Cehennemlik

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Ferhunde Hanım pek usta bir boyacıdır, ama bu ustalığından kocasını faydalandırmak istemez, imdadına yetişmez. Onun öyle boyanıp kendisi gibi açıklı koyulu renkler içinde gülünç olup kaldığını gördükçe hoşlanır.

“Kocamın bu hâllerine bakınız da bana acıyınız. Gençliğim bu ihtiyarla tükenip gidiyor!” şikâyetleriyle herkesi kendine acındırmaya uğraşır.

Sabri Bey, karısının çok defa gariplik derecesini aşan bu gençlik iddialarına dayanır; fakat bazı da dayanamayarak “Hanım, yaş kırk iki ama akıl terelelli!” deyiverir.

O zaman Ferhunde Hanım, öfkesinden gelincik çiçeği gibi ateşli bir renkle parlayarak “İlahi onu söyleyenin kırk iki defa dili tutulsun!” bedduasını fırlatır.

Kocası gülerek:

“O kadar hiddetlenme, kanın bozulur. Çabuk ihtiyarlarsın. Ferhunde şaka bir tarafa… Kendi tahminine göre kaç yaşındasın? Daha otuzunda bile değilsin, değil mi?”

Ferhunde Hanım ses çıkarmayarak bunu tasdik eder görünür. Sabri Bey bu rahatsız edici sualini tekrarlar:

“Söylesene kaç yaşındasın?”

“Bilmiyorum.”

“Sen bilmiyorsan ben biliyorum. Ben seni alalı tam yirmi dört sene oldu. Fevkalade bir cesarette bulunup da şimdi otuz yaşında olduğunu tasdik etsek, evlendiğimiz yirmi dört sayısını bu otuzdan çıkarınca meydanda küçük bir altı rakamı kalır. İnsaf et, sen bana vardığın zaman altı yaşında mı idin?”

Bu açık hesap karşısında fazla kızmasından Ferhunde Hanım’ın kırmızılığı morluğa döner. Göğsünü yürek çarpıntıları doldurur. Boğulmamak için hemen ağabeyinin eczanesine koşarak birkaç yudum kordiyal içer. Sonra da kocasının odasına karşı yumruklarını, sönmez bir intikam şiddetiyle sıkarak:

“Yaşımı ne kadar büyültsen gene babam yerinde bir herifsin. Senin buruşuk suratına baka baka ömrüm günüm karardı. Şimdiye kadar yaşça dengim olan bir erkekle sevda muradına eremedim. Bu lezzet nasıl şeydir tatmadım. İffetli kalmak budalalığı ile hiç göz açmadım. Fakat sen dur… Sen dur… O senin kaz kafana bir çift iri boynuz pek güzel yaraşır… Bunları sana takmadıkça Allah canımı almasın.”

Bu korkunç kararını tenha bir odanın sağır duvarlarına karşı söyledikten sonra aynanın karşısına geçer, kendini doğru yoldan çıkaracak o bilinmez delikanlıdan göreceği sevda rağbetinin derecesini anlamak için kırıta kırıta yüzünün her noktasını ayrı ayrı tetkik eder. Kendini gençliğin en kaynar devresinde ateşli delikanlıların sevgilerine değer, tapınılacak bir kadın bulur.

Ferhunde Hanım’ın oğlu Muzaffer Sabri Bey, ana ve babasının bencilliklerini miras almış, levent gibi güzel bir gençtir. Kuzey Avrupa ahalisini andırır, yarı şeffaf pembe billur gibi bir letafetle tazelik içindeki çehresine taktığı şık altın gözlük pek yaraşır, yüzüne başka bir çekicilik verir. Yüzünün çizgileri ana ve babasının bir örneğidir. Mülkiye Mektebi’nden diploma alalı henüz altı ay kadar oluyordu. Şimdi okumasını tamamlamak için Avrupa’ya gidecekti. Onun genç dimağında birçok büyük emeller birbiriyle çatışıyordu. Gireceği meslek hayatına hâlâ bir karar verememişti. Büyük bir adam olmak istiyordu. Kendini bütün insanlığın üstünde büyüklük mevkisine yükseltecek bu meslek siyaset midir, edebiyat mıdır, doktorluk veya avukatlık mı bunu daha kestirememişti. Mektepten basit bir diploma ile çıkmış olduğu hâlde bunu zekâsının bir ölçüsü saymıyor, tutacağı iş için yeteneğinin uyarlığını hiç düşünmüyordu. Kendini en ziyade yükseltecek meslek hangisi ise bir kere bunu keşfettikten sonra her işi başarabilecek kuvveti kendisinde buluyordu.

Annesinin tuvalet merakı oğlunda da görülen bir histi. Mektepte okumanın rahatsız edici uğraşmasından kurtulduktan sonra, kitaplarını bir dolaba kapadı. Gazete bile okumaz oldu. Şimdi bir müddet gezip tozarak kurtulduğu mektep yorgunluğunun acısını çıkaracaktı. Bıraktığı kitaplara karşılık şimdi eline terzi faturalarını aldı.

