Cehennemlik

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

V
DOKTOR SENAİ EFENDİ

Ferruh Efendi’nin bu üçüncü doktoru, Mektebi Tıbbiye-i Osmaniye’nin ilk açılış yıllarında diploma ile çıkmış, seksen beş doksan yaşında, akranları yok olmuş bir hekimlik antikasıdır. Keten gibi aklaşmış saç ve sakalı, kulaklarının yarısını örten geniş tablalı koca fesi, nurlu yüzü, topuklarına kadar inen setresi, iri camlı kollu gözlüğü, tasma şeklinde siyah canfesten boyun bağıyla Sultan Mahmud-u Adlî35 zamanı insanlarına mahsus bir müzeden kaçmışa benzer.

Koltuklarındaki iki uşak, kolay kırılacak bir yük götürür gibi bu yaşlı adamı sarsmadan yeni ayak36 bir çocuğa gösterilen dikkat ile getirip köşede ona ayrılmış olan koltuğa oturttular. Hemen önüne sigara iskemlesi konuldu. İhtiyar iki kolunu koltuğun kollarına dayadı. Merdiven çıkmaktan ileri gelen ihtiyarlık yorgunluğunu gidermek için yüzünü buruşturarak, başını ağır ağır sağa sola eğerek ilk sık nefeslerini alırken, uşaklar vereceği emri bekleyerek karşısında duruyorlardı.

Biraz dinlendikten sonra gözlük camlarının parlaklıkları altında kaybolan gözlerini kaldırarak zayıf, kesik bir seda ile “Bir bardak su… Ve kahvem…” dedi.

Fakat başı karşısındakilere doğru ve dudakları aralık durduğundan emrini bitirmemiş olduğunu uşaklar anlayarak bekliyorlardı.

Ve sonra ağır ağır ilave etti:

“Kahvem mümessek fakat menku değil matbuh olsun.”

Uşaklar çekildi. Yalnız kalınca:

“Tabahat de tababet gibi münkariz oldu. Nerede o eski konaklar, evvelki uşaklar, kahvenin eski usul pişirilmesi… Şimdi kahve diye lezzetsiz, kokusuz, kestane suyu gibi kara bir su getirirler.”

Baygın olan Hasan Ferruh Efendi odanın halısı üzerinde biraz beli bükük ve yüzü yere dönük yatıyordu. Doktorda baygını ayıltmak için telaş görülmedi. O, kahve, tütün, enfiye tiryakisi idi. Bu üç keyif verici şeyin, doksan yıllık yıpranmış sinirleri üzerinde, sıra ile uyandırıcı tesirleri görülmeden onun beynindeki uyuşukluk açılmaz, gözlerinin dumanı gitmez, işitme ve dokunma sinirleri işlemezdi.

Göz ucuyla baygına baktı ve dudakları şöyle kıpırdadı:

“Zavallı, baygın değil, yorgun… Merak illeti bu adamı bitiriyor. Kuvvetli bir uyku ilacı verilse bu kadar derin uyumaz. Beniz solgun, nefes alma zayıf, ama muntazam. Kısa bir lisagors37 geçiriyor. Uyusun. Kendini düşünme acısından kurtulup biraz rahat etsin.”

Senai Efendi yeni tıp kitapları ile meşgul olmaktan adamakıllı vazgeçmiş, bu bilgide Calinos ve İbni Sina zamanına dönmüş bir eski hekimdi. Kütüphanesinde Kitab’ül-istiskaat, Kitab’ün-nabz’ül kebir, Kitab-ü hablet’ül-ber, Kitab-ü fi ara’ül-Bukrat ve Eflatun, Kitab-ü fi merret-üs-sevda, Kitab-üz-zübul, Kitab’ül-tiryak ila mağliyanus, Kitab’ül-kulunç, Kitab’ül-edviyet’ül-kalbiye ve daha bunlar gibi hekimliğin uzun yüzyılların unutulmuş mezarlarında gömülü, bugün işe yaramak değerinden düşmüş, yalnız antikalıkları ile fen müzesini süsleyebilecek eserler bol bol mevcut, fakat yenilerden eser yoktu. Bu eskilere olan fazla bağlılığı ve sevgisi yenilere karşı kalbinde birazcık olsun yumuşamak bilmeyen bir düşmanlık uyandırmıştı. Her yeniden hoşnutsuz idi. Yeniliğe karşı gösterdiği alaylı küçümsemeler, Hasan Ferruh Efendi’nin bedbin ve şikâyetçi felsefesi ile pek uygun bir zimamlık ahengi meydana getirdiğinden birbirlerini severler, buluştukları zaman âleme sövüp saymakla hoşça vakit geçirirlerdi. Efendiden başka kendine hasta nabzını uzatan bir müşterisi yoktu.

Senai Efendi, hekimlik nazariyelerinden çok güzel hikâyeler bilir bir söz eri, Hasan Ferruh Efendi’nin vezinli ve kafiyeli latifelerine aynı yolda cevap bulmaktan geri kalmaz eski tarzda bir şair hekim idi. Hastası üzerindeki tesiri hekimlik bakımından olmaktan çok ruhi idi. Ferruh Efendi bir çiçekle yaz edemeyen hercai gönüllü bir insan gibi kendi hastalığına bakmayı tek bir doktora bırakmakla kanaat edemediğinden getirttiği öteki doktorların tedavi usulleri ile verdikleri ilaçları kontrol etmeye Senai Efendi’yi tayin etmişti. Ama ne yazık ki efendi, doktorların hepsini dinler ve çok kere de netice olarak kendi bildiğine giderdi.

