Dirilen İskelet

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

8

Ertesi günü Kırksekbanlar Mahallesi’nde tuhaf, heyecan verici, halkın dedikodusuna elverişli bir ortamda bir haber yayıldı. Türlü yorumlarla ağızdan ağıza dolaşıyor, her işiten bir “Hiiiyyy aman ya Rabbi!” ile küçük dilini yutarcasına nefesini içeri çekiyor, söz her budak arasında ballanarak dal budak salıvere salıvere mahalleden mahalleye, semtten semte yayılıyordu.

Tayfur Bey’le Doktor Ferhat büyü yapmak için gece mezarlıklardan ölü kemiği toplarlarken çarpılmışlar…

En büyük merak Sadi, Nihat, Feyzi’yi, bu üç delikanlıyı sarmıştı. Çünkü akıllar almayan, her türlü muhakemeleri şaşırtan ve gerçeğe benzemeyen, bununla birlikte gözlerinin önünde geçen o korkunç sinemaya hayretten, korkudan titreyerek seyirci olmuşlardı.

Tayfur kefenli iskeletlerin üzerlerine tabancasını boşaltıp da tıpkı “tir”de, yani nişan atma salonunda taneyi geyiğin alnı ortasına isabet ettirince hayvanın acı bir feryat koparması gibi o sırlarla dolu ölüler de kahkaha salıvermişlerdi. Bu nasıl olmuştu?

Tuhaflık, daha doğrusu uğursuzluk Tayfur’un bayılması ile sonuçlanınca Feyzi iki çenesi birbirine çarparak:

“Arkadaşlar, ukalalık istemem. Siz alabildiğine inançsızlık gösterebilirsiniz. Lakin ben gözlerimin önünde geçen bu mezarlık mucizesine inanmak zorundayım. Bu üç iskeletin ağlamalı, kahkahalı çağrıları, kışkırtıcılıkları üzerine bu mezarlığı dolduran bütün ölülerin üzerimize yürümeyeceklerini ne biliyorsunuz? İlk önce Tayfur bayılır. Sonra Ferhat çarpılır. Daha sonra bu tiyatronun son saf seyircileri, yani biz yengece döneriz. Bir merak yüzünden buraya kadar geldik. Göreceğimizi gördük. Daha ötesini merak etmek deliliktir. Ölüler sırlarını öğrenmeye gelenlerden hoşlanmazlar. Haydi bakalım, şuradan hemen sıvışalım. İmansız geldik, Allah’a şükür imanlı gidiyoruz.”

Sadi: “Bu zavallı gençleri bu acıklı hâl içinde bırakıp gitmek insanlık mıdır?”

Feyzi: “Mezarlığın uğursuzluğuna, öfkesine uğramış kimselerin içine karışıp da aynı uğursuzluğa tutulmak istemem. Onların buraya ne fikirle mezar karıştırmaya, kemik toplamaya geldiklerini biliyor musunuz?”

Sadi karşılık vermedi. Nihat da gözü aşağıda sessizce dinliyordu.

Feyzi devam etti:

“Bu kefenli üç ahiret insanının kemikten yüzlerini gördük. Gülüp ağlamalarını işittik. Bu tezahürlerini fark etmemiz, gizli âlemlerine girişimiz bakalım onların hoşlarına gitti mi? Şimdi şuradan yavaşça sıvışmak isterken bu cüretimizden dolayı bizi çalyaka ederek ‘Efendiler nereye? Burada seyrettiklerinizi başkalarına anlatmaya mı gidiyorsunuz? Hayır, bu olamaz. Sırlarımıza erenler burada kalırlar.’ demeyecekleri ne belli? İşte görüyoruz ki, dünyanın altında da üstünde de ihtilal var. Bu kadar yüzyıllardan beridir sessiz, şikâyetsiz gömüldükleri yerlerde çürüyen ölüler galiba dünya kuruldu kurulalı yürürlükte olan kanunlara karşı çıkmak için başkaldırıyorlar. Ahiretin bu beyaz orduları dünyanın yeşillerinden, kızıllarından çok daha dehşetli…”