Ne biçimdeki kostüme, nasıl yelek ve ne renkte boyun bağı yaraşır? Halline uğraştığı mühim meseleler artık bunlar olmuştu. Birçok elbise yaptırttı. Bunların bazılarında yapılmadan önce tasarladığı yaraşığı bulamayarak sıkılıyor, tasarladığının yanlışlarını düzeltmek için başkalarını diktirmeye kalkıyor, bu israfına babasından çok annesi öfkelenerek bağırıyordu. Çünkü oğlunun bu harcettikleri Ferhunde Hanım’ın tuvalet bütçesinde kendi süslerini bozacak büyük açıklar meydana getiriyordu. Onun bu ihtiyacını eksilten göz bebeği evladı da olsa bu hâle dayanamazdı. Evlat büyütmenin kendine bir ortak yetiştirmek olduğunu bu bencil kadın çoktan anlamıştı ama artık iş işten geçmişti.

Muzaffer Bey giyindi, süslendi, bir sevda avı aramaya çıktı. Oğlunun bu niyetini keşfeden annesi ona sevgi ile bakacak kadınların bu küstahlıklarını lanetleyecek söz bulamıyor, en ağır lakırtıları hafif buluyordu. Bu köpürmesi sadece, oğlunun kalbi kendisi ile başka bir kadın arasında ikiye bölünmesinden analık sevgisine açılacak olan teessür yarasını düşünmüş olmaktan değildi. Oğlu bir kızı sevip de evlenmeye kalkarsa kendisi ilkin kaynana ve sonra -Allah saklasın- büyükana olmak tehlikesiyle karşılaşacaktı. O, şimdi iki çocuğunun analığını üzerinde taşımak gibi dayanılmaz bir yük altında ezilirken kocakarılığına açık birer alamet olacak bu korkunç katmerli “analık”ları yüklenmeye nasıl dayanabilecekti?

Kocasının namuslu alnına iki iri boynuz takmak için olan niyetinde, büyükanalık felaketine uğradıktan sonra muvaffakiyet güç olacaktı. Bu felaketlerin meydan bulmaması için oğlunun davranışlarını inceden inceye gözlemeye karar verdi.

Muzaffer, bu aşk acemisi çocuk, tecrübesiz kalbinin ilk köpürmelerine uyarak birkaç kız ile mektuplaştı. Sonra bu işte kendisinden çok tecrübeli bir iki arkadaşın teşviki ile Beyoğlu’nda para ile bir gecelik muhabbet satılan evlere girdi çıktı. Bu tecrübelerinden evvel genç damarlarında dolaşan muhabbet kanının kafasında uyandırdığı o hayal okşayan, o temiz sevdayı bulamadı. Onun daha mektep döşeklerinde iken kendini saatlerce uykusuz bırakan, o zaman daha ne olduğunu seçemediği hayalini süsleyen temiz aşk ideali gerçekle karşı karşıya geldikten sonra solmuş, ilk şairiyet ve saffetini kaybetmişti. Duygularını tatmin için az zamanda çok dolaştı. Kolayca muvaffakiyetle söndürdüğü ateşin şiddetine karşılık şimdi sevdadan bir çeşit bulantı duymaya başladı. Artık aradığını bulamıyor, mektepteki gecelerinde gönlünü anlatılmaz bir istek nuruyla tutuşturan aşkın o tatlı temizliğini arıyordu. Düşüncesi, duyguları şüphe dumanları içinde bunaldı. O zamana kadar okuma çalışmaları ile dolu zihni birdenbire işsiz kalınca bu boş zamanlarını dolduracak kendine bir eğlence bulamamak sıkıntısı içinde bunalıp kaldı. Herhangi bir işe başlasa hemen sıkılarak bırakıyordu.

Ailece olan merak illetinin irsiyeti tesiriyle daha o yaşta bir çeşit hüzne düştü. Dayısı Ferruh Efendi gibi habbeyi kubbe yapmaya başladı. İşsizlik, dertsizlik bu zavallı genç için bir hastalık oluyordu.

Muzaffer Sabri Bey bu ruh hâlleri içinde iken bir perşembe günü sokağa çıkmak üzere giyinmiş, kadınlar da bir düğüne gitmek için hazırlanmışlardı.

Muzaffer, yalının büyük sofasından geçerken hayal edilmez, latif bir yürüyüşle yengesi karşısına çıktı. Cazibe Hanım, krem zemin üzerine açık tütün rengi ipekli tüller, güpürler ile süslü giydiği elbiseyi vücuduna o kadar yaraştırmıştı ki, delikanlının gözleri iki güzelliğin koptuğu gizli noktalara kadar bir renkte pembe somaki saflığı ile seyrine doyum olmayan letafetler saçan, bayıltıcı öpücükler isteyen bu açık göğüs üzerinde dolaşıp durdu. Zavallı çocuk alındı, sersemledi, bir şeyler oldu. Birkaç zamandır kaybetmiş olduğu gençliğinin bütün arzuları, hırsları, emelleri, delilikleri bir anda kalbinde parladı. O açık gül pembesi taze göğsün bir erkeğe nasıl doyulmaz zevkler vereceğini, kadın vücudunu tanımakta peydahladığı tecrübelerden anladı. Fakat bu bir anda olan tutkunluğunu sezdirmemek için kendini toplamaya uğraşarak hafif bir ses titremesi ile “Emin ol yenge, bugün düğünde en güzel, en şık, en latif kadın sen olacaksın.” dedi.