Marazdan çok meraka tutulmuş olan bu hasta, dünyanın son gününe kadar yaşayabilmek arzusunun verdiği sıkıntı ile rahatsızdı. Kendi öldüğü gün bu âlemi bütün yaşayanlar yok olmuş, tamtakır bırakmak bencilliği gibi garip bir düşünceye bel bağlamak hatasından kendini alamaz, kendini iyileştirmeye çalışan hekimlerin sağlamlığını çekemez. İster ki sıhhat kaidelerine uymakla nihayetsiz bir hayata malik gibi görünmek gururu ile dinç duran doktorlar hep kendinden evvel gömülsünler.

Meşhur bir hekimin ölümünü duyduğu zaman yüzünü bir rahatlama ve horlama gülümsemesi kaplayarak, “Oh, oh… Benden evvel gitti… Hâzâ min fadli Rabbi…38 Ölümü kendilerinden ziyade, hastalara mahsus bir şey sayan doktorların ölüm pençesinde ezildiklerini görmek kalbime bin iksirden daha çok şifa ve teselli veriyor. Bir hastanın nabzını ölümü ona kendinden daha yakın görmek küstahlığı ile muayeneye başlayan doktorlar, işte, anlayınız ki ölümün idam hükmü bizim kadar sizin için de olağan bir iştir. ‘Ölmezlik’ ancak Allah’a mahsustur. Hani ya Lokman? Hani ya Sokrat? Bundan bir asır sonra âlim, cahil, hastalıklı, hekim hep birer karanlık çukurda toprağa katılmış olacağız.” avunması ile bir nevi iç açıklığı duyardı.

Bu yaşlı hekim, Ferruh Efendi’nin yaşça babası yerinde bulunduğu için onu kendinden çok mezara yakın görmesi sevgisine, hürmetine sebep oluyordu.

Hasan Ferruh Efendi hırkasız, kürksüz, yerde açık saçık bir baygınlık saati geçirmekten doğacak soğuk alma tehlikesini düşünerek hekimin kımıldanmamak tavsiyesini dinlemeden yerinden kalktı. Uşak çağırdı. Üstünü giydi, sedire oturdu.

Bu merak hastası, bazı son derece zeki olur, bazı da zırdeli kesilirdi. Çok zaman coşkun bir akıllı mı, yoksa zincirsiz bir deli mi olduğunu bilmek güçleşirdi.

Senai Efendi ise hekimlik kitapları ile zihni karışmış ve zaten bunaklık devresine girmiş, komik ve senli benli huyda bir zat olduğundan hastası ile en buhranlı hastalık zamanında bile kafiyeli görüşürler, muayenenin sual ve cevapları garip bir müşaare39 şeklinde geçer, oda bir tımarhaneye dönerdi.

O zamana kadar Senai Efendi enfiye ile keyfini adamakıllı getirmişti. Onun için opera başladı:

Doktor:

“Aman söyle hazret

Ne idi o hâlet?

Yerde bitap yatış

Ya o baygın bakış?”

Ferruh Efendi:

“Hâlimi hiç sorma Lokman

Öldürdü beni Âlimyan.”

“Gel aç bana bağrını

Dinleyim sadrını.”

“Ah tabib-i canım

Mürşid-i vicdanım

Bugün bir ölüm atlattım.”

“Aman ödümü patlattın.”

“Senin gibi eski hekimliğin tecrübeli insanının rahat ve sükûn tavsiyesine karşı Âlimyan bana bugün beden talimleri yaptırttı. Âdeta maymun gibi oynattı. Gerin dedi, gerindim. Sıçra dedi, sıçradım. Nihayet baygın yattım. Sinirlerim kopacak gibi gerildi. Kalbim, çarpmaktan delindi zannettim.”

“Aman ne çocukluk hazret… Yaraşır mı sana bu hiffet…”40

“Sözün aynı keramet.”

“Kalp yerinden mi oynadı?”

“Duydum, hop hop hopladı.”

“Acaba ‘cardianastrophie’ yani tebdilimekân-ı kalbî41 oldu mu?”

Hasta korkudan sarararak eliyle göğsünde telaşlı telaşlı kalbinin yerini aradıktan sonra:

“Eyvah…”

“Ne var? Allah…”

“Dediğiniz olmuş. Kalbim eski yerinde değil. Evveli solda çarpardı, şimdi sağ tarafıma geçmiş. Artık işim bitmiş.”

“Deme hazret.”

“Vallahi bu hakikat.”

 

Senai Efendi oturduğu koltuktan kımıldamaksızın hastayı önüne davet etti:

“Gel bakayım önüme…”

Hasta, büyük bir tehlike korkusuyla titreyerek gelir. Göğsünü hekimin kulağına verir.

Senai Efendi derin derin dinleyerek:

“Hayır yanılıyorsunuz. Kalp yerinde sayıyor.”

“Vallahi sağa kayıyor.”

“Emin ol hazret, kalpte zerrece tebdilimekân yok.”

Ferruh Efendi ellerini göğsünün iki tarafından kaldırmayarak:

“Yanılmıyorum. Çarpıntım acayipleşmiş, solumdan sağıma geçmiş.”

“Hele eğil bir bakayım. Kitabü fi’l-adelü ve’l asab bir şaşırma hadisesi yazar. Yeni hekimler bu garip hadiseyi hiç bilmezler.”

“Nedir o hadise Lokman’ım. Değil mi mekşuf42 sana dermanım?”

“Başını dest-i muayeneme uzat.”

Hasta, başını doktorun titrek ellerine bırakır. Hekim parmaklarının uçları ile yüzü, şakağı, bütün damarları ve sinirleri muayene edip ellerini boynun şahdamarlarından aşağı indirerek:

“Vah zavallı…”

“Ne olmuş?”