İki arkadaşı, Feyzi’nin bu saçma sapan görünen fakat gerçekte birçok noktaları günün olaylarına uyan diskurunu14 dinledikleri sırada o yüksekçe mezarlığın arkasından dikilen iskeletler kaybolmuştu. Doktor Ferhat mezarlığın gece uğursuzluğundan bir an önce kurtulmak için bazı organlarını ovarak, bazılarını silkerek, arkadaşını ayıltmaya uğraşırken ve Tayfur da azıcık kendine gelip de söylenen sözlere karşılık vermeye başlarken tıpkı eski cadılı haile sahnelerinde görüldüğü gibi yine aynı noktadan üç nöbet alev taşmış ve üç kemik kafa Tayfur’un ayrılıp gittiğine razı olmayacaklarını anlatır bir ısrarla yine o mezarlığın yüksekçe bölümünün arkasından boylu boylarınca gözükerek kahkahaya ve sonra ağlamaya başlayınca Feyzi “Tayfur’la Ferhat, bu iki maceracı cüretlerinin cezasını çekiyorlar. Üzerlerine ölülerin öfkelerini çektiler. Bu açıklığa karşı ahmakça ısrar edip de aynı hâle uğramak istemem. Onlara yardımda bulunmak insanlığı ile burada kalıp da mezarlık insanlarıyla kontra gidecekseniz size Allah’a ısmarladık. Ben kurtuluşu, iyiliği hemen buradan ayrılmakta buluyorum.” demişti.

Bu akılalmaz, fennî kafaların ciddiliklerine sığmaz, anlatılması, açıklanması kabil olmayan olay karşısında ne diyeceklerini şaşıran Sadi ile Nihat da Feyzi’nin mantığını kabul etmek zorunda kalmışlar, bunun üzerine hemen mezarlığı terk etmişlerdi.

Büyük yola çıkıp da bacaklarının bütün kuvvetlerini pedallarına vererek kaçarlarken Feyzi:

“Oh çok şükür hele, çarpılmadan mezarlığın uğursuzluğundan kaçıyoruz. Lakin henüz kendi kendimize geçmiş olsun demeye korkuyorum. Çünkü henüz geçirmedik. Arkamızdan kefenli bir sürü iskelet koşuyor sanıyorum. Olay yerinden uzaklaşıyoruz ama iki tarafımız mezarlık… Hâlâ onların malikânesindeyiz. O mübarekler için bulundukları yerden uzaklaşmak hiçbir şey değildir. İsterlerse şimdi bizi derhâl enselerler.”

Sadi: “Büyük bir kalpsizlikte bulunduk. İnsanlık değil bu. Ben hâlâ bu fikirdeyim. İki insanı, kendi soyumuzdan iki zavallıyı o kadar acıklı, tehlikeli bir durumda bırakıp kaçmak mertliğe yakışmaz.”

Feyzi: “Kalaydın ne yapabilecektin? İşte gördün ya bunlara kurşun kâr etmiyor. Hiç zarar vermeden yağmur tanesi gibi üzerlerinden akıp gidiyor. İnanılmaz bir hadiseye şahit olduk. Fakat biliyorum sen hâlâ inançlı değilsin. Dua bilmezsin. Aşır okuyamazsın. Öfkeye kapılmış bu ölüleri hangi kuvvetle kaçıracaksın? Bana sorarsan bu kefenlileri haklı buluyorum. Çünkü beylerin ne maksatla kemik karıştırdıklarını biliyor musun?”

Nihat: “Biz onların bu tuhaf, anlaşılması zor maksatlarını öğrenmek için buraya geldik. Fakat hiçbir şey anlayamadan gidiyoruz.”

Üç delikanlı böyle enine boyuna konuşa konuşa fakat hiçbir yönden meselenin ucunu kulpunu bulamayıp sabaha karşı yorgun, bitkin bir hâlde eve düştüler. Yatak yorgan aramadan her biri bir tarafa serildi. Olayın heyecanı ile dimağları uyuşmuş gibiydi. Yorgunluk her şeye üstün geldi. Gençlik uyku besinini almak için direndi. Daldılar…

Gözlerini açtıkları vakit odayı güneşin ışığı ve sıcaklığı ile dolmuş buldular. Şimdi kıpışık bakışlarla birbirlerinden soruyorlardı:

O geceki macera ne idi? Rüya mı? Hayal mi? Efsane mi? Birisi bunlara büyü mü yaptı? Esrar mı içirdi? Haşhaş mı yedirdi?

Hiçbir deyime, yoruma gelmez bir rüya, hiçbir gerçeğe bağlanmaz bir macera… Fakat yalan değil… Hâlâ, hâlâ derin bir uykudan sonra bu gece olayı bütün izlenimleriyle, bütün dehşetiyle zihinlerinde yaşıyordu. Şöyle gözlerini yumunca kefenli iskeletleri görüyorlar, kahkahalarını, ağlamalarını işitiyorlardı.

Sadi: “Biz olayın seyircisi idik. Üzerimize bir uğursuzluk sıçratmadan hele kurtulduk. Fakat asıl macera sahipleri ne hâlde? Öldüler mi? Döndüler mi? Tayfur’un konağına birini yollayıp da gerçeği anlasak…”

Nihat, ihtiyar uşak İshak Ağa’yı bilgi almaya gönderdi.