Bu komplimana karşı Cazibe Hanım ufak bir teşekkür reveransı ile “Çapkın… Sen de böyle iki dirhem süslenmiş nereye gidiyorsun? Anneni öldürecek misin?” latifesinde bulundu.

Bu sözlerin arkasından gelen sessizlik sırasında göz göze geldiler. Cazibe Hanım’ın göz bebeklerinde parıldayan koyu zümrüt gibi menevişlerden Muzaffer bir mana çıkarmaya uğraşırken, genç kadın elindeki incili yelpazeyi tehdit eder gibi karşısındakine birkaç defa salladıktan sonra nazik bir yürüyüşle uzun eteğini sürüyerek çekildi.

Muzaffer’in kız kardeşi Mahmure, naz ve letafetinin yaprağını, hayatın feyzine her gün bir parça daha açan bir kadın goncası idi. Onun gül yanaklarında, yapraklar arasında olup gelişmeye çalışan, güneşin sıcak feyzi ile pek temasa gelmemiş, el ve nefes değmemiş, ilk tazeliğiyle parlak bir meyve turfandalığı vardı. Onun bu güzelliğinin inceliği, iştahla dikilecek bir gözden müteessir olacak sanılırdı; bakılmaya kıyılamayacak kadar güzel bir kız idi. Boyu annesinden uzun, yüzü anasının ufak tefek yüz eksiklikleri kudret eliyle dikkatli bir tashih görmüş benzeri idi. Bu kız serpildikçe, renklendikçe, kadınlık manası gözlerinde her gün parlak bir açıklık aldıkça anasını büyük bir telaş alıyordu. Çünkü yan yana geldikleri zaman gözlere sefa veren bu turfanda genç kızın gözleri çeken yüzü yanında Ferhunde Hanım’ın yapma bayatça güzelliği artık seçilir gibi oluyordu.

Kız, “Anneciğim!” diye coşkun bir sevgi ile boynuna sarılmak istedikçe “anne” sözünden son derece gücenerek “Aman çekil densiz!..” diye tekdir edip bu okşanmalardan ürküyor, kızına bu “anne” sözünü dedirtmemek için çareler düşünüyordu. Onu, bu hakkı olan sözünden nasıl vazgeçirebilecekti? Sonunda, bir gün, dayanamadı, kızın bir sevgi coşkunluğu ile boynuna atılmak istediği bir anda onu iterek:

“Mahmure, aygır kadar bir kız oldun. Yetişip beni geçtin. Ben mi seni doğurdum, sen mi beni doğurdun? Artık bundan bana şüphe gelmeye başladı. ‘Anne!’ diye üzerime saldırdıkça kendimi üç otuzunda zannediyorum. Senin gibi koca kızın ağzına anne sözü yakışmıyor. Pek genç iken çocuk doğurması ne bela imiş. Biz, ana kız değil iki kız kardeş gibi duruyoruz. Senin bana anne demeni duyanlar şaşkınlıktan gülüyorlar. Bundan sonra bana anne deme, istemem; ‘abla’ de. Bu daha iyi. İkimiz de gülünç olmaktan kurtuluruz.”

 

Bu azarlamada ne korkunç bir bencillik ne kadar anormal bir emel gizli olduğunu pek fark edemeyen kızcağız donakaldı. Annesi mi onu doğurmuş yoksa o mu annesini? Bu şüphenin garipliğine şaştı. Kendisinin anasından doğmuş olduğu apaçık iken kim şüphe edebilirdi ki annesi böyle söylüyordu.

Kendisi annesine ayıp getirecek yaradılışta bir kız mıydı ki anası onu doğurmuş olmaktan bu kadar pişman oluyor, utanmış görünüyordu? Zavallı kızcağızın kalbi sevmek arzusu ile öyle coşkun bir hâlde idi ki, bu ihtiyacını anasına olan aşırı sevgisiyle tatmin etmekten başka bir tesellisi yoktu.

Mahmure, derin bir üzüntü ile boynunu eğdi, çekildi. Bu anlaşılmaz yasaktan pek kederlenmişti. Sebebi ne olursa olsun, annesinin bu garip emrine uymakla sevgisini kazanmak için kederli ve yalvaran bir bakışla dedi ki:

“Ablacığım sizi kucaklamama müsaade ediniz de bu hangi adla olursa olsun benim için hep birdir.”

***

Evde aile azası arasına girmiş bir delikanlı daha vardı: Şemsi Bey. Hasan Ferruh Efendi’nin oğlu olmadığı için bu adı verdiği bir Çerkez çocuğunu pek küçükten büyüterek oğulluk edinmiş ve kız kardeşinin oğlu Muzaffer ile birlikte okutarak eğitimine büyük dikkat etmişti. Niyeti, bu genci kendine damat etmekti. Ancak yirmi ikisinde olan Şemsi de okumasını tamamlamış, diploma almış, gireceği resmî hizmet henüz belli olmadığı için yalıda boş oturuyordu.