“Söylediğim şaşırma hadisesi olmuş.”

“Çabuk söyle ne var?”

“Damar ve sinirlerinde sapıtma var.”

“Aman Rabb’im, ben her işimde doğru yolu tutmuş bir insanım. Sinirlerim nasıl sapıtır?”

“Korkma. Bu his galat-ı muvakkattir, geçer.”

“İşin esasını anlatın peder…”

“Senin anlayacağın, sarsıntı ile başın ziyade sallanmış. Beyninde şiddetli bir zelzele olmuş. Şimdi sinirlere olan tebligatını eskisine göre ters veriyor. Duyguca sağın sol, solun sağ olmuş.”

“Of bittim. Böyle ne hâl olmuşum? Demek ki ben çarpılmışım? Bu duygu çarpıklığı hastalığı insanı kaç günde öldürür?”

“Aman bu söz beni güldürür. Bu hadise uzun ömre sebep olur. Çünkü bu duygu çarpıklı eski hâline döndüğü zaman bütün vücudunun iç aletlerinin vazifelerine bir çalışma gelir. Beden çelikleşir.”

“Aman efendim, oldu aklım zir ü zeber.43 Bu çarpıklık, eski hâle nasıl döner?”

“Bütün sinirlerinin tellerini kırmalı, sonra saz gibi ahenk etmeli. Söyle nerelerin ağrıyor?”

“Belim ile kollarım, kalçalarım, uyluklarım, karnım, bağırsaklarım sızım sızım sızlıyor.”

“At kürkü, çöz uçkuru.

Çevir bana uskuru.”

“Böyle bi-ar ü nikâb

Olmama mâni hicap.”

“Olma öyle mürai

Aç diyorum orayı.”

Doktorun emrine uyarak hasta iç çamaşırlarını çıkarır. Senai Efendi bir avucunu hastanın sırtına, ötekini karnına koyarak:

“Pek titizsin, hem çok lagar44

Semirteceğim seni ahar!

Batna45 bak hayli dolgun,

İlyeteyn46 de solgun.”

“Aman yavaş, gıdıklama

Pek o kadar tırtıklama…”

“Zarar vermez tabip eli,

Kıkırdama olma deli

Daha biraz eğ belini…”

Hasta eğilir. Doktor başparmağını iki davlumbazı üzerindeki orta bel noktasına şiddetle basınca Ferruh Efendi:

“Aman… Aman… Aman…”

“Kımıldama az zaman.”

“Ne olmuş söyle hemen,

Zira hâlim pek yaman.”

“Sagire-i aczin pörsümüş.”

“Aman dikkat tabibim, daha nerem büzülmüş?”

“Kuyunuzun çemberi

Gevşemiş çoktan beri.”

Doktor parmaklarını bu ince vücut üzerinde aşağı yukarı dolaştırarak:

“Adale-i hayatiye-i yemin,

Pek mültehib, ol emin…

Adale-i muştiye-i yesar,

O da pâ-zede-i hasar…

Kebir-i asab var ki işte,

İşte bir teki…

Bulamadım nerede?

Pek büzülmüş öteki.”

“Can kalmamış bende ki

Ha sendeki bendeki

İkisi de pösteki…”

Doktor muayenesinde devam ederek:

“İşte iki psoas…”

“Korkma korkma sıkı bas.”

“Mütemayil, mütekâsil…

Mütevakvak hem korkak,

Neler olmuş, hele bak.”

“Adale-i sagire-i maile,

Ters dönmüş tamamiyle.”

“Aman aman iyi dinle…”

“Asabeyn-i mukarrebeyn-üt-tarafeyn…

Şimdi olmuş mütebaideyn.”

“Çaremi bul aman doktor…”

“Kımıldama sen uslu dur…”

“Her iki nısıf küre-i-zahir,

Kurumuş olmuş tamtakır.”

“Yumuşat, bu vücudumu sulandır.”

“Amma ettin sen de ha koca katır!..”

Doktor, kasıklardan nabız dinleyerek:

“Nabız-ı mağben mühmel…”

“Bende maraz tekmil.”

“Dur, dur, darebanı değişti nabzın,

Söyle bugünlerde var mı kabzın?”

“Kâh kabız olurum kâh mülayim.

Bî-meşreptir, o da bana benzer daim.”

“Tebrik ederim seni meraklı hasta,

Giriyorsun şimdi yeni bir fasla…”

Kasık nabzına bastırarak:

“Sanki dâhilde iki yavru serçe,

Durmaz gagalaşırlar sertçe sertçe…”

“Hâlimde bir fark yok bence.”

“Muayene buldu hitam.”

“Aman tedvide devam.”

“Şimdi gelsin kahve, duhan, enfiye…

Görülürse görülür iş keyifle…”

Ferruh Efendi giyindi. Kahveler ısmarlandı. Bu dinlenme bir komik operanın perde arasına benziyordu. Biri hastalıklı, öteki yaşlı bu gerçek aktörlerin ikisi de sahiden istirahate muhtaçtılar. Ferruh Efendi sedire uzandı. Öteki koltuğa yaslandı. Kahveler geldi, sigaralar tellendi.

Senai Efendi, “Bir tutamcık enfiye, bin şifa verir beyne.” dedi, burun deliklerini doldurdu.

Bu gülünç muayeneden maksadı hem hastayı eğlendirmek hem de biçarenin kalbini dinleme vesvesesini başka taraflara çevirmekti.