Feyzi: “Sadi, sen aklını beğenmiş bir adamsın. Çok şeye inanmazsın. Söyle bakalım, şu gördüğün hâle ne dersin?”

Sadi: “Gayritabii bir olay derim.”

Feyzi: “Gayritabii diyorsun ama gözlerimizin önünde geçti.”

Sadi: “İspritizmacıların da gösterdikleri akla, fenne uymaz birçok gariplikler var.”

Feyzi: “Sen bana şunu söyle ki, açıkça gözlerimizin önünde geçen bir olayı sırf akla, fenne uymadığı için inkâr mı edeceğiz?”

Sadi: “Kardeşim, ölü mezardan kalkıp gülmez. Ağlamaz da… O gördüklerimiz takır takır iskeletti. Bilirsin ki, gülmek için kalp lazım, ciğer lazım, gırtlak lazım. Hasılı bütün takımıyla bir ağız, bir ses cihazı lazım. Daha doğrusu hayat lazım…”

Feyzi: “Sade kemikten çatılmış bu üç yaratık karşımızda gülüp ağlamadılar mı?”

Sadi: “Evet.”

Feyzi: “Ya bu üç kurukafanın gösterdikleri mucizeyi kesinlikle inkâr edeceksin ya da tasdik. ‘Evet, işittim. İskelettiler, güldüler, ama ölü gülmez.’ gibi saçma bir lakırtıyı kabul etmem.”

Sadi: “Dahası var.”

Feyzi: “Nedir?”

Sadi: “Gördün ya, iskeletlerin bürünmüş oldukları kefenler yepyeni ve sakız gibi beyazdı.”

Feyzi: “Evet.”

Sadi: “Peki, bir ölü etleri tamamıyla çürüyüp dökülünceye kadar mezarda yatar da kefeni o çürümeden hiç etkilenmeden böyle deliksiz, lekesiz, bembeyaz nasıl kalır?”

Feyzi: “Sen yargılamalarını hep akla, mantığa, fenne, tabiata uydurarak yürütmek istiyorsun. Hiç tabiatüstü olaylara yanaşmıyorsun. Azizim, olağanüstü bir hâl karşısındayız.”

Sadi: “Benim fikrimce tabiatüstü diye bir şey olamaz. İnsanlar akıl erdiremedikleri şeylere böyle derler. Onlar tabiat kanunu dışında meydana geliyor sandıkları garipliklere bu adı verirler. Hâlbuki tabiat kanunu dışında hiçbir şey olmaz, meydana gelmez.”

Feyzi: “Tabiat kanunu dışında hiçbir şey olamayacağına bu kadar kesinlikle emin olduktan sonra o üç kurukafanın önünden titreyerek bizimle beraber, nah kuyruk, niye kaçtın? Mademki tabiatça ölünün diriye saldırması imkânsızmış, niçin yanlarına giderek bunun yanlış bir görüşten başka bir şey olmadığını ispata yanaşmadın?”

Sadi: “Ölünün mezardan çıkması, dile gelmesi tamamıyla tabiat kanunlarına aykırıdır. Fakat mademki bu imkânsız şey karşımızda olağan şekle girdi, mutlak bunda bir şeytanlık var. Onlar bize korkutucu gözüktüler. Böyle şeytanca bir bilinmezliğin üzerine gitmekte büyük bir tehlike olabilir. Bununla beraber fikrime uyarak bana cesaret veren birkaç kişi daha olsaydı belki üzerlerine yürümekten de çekinmezdim.”

İshak Ağa, Tayfur’un konağından şu haberi getirdi:

“Beyler gece yarısı bisikletlerle gitmişler. Ortalık ağarırken bir kira arabası ile eve dönmüşler. Fakat aman ya Rabbi, ne hâlde bir dönüş!.. Birinin bacağı kırılmış, ötekinin kolu… Konağa doktorlar, çıkıkçılar girip çıkıyorlar. Birçok hatırlı kişiler geçmiş olsuna geliyorlar. Beyler büyük bir uğursuzluğa uğramışlar. Fakat işin içyüzü her ne kadar gizli tutuluyorsa da ihtiyar meyzin gerçeği ezan gibi mahallenin kulağına okumuş. Abdestsiz ellerle mezarda kemikleri karıştırılan bütün ölüler bu tecavüzden korunmalarını rica etmek üzere Bukağılı Dede Hazretleri’ne başvurmuşlar. Hazret de mana âleminde meyzine görünerek sandukaya bağlı bukağıyı çözmesini emretmiş. Meyzin aldığı emri derhâl yerine getirdikten sonra mescitte açıkça ‘Dedenin zincirlerini çözdüm. Bu gece çıkacak olayı bekleyiniz. Tayfur’la Doktor Ferhat konağa sağ dönmeyeceklerdir.’ demiş. Bu haber verişten sonra iki gencin konağa kırık dökük lakin hayatta olarak geri dönüşlerini öğrenince meyzin Bukağılı’nın evliyaca sabrına şaşmış. Bu geceki felaketin ilk manevi bir haber veriş olduğunu ve bu kâfirce atılganlığın tekrarlanması hâlinde cezanın son şiddete varacağını anlatmış…