Şemsi, ortadan uzunca boylu, zayıf değil fakat ince, solgun beyaz tenli, yaylarının sonlarına doğru latif bir ahenkle hançer ucu gibi çizilmiş incerek kumral kaşlı, ter bıyıklı, dikildiği yerlerde derin bir şairane araştırma ile duran durgun iri şahane gözleri ile pek çekici bir gençti. Geniş alnı üzerine bir yığın teşkil eden sık ve sert koyu lepiska saçları, manalı derin gözler ve hançer gibi kaşlar üstünde, bu yüze pek hoş bir vakarlı güzellik veriyordu. İki yan çene kemiği köşeleri biraz çekik ve enlice çizilmişti. Çene ucunun aşağı doğru dönen yuvarlak kısmına kadar uzanan çizgi gibi bir çukur sanki birtakım densizliklerin, inatların, ani coşmaların mahfazasıydı. Orta genişlikte ağzın bir sıraya küçük, beyaz düzgün dişlerini örten ince dudaklar o solgun yüz ile hiç uygun olmayacak surette ilkbahar güneşine karşı parıldayan kirazların yakut gibi gülüşlerini andırırdı. Bu güzellik düzenini bozan organlar bir çift kalkık Çerkez kulağıyla, ucuna doğru incelik ve uygunlukla genişleyen burun kanatlarının şehvetliliği gösterecek şekildeki hafif genişlikleri idi.

Şemsi, incir çekirdeği doldurmaz küçük sebeplerden kendi için gücenme vesilesi arayan ve kızdığı zamanlar da sözünü pek sakınmayan çabuk parlar bir gençtir. O çok kere birden parlar ve söner. Bazen bu çabuk parlayışlarla hatırlar kırar, delice şiddetlere kalkışır, sonra pişman olur. Hiddetlenince kendini tutmaya karar verir, fakat sinirlerinin oynamasına dayanamayarak, bu kararlarına uyduğu hemen hemen hiç olmamıştır. Neye gücendiğini kimseye anlatmadan haftalarca düşünür.

İyi bir tahsilden sonra fikirleri ile parlamaya başlayan çalışkanlara, zekilere karşı büyük bir sevgi ve saygı ile duygulanır. Onların meclislerinden, arkadaşlıklarından çok sevinir. Fakat kendinin tahsile pek o kadar merakı yoktur. Zoraki bir âdet olduğu için mektebe gitmiş gelmiş, birkaç imtihanda takla atarak zor zar öğrenimini tamamlayabilmişti.

Futbol, bisiklet, av, nişancılık gibi sporlara heveskârdır. Vaktini bunlarla geçirmeye imkân olmadığı zamanlarda bezik, poker, tavla oyunlarına dalar. Yalıda Hasan Ferruh Efendi’nin gayet zengin bir kütüphanesi vardır. Bunun kapısını en ufak bir merak fikri ile o kadar vakittir ne Muzaffer açmıştır ne de Şemsi.

Ahlak ve âdetçe iki genç arasında hemen hiçbir uyarlık yoktur. Muzaffer Sabri’nin kadın peşindeki dolaşmalarına Şemsi hiç katılmamıştır. Şemsi aşka dair duygularını kimseye açmamış, bu hususta pek utangaç ve âdeta gem almaz bir vahşidir. Günden güne renginin daha ziyade solduğuna bakılırsa tek başına ateşini söndürmek için gençler arasında, salgın hâldeki tehlikeli bir düşkünlükle vakit geçirdiği anlaşılır. Kadın deyince o korkar, kaçar. Şimdiye kadar lekesiz kalmış olan gençlik iffetine karşı, bundan büyük bir tehlike kokusu alır.

Şemsi, spor yapmadığı zamanlarda yalının o ihtişamlı odalarını, o şairane ağaçlık yollarını, ormanlarını bırakarak o semtin en pis bir kahvesinde balıkçı, kayıkçı güruhundan kirli yağlı kimselerle yüzlük paketine tavla, iskambil oynardı.

Şimdi bu ailenin, anlatılması gereken zavallı bir azası kaldı. O da Hasan Ferruh Efendi’nin kızı Atıfet Hanım’dır.

Bu kız, babasının ne kadar hastalık ve sakatlıkları var ise sanki onların bir araya gelmesinden meydana gelmiş, cisimleşmiş bir hüzündür. O kadar zayıf, kısa ve ufak tefek yapılıdır ki, yirmisini geçtiği hâlde daha büyümesi beklenen bir çocuk gibi durur. Fakat yüzünde o yaşın körpeliği yerine hüzünlü bir cücelik manzarası vardır. Çünkü otuz yaşına mahsus yüz çizgileri daha şimdiden belirmiştir. Beygir başını andıran dar, uzun, uçuk sarı buğday rengi bir yüz üzerindeki kirpiksiz, sönük bir çift ufak kara göz, ince, fakat ucu aşağı doğru kıvrılarak uzamış gagamsı bir burun, kemikten ibaret çıkık yanaklar, bakanları zavallıya acındıracak kasvetli bir bütünlük meydana getirmişti. Soluk ve bellisiz derecede ince dudaklarla çevrili ağzı o kadar küçüktür ki, ufak bir fındığın geçmesine zor imkân düşünülebilecek bu süzgeç deliğini -tabiatın şu insafsızca unutkanlığını düzeltmek için- insanın iki parmağını sokup biraz daha yırtacağı gelir. Küçük ağız beğenilirse de o gaga burunla uzun çene arasındaki bu belirsiz ağzın öteki yüz uzuvları ile denksizliği görüldükçe insana sıkıntı basar. Atıfet Hanım bu yaradılış eksiğinden dolayı lakırtıyı basık, peltek söyler.