Ferruh Efendi, bedeninde doktorun afet bulduğu kısımları elleriyle ayrı ayrı yoklayarak düşünüyordu. Farkında olmadan eli yine kalbine gitti. Evet, yaptığı idmanın şiddetiyle yüreği yarım sağ etmişti. Sonunda dedi ki:

“Müller’in ilk temriniyle kalbim çarpıldı. İkincide galiba bütün bütün kopacakmış. Aman hekim düşündüğün yetişir. Kalbimi eski yerine getir. Kanım damarlardan ters akarsa, nabızlarım böyle çarpık atarsa… Belki maraz kökleşir, belki deva güçleşir. Bak bana, bak a canım, sol olmuş sağ bacağım… Kıblem dönmüş şimale, garbım şarka imale, etmiş bak şu hâle. Nasıl kılayım namaz; lodosum oldu poyraz.”

“Dur bir reçete yazayım Lokman’dan, o server-i etıbba-yi irfandan… Bu tertiple vücudunu bir tıla, eyleyince bulursun derhâl şifa…”

Senai Efendi reçetelerini Türkçe yazar ve kendi eliyle yalıdaki özel eczanesinde hazırlardı. Onun belli başlı ilaçları orada hep vardı. Hokka tutmak için uşak çağrıldı. Eline bir altlık verildi. Uzun uzadıya düşünerek şu reçeteyi yazdı:


“Bunların cümlesi dövülüp ezildikten sonra, gül suyu ile kâfi miktarda kaynatılıp ılıcak vücuda sürülmeli, karaciğer, dalak ve büyük damarlar üzerleri iyice ovulmalı, sonra tere yatmalı, ertesi sabah hamam yapmalı; dalalete uğrayan organ dâhiliye gelir yerli yerine… Ve amma ki takarrüb-i hatun, istima-i kanun, ekl-i macun, şeytani vesvese-i derun memnu…”

Hatuna kafiye ve seci düşecek ne kadar yiyecek, içecek ve davranış varsa Lokman’a göre bunların hepsinden çekinmek lazım geleceğini hasta anladı. Bu kafiyeli tedavi, vücudundan evvel efendinin zihnine hoş geldi. Kafiye damarları depreşti. Merakını gidermek için sordu:

“Kavun yesem olur mu?

Kanıma dokunur mu?”

Şair hekim, çekinmek lazım olduğunu bildirmek için şehadet parmağını kaldırarak cevap verdi:

“Hatun benzer bi-aynihi tauna

El uzatma mukaffası kavuna;

Biri tatlıdır, serin hem âb-dar,

Biri mahrurdur gayet can yakar!

Eder telyin kavun çok âdemi

Kadın kurutur büsbütün demi.”47

O gece Senai Efendi yalıda kaldı. Hazreti bağırta çağırta soyarak Lokman’ın tertibi ile mükemmel sıvadı. Zavallı efendi sosa bulanmış yoluk bir hindi gibi döşeğe girdi. Tere yattı. Fakat Lokman reçetesinin asel-i musaffa, terementi ve zamk-i Arabîsi çok gelmiş, biçare adam ballıbabaya dönmüştü. Ökseye konmuş bir kuş gibi vücudu nereye dokunsa yapışıyor, bar bar bağırıyordu. Sıkıntıdan terledi. Çok sürmedi tekmil bedenini bir yanma sardı. Kebabenin, zencefilin, öteki azdırıcı ilaçların ölçüsünde ya Lokman yanılmış ya onun usta talebesi… Hasta, hamam için sabahı bekleyemedi. Döşekten çıkardılar, hamama soktular. Vücudu pul pul kabarmış, mercan balığı tavası manzarasını almıştı. Bedenin bazı kısımlarını Senai Efendi tebeşir, üstübeç astarı ve zeyt-i kantaronla öyle çeşitlere boyamıştı ki asıl rengin ne olduğu anlaşılamıyordu. Kurna başında Ferruh Efendi yukarıdan aşağı hâline baktı. Artık kendinde kafiye aramaya kudret bulamayarak “Eyvah, sığır haşlamasına dönmüşüm.” dedi.

Hekim gülümsedi. Hastayı eğlendirmek için kafiye arıyordu. Nihayet buldu:

“Yaptım sana bir yakı

Vücudun zehri aktı.”

Efendi bu kavruk zamanında bile şiirde kafiyeci hekimden geri kalmak miskinliğine katlanmayarak:

“Çiğ bulup beni iyi pişirdin

Vücudumu kıpkırmızı şişirdin.”

“Münkad ol hükm-i Lokman’a

Sonra gelir kuvvet kana.”

Efendiyi çıldırtacak derecede rahatsız eden şey her tarafına sinmiş olan keskin aselbent kokusu idi. Cenazelerden yayılan bu ahiret kokusunu kendi vücudunda koklamaya dayanamıyordu. Birdenbire zihni karıştı. Sinirli bir parlama ile artık kafiye ustalığını gösteremeyerek haykırdı:

“Ben aselbendin kokusunu duyduğum yerden kırk yıllık yola kaçardım. Bu teneşirlerde yıkanmış ölülere sürülen bir nevi ahiret lavantasıdır. Bu uğursuz kokuyu duydukça artık ölmüşüm de şimdi kefenleneceğim zannediyorum. Çıkarın bu kokuyu benden, deli olacağım.”

“Devasıdır Lokman-i ulvi pendin

Korkma yoktur zararı aselbentin.”

“Yok hekimbaşı, bu kokunun uğursuz tesiriyle çıldırmama bir şey kalmadı. Anladım. Enfiyenin dimağındaki sarhoşluğuyla reçetenin içindeki tıbbi miktarı arasında denklik hasıl olamadı. Mutlak bir yanlışlık yaptın. Dünyada şimdi senden başka Lokman mukallidi hekim kalmadı. Sen bu şaşkınlıkla bu hekimler başının yeryüzünde mutlak vekili olamazsın.”