 

Hep bu lakırtılara seksen şişirme, türlü tuhaflıklar karışarak olay ortada çalkalanıyormuş…”

Sadi: “Bakınız, üç iskeletten sonra meseleye bir de evliya girdi. Rüyada meyzine görünmüş. Bukağımı çöz demiş. Meyzin baba her şekilde rüya görebilir. Fakat dikkat etmişsinizdir ya, dede hazretlerinin bukağısı sandukanın parmaklığına bağlanmıştır. Hazretin mezardaki kutsal ayağı serbesttir. Manevi uçuşlarına bu zincir parçası engel olamaz. Demir halkalarla bir evliyanın değil, herhangi bir ölünün ruhu dahi hapsedilemez. Bu apaçık bir gerçekken kürek mahkûmu gibi dedenin sandukasını zincire vurmaktan batıni yahut zahirî ne mana çıkarılır? O evliya ki, gerektikçe ahirete ait mahfazasını terk etmek istediği vakit meyzin gibi bir dirinin yardımına muhtaç kalıyor. Bu aciz, onun evliyalık şanına nasıl yaraştırılır? Meyzin efendiden sormalı. Dedeyi tekrar zincire vurdu mu? Yoksa salma mı bıraktı? Bu önemli hususu anlamak, çarpılmaya hak kazanmış mahalle günahkârlarının selametleri bakımından mutlaka lazımdır.”

Tartışma böyle uzamakta iken Nihat Bey kart dö vizitinin üzerine “Dün geceki sırlarla dolu maceranızın tuhaf bir surette seyircisi olduk. Meraktan ölüyoruz. Ziyaretimizin kabulüne imkân varsa rahatsız etmeye hazırız.” cümlelerini yazdıktan sonra ev sahibi olarak bu yazdıklarını iki arkadaşına gösterdi:

“Ne dersiniz? Bu kartı Tayfur’a göndereceğim. Kabul edilirsek belki merakımızın halline yarayacak bazı şeyler öğrenmiş oluruz.”

Nihat’ın bu fikri uygun görüldü. Kart gönderildi.

9

Biraz sonra, “Buyursunlar.” karşılığı geldi. Üç arkadaş eski usul mimarlığımızın son örneklerinden bu tekke tarzındaki evin yağhane direkleri üzerine tutturulmuş geniş avlusuna girdiler. Genç bir uşağın kılavuzluğu ile uzun merdivenlerden çıktılar. Geniş sofalardan geçtiler. Konağın birçok bölümü tekrar şık camlıklarla bölünmüş, fazla pencereler kapatılmış, tavanlar değiştirilmiş, boyalar, ıstampalar, kâğıtlarla duvarlar tazelendirilmiş. Her taraf genç esvabı giymiş kocakarılar gibi yeni usulde döşenmiş.

Misafirler hastaların yattığı mabeyin odasına alındı. Tayfur’la Ferhat karşı karşıya iki ceviz karyolaya uzanmışlardı. Vücutlarında çarpılma, yüzlerinde büyük bir ızdırap eseri yoktu. Fakat henüz betleri benizleri yerine gelmemiş ve gözlerinden derin bir şaşkınlıkla karışık korku durgunluğu hâlâ silinmemişti. Hâlâ dimağları geniş odanın loş havasında sırıtan üç iskeletle uğraşır gibiydi.

Ferhat’ın sargılı kolu görünüyor, Tayfur’un kazaya uğramış bacağı yorganın altında duruyor, fazla olarak alnı da gazlı bezlerle sarılı bulunuyordu.

Misafirler hastaların yüzlerini görmeye elverişli üç koltukluya yerleştikten sonra Nihat geniş bir memnunluk gülümsemesiyle:

“Sizi çok iyi gördüm. Felaket mi diyeyim? Uğursuzluk mu? Uğraştığınız garip macera hakkında o kadar konuştular, o kadar büyütülmüş, şişirilmiş söylentiler dolaştı ki, sizi lakırtı edemeyecek bir hâlde bulacağımızı sandık.”

