Cehennemlik

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Doktor Âlimyan, küçük dilini yutarcasına iri bir nefesle yerinden kalkıp oturduktan sonra:

“Affedersiniz efendim, ben o buyurduğunuz gugukçu doktorlardan değilim. Gugukla mugukla benim hiçbir işim yoktur. Ben bir hastayı muayene eder, diyagnostiğini korum, yani çocuğun namını belli ederim. Bize tıp bir yol göstertmiştir. Biz ondan gideriz ve asla fenden şaşmayız. Hastaların, hele sinir hastalarının her dediklerine bakıp inanırsanız tıp fenni çorbaya döner. Onlar her istediklerini söyleyebilirler, biz de bildiğimizi yaparız.”

“Kapalı kutu… İçeride ne afet var, kesin olarak bunu nasıl anlarsınız?”

“Hekimliğin ustalığı işte o kapalıyı anlamaktır. Bizim parmaklarımızın ucunda kulaklarımız, kulaklarımızın içinde gözlerimiz vardır. Bir şeyin üstünü görünce dibini keşfederiz. Bırakınız ki şimdiki fen karşısında altık insan vücudu pek de kapalı kutu değildir. Sizi şimdicik röntgen ışığına tutar isem içinizdeki hayat teatrosu karagöz perdesi gibi gözümüzün önünde cilvelenir. Doktor gözü keskin olur. Biz bir hastanın sıfatını görünces içini ağnarız. Biz parmaklarımız ile bir vücuda tık tık vurduğumuzda ‘Hastalık, sağlık nerede iseniz kendinizi beyan ediniz!’ deyi sival (diye sual) ederiz. Onlar da her nereye gizlenmiş iseler, mesela ‘Biz ciğerlerdeyiz, kalpteyiz yahut bağırsaklardayız.’ deyi derhâl bize cevap ederler. Kulağımızı koyup dinlediğimizde hastalıkla sağlığın dövüşmelerini, sövüşmelerini bütün laflarını duyar, ağnarız. Bunlar ne Türkçe konuşur ne Ermenice ne Frenkçe… Dilleri büsbütün başkadır. İnceli kalınlı, pısır pısır, fosur fosur ederler. İşte hep bu pısırtılar birer manayadır. Bu sedalardan bazılarını hasta kendi de duyar. Bağırsaklarınızda yel muharebesi olduğu zamanda gorultuyu işitmezsiniz? Onda (orada) âdeta ‘revolüsyon’ (ihtilal) olur. Bu sıkıntılar bazan top gibi bir seda ile bazan suspus bir mahçuplukla o uzun tünelin azat kapısından dışarı az çok bir sesle fırlar, hasta rahatlanır.”

Hasan Ferruh Efendi, doktorun şairce olmayan bu tasvirleri karşısında iğrenerek yüzünü buruşturur.