Bu kırgınlık ile zihninde birkaç kafiye parladı:

“Bu kesif tılâya,

Yapışkan belaya,

Zannetmem ki Lokman

Bal koysun bir batman

Birçok terementi

Ve zamk-ı Arabi?”

“İşte bu da sözlerin en garibi

Nerede o kadar zamk-ı Arabi?

Ne mübalâğa

Şükür Hâlik’a.

Ben çıldırmadım,

Fazla koymadım.

Böyle iftira

Yaraşmaz sana.”

“Yok yok doktor baba

Lazım değil şaka.

Kavafiyi bırak

Bana dikkatli bak.

Ya tertib-i Lokman

Ettin beni püryan.

Yanıyor beşerem

A pir-i muhterem.”

“Nedir bu telaşın a tıfl-mizaç

Yakmayınca tesir eder mi ilaç?”

“Üstübeç ile zencefil, kebabe

Çevirdi beni yoğurtlu kebaba.”

“Çabuk şifa verir ilacın harrı

Çok sürmez geçer şimdi bunun narı.”

“Sadır, zahir, batın, kasık, kebedim

Kor düşmüş gibi yandı makadım

Tutuştu ser-ta-be-pâ bu vücudum

Bî-hilaf zî-ruh bir volkana döndüm.”

“Zarardır hastaya üzüntü, hiddet

Sabret hele sık dişini bir müddet

 

Ateşten sonra gelecek salah

Bi-izn-i Lokman, bulursun felah.”

“Çıldırıyorum bu aselbentten

Kurtar diyorum beni bu dertten.”

“Muanniddir aselbendin buğusu

Kırk gün çıkmaz vücudundan kokusu.”

“Kafiyeyi bırak be adam, çıldırıyorum. O çıkmazsa kırk saate kadar kalmaz benim mutlak canım çıkar. Kendimi Zuhuri’nin tımarhane oyununda zannediyorum, önümde yalnız bir çömlekle içinde sulandırılmış leblebi unu eksik… Zaten zıvanasından fırlamış aklımı bütün kaçırmak için bu kafiyeler dem tutuyor, beni kendimden geçiriyor.”

Efendi yine dayanamadı. Şu mısrayı yumurtladı:

“Sen kavuklu, ben de pişekârın

Bize lütfu böyle rüzgârın.”

“Kafiye istemem aman geveze

Niçin durmaz çanak tutarsın söze?”

Bu kafiye şakalaşması giderek bütün bütün bir saçmalama rengini aldı. Hekimle hastanın dövüşmelerine az kaldı. Efendinin ateşini yatıştırmak için bu Lokman çömezi bir reçete daha yazmaya mecbur oldu. Bu ikinci reçete tam yirmi beş kalem işitilmemiş garip ve eski ilaçtan meydana gelmişti. Efendi reçeteyi görmek istedi. Birkaç defa dikkatle okudu. Acayip sözlü bazıları hakkında izahat istedi.

Bu ikinci reçete, “Lübub-i Erbaa”, “Besturte” ve “Dençetosiko Diyasento” gibi kafiyeli eczanın bir sıraya getirilmesiyle garip bir tarzda kafiyeli yazılmış pek ıstılahlı bir hekimlik şiiri gibiydi.

Efendinin bakışları şu iki kafiyeli ecza önünde dehşetle saplandı kaldı:

“Beş dirhem İstarek,

On iki dirhem Kurs-i Engerek”

Gözleri büyüyerek hemen haykırdı:

“Yok doktor, katiyen olamaz, bunu havsala almaz. Kafiye hatırı için yılan kabuğu yenmez, sürünülmez.”

“Pullarına vücudun şifa gerek Müessirdir buna kurs-i engerek.”

“Hayır. Karşımda bin kafiye ustalığı göstersen bana engerekle kafiyeli ecza kullandırtamazsın. Yılan sözünün kulağı ve kafayı zehirlemesi bir yana, ‘kurs-i engerek’ gibi bir lisan hatasını zehrinden ayırıp bala bulasan yine bana yutturamazsın. Çünkü sen kafiye düşkünü isen ben de kaide tutkunuyum.”

Bu ikinci Lokman Senai Efendi hastasına kalp merakını unutturmak için mi zavallıyı böyle rahatsız edici ve tatlı bir vücut kaşıntısının sürekli uğraştırmasına düşürmüş, bu hayırlı maksatla mı onun bütün bedeninde bu umumi pehlivan yakısını açmıştı, yoksa reçete tertibinde çeşit ve ölçüce Lokman’a uymakta şaşırarak bir hataya mı düşmüştü?

İşte bu malum değildi.

VI
HASAN FERRUH EFENDİ AİLESİ

İnsanların bencilliğinin sonu yoktur. Cimri, bir tanesini bile harcamayacağı parasını anlaşılmaz bir biriktirme aşkıyla kasaya yığmaya uğraşır, ortadan kaldırır. Bu hapsettiği paranın belki on binde, yüz binde birinin yoksulluğu yüzünden insan cemiyeti içinde ne yoksulluklar, ne acıklı şeyler geçtiğini düşünmez. Ömrü boyunca nafakasını yeteceğinden fazla temin etmiş olan bir tok, her fırsat gözüküşünde fazlalığını insafla görmeyerek yine kendi hesabına biriktirmeler yapar. Zahirelerini küflendirir, çürütür. Açları aklına getirmez, kimseye yedirmez. İnsaniyeti, tüyleri ürpertecek insaniyetsizliklere sürükleyen işte bu bencilliktir.