Tayfur yorgun, ezik bir gülümseme ile karşılık vererek:

“Bilirsiniz, mahallenin eskiden beri bize karşı bir kötü niyeti vardır. Tamamen çarpılmadığımız için birçokları üzgün… Eyüp ölüleri bizi işte bu kadar çarpabildiler. Bilmem öfkelerini yenemeyerek bu gece oradan buraya kadar gelmeye üşenmeyip de kırgınlıklarını tamamlarlarsa o da kısmetimize…”

Sadi: “Beyefendi, mahallenin tutucularını, fenne, tekniğe inanmayan bazı kişilerini o kadar kızdırıyorsunuz ki, delisinden evliyasına kadar hepsi fena hâlde size karşı… Ve en son size karşı çıkan büyük varlıktan haberiniz var mı?”

Tayfur: “Duyduk. Duyduk… Bize karşı çıkması için dedenin bukağısını çözmüşler.”

Doktor Ferhat yüzünü buruştura buruştura bağlı kolunu aşağı yukarı oynatarak:

“Emekleri pek de boşa gitmedi. Mezarlıklara çok seferlerimiz var. Dün geceye gelinceye kadar iskeletlerin tehditlerine, uğursuzluklarına hiç uğramamıştık.”

Feyzi: “Bu mucize karşısında henüz hiçbiriniz nefsinizi düzeltememişsiniz. Fence ve manaca ne olduğunu, niteliğini ve özelliğini açıklayamadığınız bir hadiseden hiçbir korku eseri göstermeden, hafif bir eda ile söz ediyorsunuz.”

Ve sonra delikanlı kaç zamandır düştükleri merakı, başladıkları izlemeyi ve nihayet dün gece şahidi oldukları tabiatüstü tezahürleri, korkularını, kaçışlarını bütün ayrıntıları ile anlattı. Ve sonra sordu:

“Bütün mezarlık varlıklarını size karşı ihtilale çağıran iskeletlerin yaman tehditlerinden nasıl kurtuldunuz?”

Doktor Ferhat geçirdikleri vartanın dehşetini anlatırcasına dudaklarını ısırıp başını sallayarak:

“Karşımızda cümbüşlenen manzara bir sinema şeridinden yansımıyordu. Çünkü böyle sesli bir makine henüz yapılmamıştır. Hayal de değildi. Gerçek hiç değildi. Çünkü her ikisini de olabilmek için lazım gelen zıt şartlardan birer bölüm vardı. Fakat insan kendini bir tehlike önünde görünce onun kuruntudan gelme bir şey olduğunu biraz anlasa bile yine de korkuya üstün gelemiyor. İşte Tayfur’un bayılması bundandı. Ben de ne düşüneceğimi şaşırmıştım. Yürek çarpıntısından gittikçe duygularım bulanıyor, dimağıma bir duman çöküyordu. Ben de kendimden geçersem bizi kim ayıltacaktı? Karşımızda oynayan gerçek hayal, niteliği bakımından olumsuzdu. Lakin tehlike olumlu idi. Biz onlara kurşun attık, tesir ettiremedik. Fakat bu üç kefenli kahkahaları ile bizi öldürebilirlerdi.”

Feyzi: “Evet, evet… Sizin elinizde bir savunma çareniz vardı. Tabancalarınız… Silah ateşinin para etmediğini görünce hayal, gerçek her ne ise düşmanlarınıza karşı hayatınızı koruyamayacak bir âciz durumda kaldınız. Korkunuz arttı.”

Doktor Ferhat Bey yatağının yanındaki tütün iskemlesinden bir tutam sigara aldı. Misafirlerine birer tane fırlattıktan sonra bir de kendisi yakarak:

“Onların kurşundan etkilenmediklerini görünce tersine benim korkum hafifledi.”

Bu sözden hiçbir şey anlamayan misafirler birbirine bakışınca Ferhat:

“Yüzlerinizde şaşırmışlık ifadeleri görüyorum. Çünkü sözümü tuhaf buldunuz. Kurşundan yaralanıp ölmek için canlı olmak şarttır. Bu iskeletler ruhla hareket hâlinde değiller. Kurşun beden kafeslerinin bir tarafından girer öbür yanından çıkar. Bazı kemikleri zedelese bile bunlarda esas organlardan birinin zarara uğraması veya büyük bir damarın açılması ile bizim bildiğimiz suretteki fizyolojik ölümün meydana gelmesi mümkün değildir.”