Zavallı kız, bu gudubetliğine karşı zeki ise de kadınlık hissine kapılarak bu ağırlık veren çirkinliğini süse, tuvalete aşırı derecede bir düşkünlükle tamire uğraşır. Yüzüne neler sürse, kirpikli gözlerini ne kadar tahrillese, seyrek, güdük saçlarını modanın göz aldatacak hangi yeni bir şekline soksa, ne renk ve biçimde elbise giyse yapılmak istenen güzellik, latiflik yerine, zavallıya büsbütün bir çirkinlik basar, en göz alıcı, en ferahlatıcı renkler, kumaşlar üzerinde sanki ağlar, birer yas manzarası alır.

Süslenme işinde onun yapabileceği en doğru yol kasvetli yüzünü örtecek en koyu renkler, en sade biçimler, güzelliğe yeltendiğini belli etmeyecek en basit saç tanzimleri ise de bu yaşlı yüzün ürküttüğü gençlik emelleri, coşkunlukları hep onun gamlı kalbinde toplanmış olduğundan güzellenmek için burada kaynayan kadınlık heveslerine bir türlü dayanamaz. Hiçbir kadın aynanın karşısında süslenmek düşüncesiyle bunun kadar yorulmamıştır. Odasına saatlerce kapanır. Moda gazetelerini önüne açar. Saçlarını bin türlü düzeltir. Yaraştıramazsa yine bozar. Yüzünü pudranın, düzgünün, allığın bütün dereceleriyle boyar. Yanaklarını, kansız kıkırdak kulaklarını pembeleştirir. Beklediği çekici güzellik yerine yüzüne daha çok bir kartlık, yorgunluk, sevimsizlik gelir.

“En çirkin bir insan, ayna karşısında mutlaka kendisinin sevilecek bir yerini bulur imiş, bulamasa çatlarmış.” derler. Atıfet Hanım beyhude geçen o çalışma saatlerinden sonra çatlamaz. Fennin sırlarından birini keşfe uğraşan yılmaz zekâlar gibi güzelliğinin sırrının anahtarını bulmaya yine uğraşır, uğraşır.

Bundaki muvaffakiyetsizliğin verdiği ümitsizlikle yerlere kapanır. Gizli gizli saatlerce ağlayarak çirkinliğinin yasını tutar. Evdeki öteki kadınların parlak güzellikleri kendini bütün bütün kederlendirir. Onlarla yan yana geldiği zaman ortaya çıkan zıtlık levhası onda can yakıcı işkenceler doğurur. Soluk bir kurdele parçası, en çolpa kıyafet, Cazibe ve Mahmure hanımların güzelliklerine başka bir parlaklık verir, hiç zahmet çekmeden ne yapsalar onlara yaraşır. Atıfet onların güzelliklerine gizli olduğu kadar büyük ve öyle can kemirici bir çekememezlikle yanıp durur ki bu ikisinin çiçek çıkarmak gibi bir cilt hastalığı ile güzelliklerinin yok olmasını âdeta bekler durur. Bütün bu içindeki azapların şiddetlenmesinin sebebi Şemsi’ye olan namzetliğidir. Bu delikanlı, kendisine benzeri bulunmayan bir “dünya güzeli” gibi gelir. Ona uygun bir eş olabilmek için en güzel şekilde yüzünün değişmesi yolunda mucizeler bekler. “Ab-ı Hızır, ab-ı hayvan”la afete dönmüş çirkinlerin hikâyelerini dikkatle dinler. Bazı bazı kendini rüyada boylanmış, semirmiş, pembeleşmiş, baştan aşağı değişmiş, göz alıcı bir kız olmuş görür. Uyanır uyanmaz, kalbindeki o sevinç çarpıntısı ile aynaya koşar. Aynanın cilalı yüzünde karşısına, uyku mahmurluğu ile bir çatkınlık peydahlanmış, kürek gibi uzun yüzlü çipil bir kız, yani o eski kendisi çıkar. Bu uyku ile gelen sevincinin arkasından eskisinden fazla bir keder bastırır.

VII
GÖRÜLMEMİŞ BİR AŞK CÜRETİ

Bir yaz günüydü.

Ferhunde Hanım, kimin için olduğu bilinmeyen son derece bir dikkatle boyanmış, taranmış, pudralanmış, saçlarının rengini açan koyu lacivert elbise giymiş, kabına sığamayan bir genç fıkırdaklığı ile yalının bir penceresinden ötekine koşarak kendini gösterecek erkek arıyordu.