Doktor Âlimyan bu söyledikleri ile bir terbiyesizlik etmemiş olduğunu anlatmak için çabuk çabuk: “Efendim, ben edepten dışarı bir laf etmedim. Tıp lisanında iğrençlik, ayıplık yoktur. Biz, bir insanın karnına giren şeylerin ne şekillerde oradan dışarı çıkmakta olduklarını uzun uzadıya etüt ederiz. Kitap bunları katılıklarıyla, sululuklarıyla, rahiyeleri (rayihaları, kokuları) ile yazar. Edep kadrosundan dışarı zannolunan şeyleri tıp etüde koymaz ise sonra, birçok hastalıkları dipten dipe kaliteleriyle biz nasıl ağnarız? İnsanların en büyük zorları, söylemesi en ziyade ayıp olan aletlerindedir. Pariz’de profesör tıp dersi verirken kara tahta üzerinde tekmil bu aletlerin resimlerini çizer idi. Ve öyle de mükemmel çizer idi ki bir kıl eksikliğini bırakmaz idi. Ve haşa profesörleri ayıp görmek hiçbirimizin fikrine gelmemiştir. Fennin nazarında insanın ağzı ne ise dibi de odur. Yel bırakmak bahsine gelince Fransız romancısı menşur Zola ‘La Terre’ yani ‘Torpak’ isimli nazik hikâyesinde bunun birkaç ‘paj’ (sayfa) ‘deskripsiyonunu’ (tarifini) yapmıştır. Fransız literatürüne giren bir şeyin bizde lafı edilmesi neden ayıp olsun? Bu, bir sahte edep utangaçlığıdır. He evet, lafın uç ipini kaçırıyordum: Lafım oraya gelecek idi ki hastalık, sağlık nerede olduklarını bize beyan ederler. İşte onu için biz vücudun bazı yerlerini dikkatle dinleriz. Bunlar bize neler derler bilirsiniz? Hastalık ‘Mekân tuttuğum bu yerlerden beni çabuk kovamazsınız. Ben fena işler edeceğim!’ deyi homur homur homurdanır. Sağlık ise ‘Aman efendim doktor, beni bu marazın pençelerinden kurtar. Kuduz köpek gibi her dakke ensemden gelerek üzerime saldırıyor. Bunuyle (bununla) dalaşmaktan artık dermanım kesiliyor. Hastaya söyle beni zayıflattıracak işler etmesin. Pehrizine dikkat olsun. ‘Abo’ yapmasın. ‘İjiyen’in zıddına gitmesin. Zira iki hastalık zorlu, ben mecalsiz kaloorum.’ deye bangır bangır ağlayarak yalvar yakar olur. Ah efendim, türlü nev hastalar vardır. Kadın, erkek, çocuk, genç, ihtiyar, bunların hiçbiri de laf ağnamaz. Her birinin kendine maksus birer defosu yani kusuru olur. Kimi çok yer kimi az yer kimi ilaç almaz kimi beş doktorun ilaçlarını birden yutmak ister kimi sade vücudunu dinler, kimi vücudunda ne kadar maraz alametleri olsa asla aldırış etmez. Her şeyin çoğu da azı da fenadır efendim. Ne akıntıdan gitmeli ne durgunlukta kalmalı. Frenkçede bir darbımesela (darbımesel) vardır. ‘İki uç birbirine dokunur.’ derler ki her şeyin pek azı, pek çoğu da bir hesaptır demektir.”

“Gel doktor, beni dinle bakalım. Hastalığın vücudumdaki taarruz ve müdafaalarını işit. Hangisinin üstün geleceğini söyle. Dediğin gibi kalbimin iki dairesi arasındaki kan akıntısının neden dolayı ara sıra değişmeyi durdurduğunu anlat. Sağlık askerlerimin hastalık askerleriyle iyice savaşabilmesi için benden nasıl imdat istediklerini bildir.”

“Ah efendim, bu ne uzun bir iştir. Sizi hırslandırmaktan korkmamış olsam çok laflar edeceğim.”

“Söyle.”

“Evvela, oturduğunuz bu odanın tanperatüründen (derecesinden) başlayacağım. Şimdi burada yirmi iki santigrat derecesinde hararet vardır. Bu kadar sıcaklık insana iyilikten ziyade fenalık eder. Vücudunuz limonlukta büyüyen nazik bir ağaca döner. Bir taraftan biraz soğuk duyar ise hemen hastalanır. Vücudunuza, limonluktan çıkınca hastalanan bir ‘plant’ (bitki) terbiyesiyle değil, soğuklara, karlara, boralara karşı koyar bir meşe odunu tertibiyle bakmalısınız. Bu odanın pencereleri kâğıtlar, astarlarla sıvanarak tıkanmış; kapıları keçeler, pamuklu perdelerle kapanmıştır. Hava nereden cereyan olacak? Bu odada yuttuğunuz hava içinize girip çıkmış olan daima o zehirli havadır. Sağ adam bunun burasında hastalanır. Buraya dağdan koskoca bir ayı getirsen üç günde sıska bir maymuna döner.”

“Ah nezaketine kurban olduğum doktoru…”

“Efendim, tıp işinde nezaket olmaz. Dinleyiniz; ondan maada sırtınızda kürk, kürkün altında hırka, onun altında kalın entari, onun altında çifte yün fanila… Daha altında zıbınlar, bıbınlar, daha isimlerini bilemediğim birtakım şeyler. Bunların ortasında vücudunuz hesapsız katlara bürünmüş Kumbağı sovanının cücüğüne benziyor. Galiba büyüklüğünüzde çocukluğunuzu hatırlayarak kendinizi bir nev kundağa koymuşsunuz. Affederseniz. Marazın askerlerine karşı kendi ellerinizi, ayaklarınızı bağlamışsınız. Vücut serbestlik ister, hareket ister. Kullanılmayan demir paslanır bilirsiniz. Üç şeye dikkat lazımdır, derimizin fonksiyonlarını kolaylaştırmalı, ciğer körüğümüzü işletmeli, hazma yardım etmeli. Büsbütün hareketsiz durmamalı. Hiç olmazsa her gün hafif hafif oda egzersizi yapmalısınız. Vücudunuzda ne kadar sinir, damar, et varsa onları günde sekiz on defa olsun yerlerinden oynatmalı.”