Nihat son derece şaşırmış bir hâlde, meraklı bakışlarla Ferhat’ı süzerek:

“Demek bu iskeletlerin canlı olduklarını kabul etmiyorsunuz?”

Ferhat: “İskelet nasıl canlı olur a beyim? Şu sandalyenin, masanın, etajerin dirilmeleri ihtimali varsa iskelet de canlanabilir. İskeletler yalnız insan bedeninin kupkuru bir kafesidir. Geçmiş bir hizmetinden başka hayatla ilişiği yoktur.”

Nihat: “O hâlde bu gördükleriniz nasıl hareket ediyorlar, nasıl gülüp ağlayabiliyorlardı?”

Ferhat: “Meselenin karışıklığı, düğüm noktası işte burada.”

Feyzi: “Yine ulu orta inançsızlık gösteriyorsunuz. Siz hep maddecilik üzerine konuşuyorsunuz. Manevi bir kuvvetin, görünmez bir ruhun, bir iskelete girerek cilveleneceğine niçin ihtimal vermiyorsunuz?”

Ferhat: “Görünmez bir ruhun bir cismi harekete getirmesi yalnız masa başına toplanmış ispritizmcilerin inandıkları bir iştir. Yoksa bir ruh veya herhangi bir kuvvet gelsin, mezardan kemikleri toplasın, birbirine eklesin, bağlasın. Sonra bu kefenli çatıyı insanları korkutmak için ağlatsın. Güldürsün… Bunu ne maddecilik kabul eder ne manacılık. Ne akıl ne de fen…”

Feyzi: “Böyle akla, fenne uymayan kuvvetlerin bilinmezliği önünde hüküm vermek tehlikelidir. Her şey akılla muhakeme ve muvazene edilemez. Birçok hususlarda yanılan, kısır kalan idrakimizin ortaya attığı şeyleri gerçek sanmamalıyız.”

Doktor Ferhat: “Aklımızla muhakeme etmezsek ne ile düşüneceğiz beyefendi? Ben hüküm vermiyorum. Böyle bir şeyi aklımın kabul etmediğini söylüyorum.”

Feyzi: “O hâlde tersini ispat etmelisiniz.”

Doktor Ferhat derin bir can sıkıntısı belirtileriyle ve kuvvetli bir sesle:

“Edeceğim!”

“Oh dinliyoruz. Hepimizi minnet altında bırakırsınız.”

“Fakat bugün değil… Şu saatte olamaz. Şu kolumuzun, bacağımızın incikliği geçsin. Olay yerine bir daha gideceğiz. O iskeletleri göreyim, karşımızda bir daha dirilsinler…”

“Çarpılmaktan korkmuyor musunuz? Bu defa hafif inciklerle kazayı atlattınız. Belki ikinci seferde büyük bir felakete uğrarsınız.”

“Bizi onlar çarpmadı. Kemik parçaları insan çarpamaz. Biz kendi ahmakça telaşımızdan ayıldık, bayıldık. Yerlere kapandık. Mezar taşlarına çarptık. Kaçarken bisikletten kaldırımlara yuvarlandık. Öyle tabiatüstü bir manzara ile karşılaşınca aklımızı, soğukkanlılığımızı kaybettik.”

“Siz kaçarken onlar arkanızdan koştular mı?”

“Hayır… Nereden göründülerse hep o noktada kaldılar. Onların ancak mezar seddinin arkasından sırıtabilen birer kukla olduklarını işte bundan anlıyorum. Fakat hareket ipleri kimin, kimlerin elindedir? İşte bu gerçeğe ermek için her şeyi göze aldıracağım.”

Tayfur: “Ölü, diri her kim iseler bizi korkutanlardan mutlaka intikam alacağız. Böyle aslı esası olmayan garipliklerden ürkerek kaçtığımıza hem şaşıyorum hem de pişmanlık duyuyorum. Biz boş inançların, sakat fikirlerin düşmanıyız. Çocukların, budalaların titreştikleri şeylerden biz de yürek çarpıntılarına uğrayalım; vallahi düşündükçe kendi kendimden utanıyorum! Cadı, hortlak, karakoncolos, çarşamba karısı ve daha böyle miniminilerden ak saçlılarına kadar bilgisiz kimseleri titreten türlü türlü adlar var. Bu hayalleri bugünkü fennin kuvvetli ışıkları tanıtmadı. Hele vilayetlerde, kasabalarda, köylerde mezarlık üzerine uydurulmuş ispatlı şahitli ne hikâyeler söyleniyor. Rumeli’den Romanya’ya, Macaristan’a, Lehistan’a, Rusya’ya, Almanya’nın doğusuna doğru uzanmış ve yüzyıllardan beri zihinleri altüst eden, bilginleri, bilgisizleri uğraştıran, ne varlığına ne de yokluğuna karar verilebilen bir vampir meselesi vardır. Vampiri görenler, ona ısırılanlar dopdolu… Hiçbir kasabalı göremezsin ki, atalarından biri böyle bir kazaya uğramamış olsun. Vampirler gece mezarlarından çıkarlar, yakalayabildikleri dirilerin boyunlarından ve karınlarından kanlarını emerlermiş. Birkaç yüzyıl önce Fransız papazları vampir olayları üzerine Sorbon’un onayladığı eserler yayımlamışlardır. Bu sayfalarda en inançsızların bile tüylerini ürpertecek neler vardır neler… Hayat faturasından bilimsel hayatta bir yeri olmayan bu yaratıklar kan emdikten sonra mezarlarına döner yatarlarmış. Asıl tuhafı bu emme, emilme işinin fizyolojik etkisindedir. Kan emen bu ölüler semirirler, yağlanırlar, kuvvetlenirlermiş. Emilen diriler ise günden güne sararıp solarak nihayet mezarlığa giderlermiş.