Uzaktan körpe ve pek güzel göründüğü için yalının önünden geçen kayıklardan bazı zamparalar kürekleri ağırlaştırarak terbiyelerinin ve zevklerinin derecesine göre laf atarak bu melek yüzlüye yanıklıklarını anlatıyorlardı. Ferhunde Hanım, karşı kıyının denizle gök arasındaki yeşil korularını dalgın dalgın seyre kendini vermiş gibi kayıtsız tavrı altında hep bu zevzeklikleri cankulağıyla dinliyordu.

Bu su caddesi yolcularından esmer bir genç, tutkunca bakışını yalının penceresi üzerinde dinlendirerek ilkin uzun bir ah çekti… Sonra baygın ve yangın bir çalımla dedi ki:

“Acaba bu huri hangi bahtiyarın aguşunu süslüyor? Böyle bir zevceye malik olmayı dünya saadetlerinin hepsine tercih ederim.”

Delikanlının Sabri Bey’e olan bu hasedi, Ferhunde Hanım’da pek acı bir teessür uyandırdı. Gözlerinden bir iki damla yaş sızarak bu kıskançlık sorusuna şu mırıltı ile cevap verdi:

“Kocam olacak büyükbabam yerindeki o boyalı papağanı görsen kim bilir bana ne kadar acırsın!”

Kayık geçti gitti. Fakat rastladığı her kadına karşı yaraşır yaraşmaz bir söz atmayı eğlence edinmiş o kayıtsız gencin bu hükmü Ferhunde’nin kalbine derin bir yara açtı. Kendisi bir melek idi, bir huri idi. İşte bu gerçeği hiç tanımadığı en tarafsız delikanlıların ağızlarından işitiyordu. Kendi gibi huriyi andıran bir kadına ateşli bir gencin sıcak kolları nereden açılacaktı? O kadar genç ve ateşli bir âşık arıyordu ki, onun sonsuz bir istekle vücuduna dolanacak kolları arasında kemikleri çatırdasın, onun doymak bilmeyen yakıcı dudaklarının öpüşleri ile her tarafı çürüsün. Gençliğin ilk kuvvet ve iştahlarıyla yanmış bir aşk canavarı onu emerek, kemirerek, yiyerek o zamana kadar olan sevda yoksulluğunu tazmin etsin. Bütün varlığında bu derece şiddetli bir sevilme ihtiyacı vardı.

Temiz, rezil birkaç harfendazlık51 daha dinledikten sonra pencerenin önünden çekildi. Kayıktan işittiği sözlerin tesiriyle kocasına boynuz takmak kararı bugün her zamandan çok kalbinde şiddetlendi. Ne yapacak olsa kendini mazur görüyordu. Damarlarını yakan kadınlık ateşinin amansız tazyiki ile aşağı indi, yukarı çıktı. Sonunda bahçeye bakan balkonun kapısını açtı.

Haziran güneşi bahçenin tarhlarını, taflanlarını, çamlarını, kumlu sarı yollarını, çeşitli çiçeklerini yaldızlayarak koyu mavi gökten her tarafa ferahlık saçıyordu. Tabiatın bu gülümsemesi Ferhunde Hanım’a dokundu. Kâinatın bu neşeli ahengine uymaya onun gönlündeki boşluk engeldi.

Balkonun küpeştesine dayandı. Kendine eş arayan bir kumru mahzunluğu ile düşünmeye başladı. Ağaçlığın sağ tarafında gençlerin top oyunları için bir boşluk bırakılmıştı. Muzaffer, Şemsi, Atıfet, Mahmure bu gürültülü oyunun velvelesiyle saatlerden beri bahçeyi doldurduktan sonra şimdi yorularak birer tarafa çekilmiş dinleniyorlardı. Sadakor52 yeldirmesiyle seyirci olarak bulunan Cazibe Hanım Muzaffer ile mahruti yeşil bir çadır gibi eteklerini açmış tablo letafetinde bir çamın gölgesine konulmuş bir kanepede oturuyorlar, Atıfet’le Mahmure biraz ötede iki sandalyeye kurulmuşlar, aralarında duran iri lastik top üzerine iddialıca bir konuşmaya dalmışlar, Şemsi gölgeliklerden uzak yeşil bir bank üzerine, arkaüstü upuzun yatmış tekmil vücuduyla güneşin hararetini emiyordu.

 

Delikanlı spor kıyafetiyle iki kolunu yukarı doğru çapraz kaldırarak ellerini başına yastık yapmış, vücudunda bir keten pantolondan başka bir şey yoktu. Fanilanın yenleri sıyrılmış, bileklerden dirseklere kadar damarlıca kolları açık kalmış, hâle göre boyun gerilmiş. Fanilanın üst düğmeleri çözülmüş, göğüs başlangıcında hafif siyah kıldan bir küme; dizlerden yukarı kısa pantolon çekilerek uylukların bir kısmını meydanda bırakmış, çorabın biri bağından kurtulmuş ince fakat sık tüylerle kaplı dolgunca, adaleli baldır yarıya kadar açılmış. Hançer gibi kaşlara doğru beyaz alın üzerine koyu lepiska saçlar dökülmüş, gözler cennetteki bir sevda uykusuna dalmış gibi bir rahatlıkla kapalı, güneşin ışıkları kirpiklerin tahrillerini daha artırmış, ter bıyıklara mübalağalı parıltılar vermiş, yakut gibi ince dudaklardaki uyku güzelliği doyulmaz sevda zevkleri vadediyor.