“Nasıl oynatayım? Köçek gibi titreyip göbek mi atayım?”

“He, evet efendim, kımıldamaz durmadansa göbek atmak menfatlı bir egzersizdir. Bunuyla (bununla) tembel bağırsaklar harekete gelerek içlerindeki şeylerin yürütülmesine sebep olurlar.”

Âlimyan’ın maksadı, hastaya ufak tefek vücut ve zihin uğraşmaları bularak onu hiç kımıldamadan durmak ve kendisini dinlemek tehlikesinden kurtarmaktı. Onun için dedi ki:

“Danimarkalı Müller’in oda içinde yapılmak üzere tertip etmiş olduğu 18 egzersizi vardır. Bunlar ‘ijiyen’ kaydesince vücudu hareket ettirmek için pek ustalıkla tertip olunmuşlardır. Bunların icrası her yaşta adamlar için fefkalade faydalıdır. Her gün bu işi etmeye üşenmeyen yaşlı zevatlar kalp, romatizma, ankiloz gibi şeylerden kurtulurlar. Vücudun körüğü, tulumbası, pistonu, makarası, pevranesi saat gibi tıkırında işler, beden de fikir de gençliğin elastikini (elastikiyetini) alır. Arzu buyurulursa bugün birinci numaradan başlayalım.”

Hasan Ferruh Efendi, kendinde melankoli doğuran tembelliğin harekete dönmesinden bilinmez tehlikeler sezer gibi acayip bir durgunlukla:

“Bunlar da nota ıskalaları gibi numara numara mı yükseliyor?”

“He, babanızın canına rahmet olsun, işte güzel dediniz, mızıka egzersizleri gibi bunlar da numara iledir. Birinci numarayı vücuda sindirdikten sonram ikinciyi, üçüncüyü, dördüncüyü pratik edersiniz ve sonra hepsi tamam olunca şifayı bulursunuz.”

“Şifayı bulur muyum?”

“Evet efendim.”

“Şifayı bulmanın bizde iki manası vardır.”

“Ben şifa lafının mefhumunu bir bilirim; marazdan kurtulmak.”

“İnsan cavlağı çekince de marazdan kurtulur.”

“ ‘Cavlağı çekmek!’ Bu ne laftır efendi hazretleri? Cavlak… İşte bunu hiç duymamışım. Çincedir? Türkçedir? Argodur, nedir? Lütfen bana beyan edersiniz?”

“Bu, doktorların ‘sıyga-i intihaiyelerini’ hastalarının çoğuna çektirdikleri bir kelimedir. Möysö Gebers Cenapları bunun son tasrifini Hasan Muhsin Paşa’ya okuttu.”

“Bu tabir, mefat olmak demektir?”

Hasan Ferruh Efendi, Âlimyan’ın söyleyişini taklit ederek:

“He evet dostum, bilmoorsun?”

“Siziyle laf etmek ince süzgeçten çakıl taşı akıtmaya benzer.”

“Doktor, zarafet kumkumasısınız. Fakat sözünüzdeki veçhişebehi24 anlayamadım.”

“Lafımda ne maymun vardır ne şebek.”

“Bu ne olmayacak anlayış. Benim sözümde de ne kirpi vardır ne köstebek. İkimizin de dilini eşek arısı soksun.”

“Ekselans bu ne bedduadır ki edoorsun?”

“Bet değil bu pek hayır duadır.”

“Dilini eşek arısı sokarsa insan geberir.”

“Gebermez, zarafetlenir. Gelelim mâ nahnü fihimize…”25

 

“Orası neresidir?”

“Efendim?”

“Manahnu keyfimiz?”

 
“Dağlasa zenbur lisanın
Şiveye girmez beyanın.” 26
 

“Bugün karşı-be-karşı şuaralık yapacağız.”