Birçok işlerimizde bu bencillik bizi insanlıktan çıkarır. Fakat bin türlü bahane ile bunun çok acı çeşitlerini her gün işlemekten çekinmeyiz. Her davranışımızda mutlaka bu duygu vardır. Belki hayat budur; bu bir tabiat kanunudur. Bütün hırslarımızı doğuran bu kötülük yüzünden umduğumuz saadetten çok felakete uğrarız. Çünkü hâkim önüne çıkan en küçük davalardan en büyük muharebelere kadar varan çekişmelerin, vuruşmaların çıkış noktası budur.

Hasan Ferruh Efendi hesapsız odalıklarını çırak çıkardıktan sonra hemen kendisiyle yaşıt bulunan nikâhlı karısı da cılız bir kız çocuğu bırakarak ölmüştü. Efendi, bu kaybı bir nimet bildi. Kalbindeki bencilliğe uymaktan başka bir şey düşünmeyerek müstesna güzellikte, yirmi iki yaşında bir kızla evlendi. Verimsiz hayatına böyle yeni yetişmiş bir güzeli ortak etmekten çekinmedi. Cazibe Hanım’ın bu evlilik yatağına saçacağı turfanda gençlikle efendi kendi de gençleşecek, onun genç handeleriyle evin ferah havasında güller açacaktı. İki başlı olamayan bir muhabbetten beklenilecek neşenin en sonunda gamlar, acılar doğuracak geçici bir büyük saadet olacağını bencilliğinin verdiği körlük ile görmemişti. Zorlu bir rüzgârla nazlı fidanından koparak kokmuş bir çamura düşen bir gonca gibi genç kız, vaktinden evvel çökmüş, çürümeye yüz tutmuş bu hastanın kurada kolları arasına kaderinin sürüklemesiyle hissiz bir hâlde serildi. Kendisi için kadınlık vazifesi, keyif almaksızın keyif vermek olduğu kaderinin hükmüne boyun eğdi.

Duyguca, yaşça hiç denk olmayan bu evlilik yatağında katlandığı okşamalar, kucaklamalar, öpücükler, ne hazin ve ne dayanılmaz şeyler idi. Kadının gençliği, erkeğin kısırlığını canlandırmak kerametini gösteremiyor, yarı sönmüş bir şehvet isteğini tutuşturmaya zorla boş yere uğraşmaktan başka bir şey hasıl olamıyordu Tekrar tutuşmasına uğraşılan bu semeresiz döşek cilveleri denemeleri çoktan beri erkeklikten uzaklaşmış olduğunu efendiye anlattı. Bu boşuna uğraşma, efendiyi de bitiriyor, kadına da hayattan tiksinme veriyordu. Efendinin aslında karmakarışık olan sağlığı ve gücü bu evlenmeden sonra hemen bütün bütün iflas etti. Bunun neticesi olarak tehlikeli sayılacak bazı hastalık belirtileri baş gösterdi. Doktorların kati tavsiyeleri üzerine karı koca yalnız döşekleri değil odaları bile ayırdılar.

Efendi can kaygısına düştü. Kadın, hastalıklı bir kalbin neticesiz sevda coşkunluklarına vücudunu teslim ile karılık vazifesini tiksinerek yerine getirmek işkencesinden kurtuldu.

Fakat bu taze, güzel kadının hayatı, gençliği bir nevi hacir48 altına alınmıştı. Cazibe Hanım, tabiatın kendine verdiği o çağın zevklerinden, bütün kadınlığın meşru haklarından faydalanmaktan yasaklanmış bir yoksulluk ömrü geçirecekti: Sayısız delikanlıların gönüllerini sevda ile alevlendirmek tazeliğinde bulunan bu zavallı kadın, yaşlı, hastalıklı kocasının bencilliği yoluna kısırlığa mahkûm olacaktı. Efendi, onu, gayet iştah uyandırıcı fakat yenmesi yasak bir yemiş gibi yabancıların kıskanan gözlerinden saklı bulundurmaya, yalnız onun gönül alan yürüyüşünü seyrederek bu son günlerinin acılıklarını, bazı kısa dakikalarda biraz azaltma yolunu aramaya uğraşmayı yeter buluyordu.

Yalıda her türlü bolluk ve rahatlık var idi. Fakat Cazibe Hanım’ın öyle iştahsızlık günleri olurdu ki, yemek yemek âdet olduğu için sofraya oturur, yediklerinin ne olduğunu fark edemeyecek bir dalgınlık ve isteksizlikle elini şuna buna dokundurur kalkardı.

Efendi, ona her ay birkaç kat son moda elbise yaptırtmak cömertliğinden geri durmazdı. Fakat bu elbiseler gardıroplarda birbiri üzerine yığılarak kalırdı. Misafirliğe gitmek icap edip de giyinme zorunda olduğu zamanlarda süslendikten sonra boy aynasının karşısına geçer, latif, ince vücudunu hazin hazin seyretmeye dalardı. Onun incelik içinde bir dolgunlukla latif endamındaki girinti ve çıkıntılar tabiat heykeltıraşının, sanatkârlara ilham coşkunluğu verecek bir seçme örneği idi. Her vakit açık bıraktığı boyunla gerdanın bedenle birleşmesindeki uygunluk, eski Yunan yaratıcılarının mermerlerde göstermek için aradıkları canlı bir örnek güzellik sayılabilirdi. Firketelerin düzgün tutmalarına karşı hep isyan ederek rahat durmayan gümrah49 koyu kumral saçları bir ressamın usta kalemiyle çizilmiş sanılan ve yüzüne gönül çekici hususi bir eda veren gene o renkte kalkıkça kaşları, sanki kem nazarlardan korunmak için kıvırcık kirpiklerin gölgesinde pek cazip duran ela gözleri, ince kıpkırmızı dudakları, burnun, yanakların, çenenin uygunluğu ile bir ahenk meydana getiriyordu.