Gergin yatan bu körpe erkek vücudunun yüz, boyun, omuz, göğüs, karın, kalçalar ve bacaklarında görülen erkek gençliğinin öyle belirli nişanları ve güzellikleri vardı ki, Ferhunde Hanım, bu hemen baştan çıkmaya hazır azgın kadın bu levha ile karşı karşıya gelince elektrik bataryasına uğramış gibi tepeden tırnağa kadar dayanılmaz bir şehvet isteğiyle sarsıldı. Çocuğun en gizli uzuvlarını araştırır ateşli bir bakışla gözlerini bu serpilmiş vücuda dikti. Göğüs geçire geçire bakmaya doyamıyordu. Bu arzu, ani olduğu kadar dehşetle parladı. Hemen o anda bahçeye çıkarak bank üzerinde Şemsi’nin koynuna yatıvermek deliliğine kadar vardı.

Bu kadın, kaç zamandır biriken hırs ve nefis hevesleriyle bir sevda bombasına dönmüş, patlamak için bir kıvılcım bekliyordu. İşte bu kıvılcımı Şemsi’den aldı. Birden kudurdu. Evet, aşkının ideali işte bu vücut idi. Şimdiye kadar göğsünde tüneyen ihtiyar boyalı papağan yerine artık bu bülbülü öttürecekti. Böyle bir aşk tanrısı yanı başında dururken acaba ne için onu uzaklarda bulmaya uğraşarak boş yere yorulmuş, vakit kaybetmiş, bunun zevkinden tatmakta geç kalmıştı?

Baktıkça daldı, daldıkça baktı. Beyninde volkanlar püskürten bu genç vücudun bütün hayat verici serin sularını son katresine kadar içmeye yeminler etti. Kocasına öyle güzel, zarif ve hemen billurdan denecek bir çift boynuz takacaktı ki zavallı boyalı papağan bunların ağırlıklarını hiç duymayacaktı.

Bu ilk parlayıştaki göz karartısı ile işin olmasında aşılmayacak o kadar engeller, zorluklar göremedi. Kendi güzelliğine, çekiciliğine, tesir kuvvetine o kadar inanıyordu. Bu tecrübesiz genci bir hamlede ebedî olarak kucaklayıvereceğinden şüphe etmiyordu.

Birdenbire kulağına bir ses geldi. Gözlerini bu büyüleyici levhadan ayırarak bahçenin köşe bucağını gözden geçirdi. Karşıdan, Atıfet kolunu kaldırmış parmağıyla Ferhunde Hanım’ı göstererek bağırıyordu:

“Bak, bak annen nerede?”

Ferhunde Hanım büyük bir infial ile yavaşça söylendi:

“Dilin tutulsun musibet bücür, kör olası gözlerin koca bahçede benden başka bir şey görmedi mi?”

Atıfet’in bu bağırışında Ferhunde Hanım’ı gücendiren iki şey vardı. Birincisi korkunç olan “anne” sözü idi. Şemsi ile Muzaffer yaşıt olduğuna göre kendisi için oğlunun anası olmak felaketi inkâr olunamaz bir gerçek olunca âşık tutmaya karar verdiği gence karşı da o makamda olması tabii oluyordu. Bu söz yalının içinde her gün ve her ağızda böyle kampana gibi çalkalandıkça türlü tedbirler ile gizlemeye uğraştığı yaşlılığını hatırlatmaya uğursuz bir vesile olacaktı. İkinci sebep de Atıfet’in Şemsi’ye nişanlı bulunmasıydı ki, bunda da birçok felaketler gizliydi. Kendisi Muzaffer’in annesi olduğu gibi Atıfet’in halası bulunması da inkâr edilemez bir gerçekti. Atıfet’in annesi ölerek kızının analığı yerini ailede en yaşlı kadın bulunması itibarıyla Ferhunde Hanım’a bırakmış bulunuyordu. Onun için cılız kızın evlendiği zaman Ferhunde Hanım damada karşı kaynanalıkla vazifeli olacaktı. Bu muhterem mevkilerden damadın sevgilisi hafifliğine atlayarak böyle meşru olmayan ve akılalmaz surette nefsinin heveslerini yatıştırmakta haz ve bahtiyarlık aramayı hangi vicdan kabul edebilirdi?

Ferhunde Hanım’ın gözlerini öyle kalın bir sevda perdesi bürümüştü ki bu çok büyük engelleri, bu korkunç mahzurları biraz aklına getirdiyse de emelinin temelini sarsmamak için işi derinleştirmek tarafına yanaşmadı.

Şimdi onun zihnini yalnız bir nokta kurcalıyordu. Atıfet ne kadar cılız, bücür, cüce, gudubet olursa olsun Şemsi ile evlenmeye namzetliğinden dolayı onu oğlandan kıskanıyordu. Bu ceylan gibi delikanlı, Hasan Ferruh Efendi’nin bu aptalca kararına boyun eğerek bu gönül sıkıntısı yengeç kızın kocalığı felaketini kabul edecek miydi? İşte buna bir türlü ihtimal vermeyerek Ferhunde Hanım’ın gönlü ferahlıyordu.