Efendi gülerek:

“He evet ahbar… Bir beyit de sen söyle bakalım.”

“Sanki diyemem sanırsın? Şuaralık da zor bir iştir? Hem ben düşünmeden alimproviste (doğaçlama) söylerim. İşte:

 
İğnesi girerse eşşoğlu arının
Orası şişer biçare karının.”
 

“Tuu… Allah layığını versin.”

“Ben son makam natüralist şuaradanım. Nasıl şuaralığımı beğendin?”

“Bu bizimkisi şuaralık değil maskaralık… Siz hecagusunuz27 demek?”

“He evet, Haçik’in oğluyum.”

“Pederiniz de böyle vadi-i şiirde gevher-nisar bir ter-zeban-ı bi emsal28 miydi?”

“Hayır mehrum (merhum) tercüman değil idi, Şaşkınzade Hanı’nda odabaşı idi.”

“El veledi sırr-ı ebihi.”29

“Belediye sığırı yediyse onun şimdi bu laf arasında ne mefhumu vardır sanki?”

“Sığırdan, deveden bahseden yok, azizim doktor. Siz sui intikal seyyiesiyle mecra-yı kelamı daima kendi acibe-i idrakinizin sevk ettiği garabet vadilerine düşürüyorsunuz.”

“Ekselans, bu dedikleriniz de laftır sanki? Bu kıdar (kadar) hır gür arasında ‘sığır’ ile ‘deve’den başkasını ağnayabildiysem Çingene’den de esmer olayım.”

 
“Yazık değil mi ki o vech-i ebreş
Kararıp da ola bî-âr Kıpti-veş.” 30
 

“Al sapından vur duvara… Bugün doğru laf etmeyip de böyle tuhafiyeli (kafiyeli) konuşacağız?”

 
“Böyle sanih oldu da ben de dedim
Affet artık işte bir herze yedim.”
 

“Herze yiyiniz, zerde yiyiniz, ona bir lafım yok. Fakat bu zavallı Türkçe sizin gibi yüksek bir ‘edukasyon’ (eğitim) almış ağır beyefendilerin, paşaların ağızlarında kuş dili gibi anlaşılmaz bir çalım aloor. Biz Ermeniler Türkçeyi sizlerden daha nazik ve anlaşılır bir letafetle konuşuruz. Geçen günü bir Türk evine viziteye çağrıldım. Hasta ‘disepsi’den vay aman bağırıyor. ‘Diletasyon’ son derecede… Biçarenin midesi imaret kazanı kıdar büyümüş. Kendisine tembihatta bulunmak için ‘Efendim salçalı taamlar, sulusepken şeyler yemeyiniz. Yağda oturmuş yumurtayı asla ağzınıza koymayınız.’ dediysem hasta zat bir gülmedir tutturdu. Sıfatıma bakıp kıvranarak gülüyordu. Açıkta bir tarafım kalmış olmasın deyi üzerimi yokladım. O hâlâ ki güloordu. O günden beri çok düşündüm lafımın ‘ridikül’ tarafı neresindedir acap, hâlâ bulamadım.”

“Bu lakırtıda bir çürüklük varsa o da yağ içinde calis-i makam-ı nebahat olan beyza-ı vakurda olmalı.”

“Ekselans, rica ederim Türkçe konuşalım.”

“Başka lisan konuşmuyorum, zannederim.”

“Mümeyyiz efendi ahıra girmiş ne yapmış? Ben bundan ne ağnarım?”

“Ahırdan, ağıldan bahsetmedim. Söz başka vadiye kaçarak uzadı. Gelelim ma nahnü fihimize.”

“Orası neresi ise işte altık oraya gelelim.”

“Müller Cenapları’nın idmannamesinde birinci numaralı talimatın tatbikatına başlayacaktık.”

“Evet öyle idecek idik.”

Doktor Âlimyan cebinden Fransızca bir kitap çıkarır, birinci idman temrinini açar. Birkaç defa gözlerini kırpıp sivri sakalının ucunu okşadıktan sonra kaba bir söyleyişle başlar:

“Exercice No: 1

Extensión générale du corps et des membres et cambrure de la poitrine. Circumduction du tronc sur le bassin vers la gauche et vers la droite.”

Bu Fransızca ibareyi, oda içine pek fazla gelen gür ve sert bir hatip sesiyle okuduktan sonra acayip bir heybet alarak:

“Efendi hazretleri bu egzersiz ‘primo’dan bir mefhum ağnayabildiniz?”