Dirilerin kanına susamış bu korkunç düşmana karşı kasaba halkı savaş ilan ederek geceleri mezarlıkları bekler, vampiri yakalayınca göğsünü açıp yüreğini kopardıktan sonra cesedi özenle yakarlarmış. Çünkü iyi yanmazsa ceset yine dirilirmiş… Yaygaraları ile yüzyılları dolduran bu söylentiler hep yalan mı? Mezarlıklardan tutulup yürekleri sökülerek yakılanlar acaba hangi yaratıklardır? Herkesin adını işitip kendini görmediği bu acayip şeylerden niçin müzelerde birer örnek yok? Hortlak, vampir ne şekildedir? Üç ağızlı, iki burunlu, yüz dişli, kanatlı mıdır? Kaç ayak üzerine yürür? Canlı yaratıklar türünden hangisine mensuptur? Bir ölü hortladıktan sonra kozaya giren tırtıllar gibi mezarında nasıl şeklini değiştirir? Erkeği, dişisi olur mu? Çiftleşirler mi? Tutulup yakılmazsa sonsuzluğa kadar yaşar mı? Karıncaya, örümceğe, en ufak böceklere dair ciltler dolduran natüralistler, vakit vakit mezarlıkları, kasabaları altüst eden bu müthiş canavardan niçin birkaç satırcıkla bile söz etmiyorlar? Müspet ilim ve fenlerin bu susuşuna karşı gelme her gün yeni yeni yorumlarla yürüyor. Taze taze olaylarla yüreklerimiz titretiliyor. Bu garip inanç yalnız Doğu’da değil, dünyanın her tarafına yayılmıştır. Avrupa dillerinde revenant ve fantome, esprit, spectre ve daha böyle bir sürü kelime vardır ki, göze görülen fakat elle tutulamayan acayiplikleri ifade ederler. Fennin tetkik cımbızı ile tutulamayan, bu aslı vücudu olmadan zihinde yaratılan şeyler üzerine ciltler ciltler doldurulmuş ve belki bugün konu, aydın kimseler arasında eskisinden pek fazla hararetli bir tartışma dönemine girmiştir. Bugünkü ispritizmacılar bu hayallerin, hayaletlerin fotoğraflarını almak derecesinde iddialarında ilerleme göstermişlerdir. Karanlıkları delmeye uğraşan fennin yeni meşalelerine karşı bu karanlık şeyler bütün inatları ile belki daha yüzyıllar boyunca ve belki de sonsuzluğa kadar sebat göstereceklerdir. Çünkü medeni, vahşi memleketlerin viraneleri, yıkıntıları, kaleleri, surları, hanları, hamamları, şatoları, ormanları, dereleri, dağları, vadileri, mezarlıkları, hayat kanunları dışında yaşayan bu yaratıklarla doludur. Ve bunları bu kökleştikleri yerlerden silip süpürmek hiçbir fennin, hiçbir dehanın haddi değildir.

