krike, bu yeni gelenin dervişane kıyafet ve aldırışsız davranışlarından çok koltuk üzerinde diz çöküp oturmasına şaştı.

Revai, salondan kovulmaz ki, defederek onun hicivci dilinden kurtulmak kabil olsun. Bu herifin zıddına basmak, ne kadar bulaşıklığı varsa onu harcamaya bir yol açmak, edepsizce sözlerine çanak tutmak demek olduğunu ana ile oğul bildikleri için, ister istemez kendisini, mürebbiyeye, “felsefenin en yüksek derecesine erişmiş, fakat dünyadan geçmiş, kinik felsefe yoluna girmiş akrabalarından derin bir feylesof, mutasavvıf bir şair” olmak üzere takdim ettiler.

Revai, dil uzatmada aşırı gittiği, artık sözleri dayanılmayacak hâl aldığı zamanlarda iş Ali Ağa adında, sadece bu hizmet için tutulmuş bir uşağa bırakılır. Ali, kinik filozofu, boşboğaz Revai’yi susturuncaya kadar sopa ile döverdi. Fakat Revai’nin bu şekilde yola getirilmesi gürültülü olduğu için ancak yılda birkaç defa yapılırdı.

Madam Krike besbelli bir şaka olarak “Fakat kinikler böyle büyük evlerde oturmazlar.” dedi. Revai biraz Fransızca anlar, fakat düzgün söyleyemezdi. Garip huylu feylesof, fino gibi tüylerinin altından gülerek madamın sözlerine Türkçe şu cevabı verdi:

“Hepimizin bu evdeki oturuşumuz zaten geçicidir. Yalıyı borçlular zapt ettiği zaman ben kinik felsefeme uygun bir kovuk bulur tıkılırım. Fakat bilmem o zaman bu süslü hanımlarım, züppe beylerim nereye giderler?”

50Kordiyal: Rahatlatıcı ilaç. (e.n.)
51Drole: Garip. (e.n.)
52Amuhten mastarı: Öğrenmek mastarı. (e.n.)
53Düziko: Düz rakı; içinde anason, sakız vb. kokulu maddeler olmayan üzüm rakısı. (e.n.)
54Takaza: İnce anlamlı, alaylı, iğneli söz. (e.n.)
55Orsa boca: Bata çıka, iyi kötü. (e.n.)
56Dem çekmek: İçki içmek. (e.n.)
57John Locke. (e.n.)