“Hiçbir kelime.”

“O hâlde elinize kâğıt kalem alınız. Bunun Türkçeye tradüksiyonunu edeyim. Her ne ki der isem kaydediniz.”

Âlimyan, birinci Fransızca kelimeyi tercümeye başlar:

Extension, çekme… Hayır… Çekiştirme… Hayır… Uzanma… Hayır hayır… Uzatma… Hayır ya ne demeli? Vay babasına! Bu Türkçede de hiçbir uygun laf yoktur ki extension’a karşılık edip koyayım?”

Doktor, taranmış saç ve sakalının düzgünlüğünü tamamıyla bozacak bir sinirlilikle eğrilen parmaklarını oralarda dolaştırarak:

“Ah, işte nihayet buldum: ‘Germe’ yahut ‘gerinme’… Générale umumi… Corps, vücut… Membres… Of… Bu kelimenin Fransızcada çok manaları vardır. Bunlardan hangisini yaraştırıp da buraya koymalı?”

Âlimyan her kelimeye hususi bir mana tatbikine uzun uzadıya uğraştıktan sonra nihayet hülasasını heybetli bir muvaffakiyet tavrıyla efendiye şöylece anlatır:

“Vücut ve azalarının ve göğüs kamburluğunun gerinme-i umumiyesi… Vücut kütüğünün beden havuzu üzerine sağdan ve soldan dayirevi deveran olması.”

Efendi gülerek:

“Patlıcan tavası, midye dolması.”

“Beni ile mehtap edoorsunuz?”

“Hayır tercümenin letafetine biraz de ben çeşni katmış olmak için âcizane bunları ilave ettim.”

“Bu ciddi tıp bahsine hiç midye dolması girer?”

“Ahbar hiç vücudun kütüğü havuzu üzerinde dayirevi döner?”

“Dönmese Müller bunu yazar idi hiç?”

“Zannetmem ki Müller böyle ‘enamın’ eydi-i istifadesine çıkaracağı bir kitabı savabı böyle tabirat-i sakime ve cümle-i sakime ile yazmış bulunsun.”

“Efendi, Müller bu kitaba anasını babasını koymamıştır. Bunlar teknik laflardır. Doktor olanlar ağnarlar.”

“Doktorcuğum, ‘gerinme-i umumiye’ olur mu? Kaide dışında olan böyle çok büyük hata çekilir yüklerden midir?”

“Topuğumdan tepemecek hırsa gark oluyorum. ‘Düyun-i umumiye’ olur da ‘gerinme-i umumiye’ niçin olmaz?”

“Olamaz.”

“Zira ki ‘düyun-i umumiye’yi en evvel yazan bir Türk’tür. Başka bir milletten biri olaydı buna da olmaz diye bağıracak idiniz. Şimdi şu yaptığım tercümeyi Fransızca beş on laf öğrenmiş bir kâtip efendi edeydi Arapçadan, Farsçadan birçok süslü ‘mo’lar bularak kor idi ve siz de görüncek beğenerek haryan olur idiniz. Fakat orijinale uygun bir şey midir? Bunu asla hatırınıza, fikrinize getirmezsiniz. Bunda bir ayıplık varsa ‘köke’ sözler ile yağnışlıkları örtmektir. Ben ‘motamot tradüksiyon’ yaptım. Müller her ne ki dediyse ondan bir nokta dışarı çıkmadım.”

“Vücudun kütüğü neresi? Havuzu, şelalesi neresi?”

“Bunu size ağnatmak uzun derttir. Anatomi dersi vereceğim?”

“Ben de sana ‘gerinme-i umumiye’ hatasının neden olduğunu anlatmak için elifba-yı Osmaniden başlayacağım?”

“Pekâlâ efendim, ne siz doktor olacaksınız ne de ben kâtip. Müller kitabında her ne ki demiş ise ben ağnamışım. Şimdicik vücudunuzda bu hareketlerin tatbiklerini edeceğiz.”

“Fakat bu tatbikatınız da tercümeniz kadar zarafetten uzak olmasın.”

“Meraka kalma.”

“Nasıl başlayacağız?”

“Soyununuz bakalım.”

“Anadan doğma mı?”

“Hayır. Sonradan olma.”