O yalıya gelin geldiği zaman rengi açık pembe leylak tazeliğinde idi. Fakat havasızlık içinde kalmış bir çiçek gibi giderek soluyor, gözlerin altlarında yorgunluk ve bezginlik izleri olan ve kirpiklerden gölge düşmüş gibi hafif siyah halkalar peyda olmaya başlıyordu.

Aynanın önünde süslendiği zamanlar kendine bakar, kirpiklerinin araları iri yaş taneleriyle dolardı. Kimin için bezeniyordu, giyinip kuşanıyordu? Bu kederli hayat içinde geçen yıllar geçtiklerinin işaretini bu güzel yüze derin çizgilerle çizecekler, beş on yıl sonra vakitsiz ihtiyarlığa düşecek geçkin bir kadın hâlini alacak, talihinin bu tazmini mümkün olmayan zulmünü sonra kimden dava edebilecekti? Hâl karanlık, istikbali ise anahtarı bencil bir ihtiyarın cimri elleri arasında sımsıkı duran bir demir kapıya benziyor, ötesi hiç seçilmiyordu. Onun tek başına yattığı yatağında ümitsiz geçen bazı hayal kurduğu geceler de hasretli gözleri önünden öyle delikanlı çehreleri geçit yapardı ki, bu tatlı, rahatsız edici hayalleri zihninden kovmak sıkıntısı ile gözünü kırpmadan bir yandan öbür tarafa döne döne terler içinde kalırdı. Gönlünde bir aşk ideali vardı. Bir gün bir taraftan onun çıkıvereceğini beklemekte idi. Fakat bu hayalî sevgilisi nereden ve nasıl çıkabilecekti? Onu bilmiyordu.

Ailenin azalarından ikincisi Hasan Ferruh Efendi’nin kız kardeşi Ferhunde Hanım’dır. Kırk ikilik, fakat tazeliğini koruyabilmiş güzel bir kadın. Vücudu şişmana yakın bir dolgunlukta… Her vakitki işi yılların yüzünde meydana getirdiği çöküntüleri tamir etmek olduğundan gerçek yaşından yedi sekiz yaş küçük görünür. Saçlarının ilk aklarını kimseye fark ettirmemekte gerçekten ustalık göstermiştir. Boyaların cilde zararları olmayan çeşitlerini tanır. Bunların hazırlanmasını ve kullanılışını evin içinde hiçbir kimseye sezdirmez. Yaşlılığın hazımsızlıktan ileri gelen bir çeşit hastalık olduğunu bilir. Midesine dikkat eder, hazmı ağır şeyleri ağzına koymaz, fazla yemez. Vücudu yıprandıran şeylerin başlıcasının gam, keder, üzüntü olduğunu da bilir. Hiç keder tutmaz, sıkıntı verecek her şeyden kaçar, üzüntülü bir iş görmez. Elinden geldiği kadar hayatı sürekli bir sefa hâlinde geçirmeye bakar. Dünya yıkılsa vazife edinmez.

Orta boylu, saçları asıl rengi olan koyu lepiskaya boyalı, sarı, ela gözlü, değirmi kırmızı yüzlü ve yüz azaları düzgün, dişlerinden de birkaçı bellisiz olarak eğretidir. Yüzüne iyice bakılırsa bunda mevsiminden uzun zaman sonralar için pamuklar içinde saklanmaya uğraşılan yemişleri andırır bir bayatlık görülür. Dikkatli bir bakış bu tazeliği gerçek tazelikten ayırabilirse de Ferhunde Hanım, kendisi, bunun hiç farkında değildi. O kendini genç saymakta iyileşemez aşırı bir zaafla hasta idi. Yirmi sekizden yukarı çıkmak istemez ve yılların bu tersine geçmesine sahiden inanmış gibiydi. Her yıl geçtikçe o bir yaş daha küçülürdü. Ve öyle gençlik edaları peydahlamıştı ki, hemen kendiyle yaşıt olan kadınların “Valide hanım!” diye saygılı bir sözle ellerini öpmekten çekinmezdi. Bazı da on sekiz yaşlarındaki kızların mizaçlarına, huylarına tam uyarak densizlikler, somurtkanlıklar yapar, etrafına nazlı nazlı eğri, kıpık, şımarık bakışlar fırlatırdı. Hoppa bir kızcağız tavrı ile ara sıra kollarını kaldırıp gerdan kırma ve göz süzmeleriyle saçlarını bir düzeltişi vardı; o edayı görenler, gençlik rolünü oynamaktaki bu sanatkârlığa gülmek mi, şaşmak mı lazım geleceğini bilemezlerdi.

Bu gençlik budalası kadın, biri oğlan öteki kız iki yetişkin evlat anası idi. Muzaffer yirmi bire basmış, Mahmure on yediyi dolduruyordu. Kendi gerçek yaşının gizlenmez, örtülemez canlı vesikası olan bu iki çocuğu vaktiyle doğurmuş olduğuna ne kadar pişmandı. Türlü mantık ustalığı ve hesap karışıklığı ile oğlanın yaşını on altıya, kızınkini on üçe kadar indirebilmişti. Ne kadar lazım olursa olsun bunların “tezkere-i Osmaniye”lerini50 meydana çıkarmazdı. Çocukların doğdukları zaman nüfus tezkerelerine yaşları yanlış yazılmış olduğu iddiasını öne sürerek bunların kendi hesabına göre tashihlerini yaptıracaktı:

“Hanım, maşallah çocukların ikisi de senin tependen bakıyorlar. İddia ettiğin kadar küçük görünmüyorlar!” diyenlerin bu sözlerini “Büyükbabalarına çekmişler. İkisi de genç irisi. Vücutları yaşlarına göre değil. Siz onların yaşlarını doğurandan daha iyi mi bilirsiniz?” karşılığıyla susturmaya uğraşırdı.