 

Küçüklüğünüzden beri dedenizden, büyükananızdan, teyzenizden, halanızdan, amcanızdan az mı cadı, peri hikâyesi dinlediniz? En güvenilir, en ciddi, ağırbaşlı, en saygıya değer kimseler bunlarla kaç defa karşı karşıya geldiklerini veyahut gizliliklerle dolu cilvelerine uğradıklarını size anlatmadılar mı? Bunların iyiliklerini görenler az, kötülüklerine uğrayanlar çoktur. Bu yaratıklarla geçinmesi zordur. Çünkü çabuk incinirler. Fakat neden bilmem yine de insanların bulundukları yere sokulurlar. Bazı medeni milletler gibi beğendikleri evleri parasız işgal ederler. Artık o evin cephesine ‘Tekin değildir!’ levhası asılır. Gidip de onlarla bir arada oturmak artık kimin haddine?.. Geceleri evde gürültüler patırtılar olur. Boş odalarda koşuşurlar. Taşlıkta, mutfakta, kuyu başında tıkır tıkır nalınlarla gezinirler. Pat, küt, gacır gucur kapıları açarlar, kaparlar. Bazı eşyayı karmakarışık dağıtırlar. Kendilerine mahsus işaretlerle ev sahiplerinden kurban, şerbet isterler.

Bazı aşağılıkları çöplükten, pislikten hoşlanırlar. Geceleri oralara süprüntü dökmek maazallah çok tehlikelidir. Bazıları temiz ve titiz mizaçlıdır. Bulundukları yerler silinip süpürülmezse bunu kendilerine karşı saygısızlık sayar, tembelleri cezalandırmak için çarparlar. Çengele çevirirler. Daha zararlıları, daha sokulganları vardır. Bunlar evin bir köşesinde oturmakla yetinmezler. Ağrı, sızı, türlü dert hâlinde ihtiyarların vücutlarına yerleşirler. Aşk, sevda ateşi saldırışı ile gençlerin damarlarına, delilerin dimağlarına dolarlar. Bunlar için barınma kanunu, adliye, icra daireleri para etmez.

Cin biliminde uzman hüddam ehline başvurulur. Bu musallatların Müslümanları, gâvuru, Yahudi’si, Çingene’si vardır. Dinlerine ve cinslerine göre hoca, papaz, haham, falcı, sihirbaz Çingeneler çağrılır. Müslüman olanlar hep Arapça biliyor olmalılar ki, işgal ettikleri vücutlardan daima o dille çıkarılmalarına uğraşılır. Pabucu, sarığı büyük, cübbeli, sürmeli püfçüler gelir. Her cümlesi ‘uhruc’ ile başlayan uzun bir dua okur. Hoca bu cin mikroplarının hastadan intikal suretiyle kendi vücuduna üşüşmelerinden korktuğu için titrer, öfkelenir, haykırır, türlü hâller gösterir. Bu tehlikeli nefes için ücreti fazla ister. Ve görüşmek üzere onları ayrıca kendi evine çağırır. Fikirlerini anlar. Kaç yüz kuruşa yerleştikleri yeri bırakacaklarını sorar.

Bu hastalıklardaki en fena karışıklık gâvur perisinin Müslüman vücuduna girmesidir. Maazallah böyle bir afet olunca hocanın öd ağacı ile papazın günlük tütsüsü birbirine karışır. Bu iki duman arasında hasta sararır, solar. Sıfırı tüketir. Bilginlerin, okumuşların korkutucu söylentilerine bakılırsa cami, türbe, kilise, havra, tavan arasından bodruma kadar evlerimiz, vücutlarımız bunların gelip çatmalarından korunmuş değildir. Gece üzerlerine uğramamak için destursuz adım atmamalı. Daima dört yana okuyup üfleyip gezmeli, pencereden dışarıya bakmamalı, bir şey fırlatmamalı ve her kımıldanışta bu gözlere görünmezlerin kötülüklerinden titremeli, sakınmalı… Mademki mesele bu kadar nazik ve tehlikelidir, acaba niçin hüddam aracılığı ile bir yolu bulunup da hırçın yaratıklarla bir antlaşma imzalanamıyor? Dünya yüzündeki sınırlarımız ayrılmıyor? Nereleri onların, nereleri bizim, anlaşılsın… Bu çarpanlar bizim konakta da kaynayıp taşıyorlarmış. Görenler çok. Burada doğdum, büyüdüm. Fakat henüz güzel yüzlerini görme mutluluğuna eremedim. Evin içinde kimin kalçasına sızı girse, kimin bir tarafı seyirse, kim bir uğursuzluğa uğrasa onlardan, hep onlardan bilinir. Geçenlerde ansızın bir kedimiz öldü. Hayvanın ölümü onların üzerlerine siymiş olmasına bağlandı. Ben ya bir iyilik veya bir kötülüklerine uğramak için dolaşırım. Ve ne kadar cin, peri tüzüğüne aykırı hareketler varsa on kat sunturlusuna giderim. Bilmem neden bana aldırmıyorlar? Kocakarılar önünde sonunda, onların mutlaka bir fenalığını çekeceğimi söylüyorlar.”

14Diskur: Söylev, nutuk. (e.n.)
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?