Atıfet’in bağırmasının arkasından Mahmure’nin tınlayan sesi duyuldu. Annesine karşı çırpınarak:

“Ablacığım buraya geliniz. Bakınız bahçe ne güzel…”

Bu seslenişi duyunca Atıfet’in kansız kısık dudakları alaylı alaylı bükülerek sordu:

“Abla mı? Annelere abla demek de moda mı oldu?”

Mahmure cevap vermedi. Fakat cılız kız çehresinde garipliği gittikçe artan alaylı hâliyle tekrar sordu:

“Mahmure söylesene… Annen mi küçüldü? Sen mi büyüdün? Bu iniş çıkıştan benim hiç haberim yok.”

Mahmure, karşısındakinin kulağına eğilerek yavaşça:

“Sus… Sus… Annem öyle tembih etti.”

Bu susma ihtarına karşı bücür kız bir kahkaha salıvererek:

“Annen ‘abıhayat’ içmiş… Hiç ihtiyarlamaz ki, ebedî olarak genç kalmaya yemin eden bu kadın, görürsün, birkaç sene geçsin seni kendine ‘kızım’ dedirtmeye zorlayacaktır.”

Bu geçkin kadının giderek daha gençleşir gibi tazeliğini korumasından dolayı Atıfet’in yüreğinde ona karşı gizli bir hıncı vardı. Ailece sokağa çıktıkları vakit bütün dikkat ve meftuniyet gözleri çarşaf ve peçe altında daha süslü duran bu boylu boslu hala hanıma çevrilir, Atıfet’in kadın varlığı fark olunmaz, olsa da alay edilmek için olurdu.

Ferhunde Hanım balkondan bu kahkahanın manasını hemen fark etti. İntikam almak için aşağı inmek istedi.

Mahmure, Atıfet’in bu alayını kapatmak için annesine:

“Biz Şemsi Bey’le Muzaffer ve Atıfet’e karşı üç gol fazla ile galebe çaldık. Şemsi ağabeyim yoruldu, bakınız orada yatıyor.”

Bu “ağabey” tabiri de Ferhunde Hanım’ın yüzüne ağır bir buruşma getirdi. İçeri girdi, ayna önünde pudrasını tazeledi. Saçlarını düzeltti. Bir küçük şişe menekşe esansının hemen dörtte birini avucuna boşaltarak göğsünü, boynunu, bedenini kokuya boğdu. Beyaz ipek bornozuna büründü. Bahçeye çıktı.

Ferhunde Hanım tufaların arkasından daha gözükmeden Atıfet, “Mahmure müjde, annen… Ay yanıldım, ablan geliyor.” dedi.

“Hani ya? Meydanda yok.”

“Kendinden evvel kokusu geldi de teşriflerini ondan anladım.”

“Ne kokusu?”

“Aman alık… Ablan bir şişe lavanta ile yıkanmadıktan sonra hiç kapı dışarı adım atar mı?”

“Aman Atıfet sen de… Annem ne yapsa gözünde büyük bir kabahat oluyor. Lavanta sürünmesi ayıp mı? Yoksa büyük bir günah mıdır?”

“Babanın burnu pek o kadar koku almaz da… Ben ablanın bu iptilasını lüzumsuz görüyorum.”

Ferhunde Hanım, Atıfet’i öfkesinden çatlatacak nazenin bir yürüyüşle gözüktü. Şemsi’nin yattığı banka doğru yürüyordu. Zeki Atıfet, halasını bahçeye çeken sebebin Şemsi olduğunu hissetti. Çünkü onu kendi gözünden kıskanırdı. Nişanlısını, bu kadının hırslı bakışlarından korumak ister gibi o da gözlerini banka dikti. Ferhunde Hanım, kızın gözlerinden ızdırabını anladı. Fakat hiç aldırmadı. Uyuyan delikanlıya fütursuzca yaklaştı. O görünüş, kadının helecanını bütün bütün artırdı. Kızgınlık zamanlarında erkeğinin kokusunu alan yırtıcı bir dişiye döndü. Bütün kuvvetiyle çarpıntısını gizlemeye uğraştığı hâlde yapamayıp aşırı isteği sesinde dalgalanarak:

“Bunu böyle neye bıraktınız? Zavallıyı güneş çarpacak.”

Halasına eziyet etmek için fırsat kaçırmak istemeyen Atıfet, telaştan büsbütün peltekleşen küçük ağzıyla hemen cevap verdi:

“Gençleri tedbirsizlikten korumak için içimizde sizin kadar analık vazifesini iyi yapacak yaşlı bulunmadığından… Görünüşte ne kadar şuh bir abla olsanız yine kalbinizde bir analık mayası, şefkati vardır.”

51Harfendazlık: Laf atma, sarkıntılık etme. (e.n.)
52Sadakor: Düz dokunmuş, açık saman renginde bir tür ipek kumaş. (e.n.)
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?