Bu aile insanları babadan geçme birer çeşit delilikle hasta idi. Ağabeyi Hasan Ferruh Efendi’nin hastalık merakı kız kardeşi Ferhunde Hanım’da böyle aşırı bir sürekli gençlik deliliği suretinde gözükmekte idi.

Ailenin üçüncü azası, Ferhunde Hanım’ın kocası Sabri Bey’dir. Yaşı altmışı geçmiş, o da kayınbiraderi Ferruh gibi gençlik hovardalığı sonunda vaktinden önce çökmüş hastalıklı bir ihtiyardır. Ferhunde Hanım’ı, on sekiz yaşında güzel, körpe bir kızcağız iken o zaman kırkını geçmiş olan bu adama vermişlerdi. Şimdi ikisi yan yana geldikleri zaman karı koca değil, baba ile kız zannolunurlar. Ferhunde Hanım kendine ihtiyarlık bulaşacak korkusu ile kocasının sarılmalarından kaçar. Onun buruşuk ağzından çıkan ihtiyarlık ile dolu ağır nefesinin dokunmasıyla kendi tazeliğinin bozulacağını sanır. Çoktan odayı ayırmışlardı. Sabri Bey bazı hastalandığı zamanlarda pek yanına gitmez. İhtiyar hizmetçi muhacir Hasibe Hanım’ı gönderir. Hastanın bakılmak için mahrem bir ele ihtiyacı olduğu vakitler de tiksinerek yanına gitmeye mecbur olsa zavallıyı yatırıp kaldırırken öfke ile tartaklar. Kocası, karısına “kızım”, “kızcağızım”, “yavrum” gibi küçüklere kullanılacak tabirlerle söz söyler. Zavallı hasta adam döşeğinde karısının öfkeli eliyle böyle hırpalandığı vakit “Kızım, azıcık yavaş… Bana üvey ana hıncıyla bakıyorsun!” diye sitemle merhametini uyandırmaya uğraşır.

Sabri Bey, karısına karşı genç görünmek için sakal salıvermemiştir. Vaktiyle kırmızımtırak sarı olan saçı, bıyığı, şimdi tamamıyla ağarmıştır. Öyle akbaba görünüşüyle karısının alaylı bakışları önünde büsbütün utanılacak bir hâlde kalmamak için boya kullanmaya uğraşır. Çok ustalık isteyen bu ince işi pek beceremez, yüzüne gözüne bulaştırır. Başın yan tarafları ile arkasında biraz saç kalmış, kafatası bilardo bilyesi gibi açılmış, bıyıklar da kırpılmış, onun için boyanacak çok tüyü tüsü kalmamıştır. Ama gözler iyi seçmez, eller titrer, çok defa fırçayı nereye sürdüğünü bilemez. Tahriş edici, yakıcı boya eczalarıyla bazen şakaklarını lekeler, bıyığın üst taraflarındaki deriyi yakar. Sonra bu sabit lekeleri çıkarmak için ispirtolu bez ile ovar, oraları kıpkırmızı yara olur, çiçek çıkarmışa döner. Boyaları üstüne başına, yerlere halılara saçar. Boyanması lazım olan yerlerden çok lazım olmayan yerleri boyar. Birkaç gün sonra, boyanan kılların kök taraflarında yarım parmak kalınlığında bir aklık çıkar, saçlarda açıklı koyulu menevişler görünür. Sık tıraş olmaya üşenir. Çenesinde bembeyaz bir sakal sürer. Gözlerin fersizliği, buruşukların derinliği, her zaman bıyık gibi uzayan kaşların gürlüğü boyaların çeşitli renkleriyle karışarak çehreye gülünç bir karikatür hâli verir.

35Osmanlı Sultanı İkinci Mahmut. (e.n.)
36Yeni ayak: Yürümeyi henüz öğrenmiş. (e.n.)
37Lisagors: Letarji, yaşama işlevlerinin ve bilincin çok zayıfladığı, çok derin ve sürekli patolojik uyku durumu. (e.n.)
38Allah’a şükürler olsun. (e.n.)
39Müşaare: Karşılıklı olarak birbirine şiir söylemek, şiir yarışı. (e.n.)
40Hiffet: Hafiflik, onurlu ve vakarlı olmamak. (e.n.)
41Tebdilimekân-ı kalbî: Kalbin yer değiştirmesi. (e.n.)
42Mekşuf: Keşfedilmiş, açık, belli. (e.n.)
43Zir ü zeber: Karmakarışık, altüst. (e.n.)
44Lagar: Zayıf. (e.n.)
45Batın: Karın. (e.n.)
46İlyeteyn: Kalça. (e.n.)
47Kadın benzer aynen vebaya / El uzatma kafiyesi kavuna / Tatlıdır biri, serin ve sulu / Biri sıcaktır gayet can yakar / Yumuşatır birçok insanın bağırsaklarını / Kurutur kadın büsbütün kanı. (e.n.)
48Hacir: Kısıt, kısıtlılık. (e.n.)
49Gümrah: Uzun, sık ve dalgalı saç. (e.n.)
50Tezkere-i Osmaniye: Nüfus kâğıdı. (e.n.)