“O hikâyeyi bilirsin demek?”

“Türklerin içinde otururum da hiç böyle ‘fines’ler benden kaçar? Ağırlığınızca altına gark olsanız yine çırılçılbah olamayacağınızı bilirim. Şöyle kürk gibi, hırka gibi fazla ağırlıkları üzerinizden atınız.”

“Bravo… Sonra zatürreye tutulayım değil mi?”

“Hiçbir şey olmazsınız efendim. Vücut hareket edince şimdi ısınacaksınız efendim.”

Sobanın ateşi arttırıldıktan sonra efendi kürkü, hırkayı atarak:

“Vücudun kütüğü neresi? Hangi havuzun üstünde dönecek?”

Doktor, efendinin bedeninin üst kısmını göstererek:

“İşte kütük budur.”

“Peki ya havuz?”

Âlimyan, uyluklar ve karnın çevrelediği yuvarlak kısmı işaretle:

“İşte havuz.”

“Şimdi havuzun musluğu ile savak deliğini bulmak lazım.”

“Ben öyle laf bilmem.”

“Alimallah doktor, mücessem bir zarafetsin. A iki gözüm (vücudunun yukarı kısmını göstererek) buna tıbbi Türkçede ‘beden’ yahut ‘cezi’ derler. Buna da ‘havsala’, buna da ‘batn-i esfel’ yahut ‘hasl’ denir. (arkasının iki yarım küresini göstererek) Bunlara da ‘ilyeteyn…’ Daha alt tarafını ister misin? Göstererek sayayım mı?”

“He say… Birkaç nazik alet daha kaldı ki bunların Arapçalarının ne olduğunu da örgenmiş olurum. Bu dedikleri Türkçedir sanki? (efendinin arkasını göstererek) Buna ‘korniten’ demedense düpedüz ‘kıç’ demesi herhâlde daha münasiptir. Çünkü ‘kornetin’in kıç olduğunu kaç Türk ağnayabilir?”

“Tıp lisanı avam için değil, havas içindir.”

“Kimi (kimin) için olursa olsun, şimdi lafı bırakıp ameliyata gelelim. Benim tabiratlarımı bana bağışla. Ben bildiğimden başka türlüsünü diyemem, fikrim karışır. Şimdicik efendim vücut kütüğünüzü havuzunuzun üzerinde sola sağa çevirelim.”

“Bu araba tekerleği değil… Sağa sola nasıl döner?”

“Eğer dönmeyecek olsa idi bunu Müller yazar idi hiç?”

“Belimi çamaşır sıkar gibi burup da sakatlar isen bu canilere yakışır ustalığını gazeteler ile ilan ederim.”

“İyiliğe kemlik edeceksiniz?”

Doktor, koltuk altlarından tutarak Ferruh Efendi’nin bedenini sola doğru hafif çevirmeye başlar. Hasta kalıbıyla o tarafa döner.

Âlimyan hiddetlenerek:

“Efendi, bacaklarınız yerde mıhlanmış gibi duracak. Yalnız vücudunuzun belden yukarı olan kütüğü dönecek.”

“Doktor, ‘kütük’ sözüne aldanıp da beni çok hırpalama. Kahve değirmeni değil bu, bir nazik vücuttur. Fırıl fırıl dönmez.”

“Keşkem bu kadar nazik olmasa…”

Âlimyan, belden aşağı kısmın istikrarıyla bedeni sola doğru döndürmeye uğraşır.

Ferruh Efendi, ağrıdan yüzünü buruşturarak:

“Aman yavaş, vücudum ikiye bölünüyor.”

“Vücudunuz hareketsizlikten ‘petrifiye’ olmuş kalmış.”

“Petrifiye nedir? O da bir hastalık mı?”

“Taş donup kalmak.”

“Şimdi ben tahaccür31 mü etmişim?”

“Bu işe taaccübü32 ben etmişim.”

“Bu vücut artık nerm ü leyyin33 olamaz mı?”

“Bir ‘pürgatif’ verince mülayim olursunuz.”

“Madenî değil, nebati müshil olsun.”

“Yerli olsun, yabani olsun altık orası benim bileceğim iştir. Şimdi bir kerek de sağa çark olalım.”

 

Âlimyan, hastanın vücudunu bu defa sağa, fakat birinciden şiddetlice büker.

Ferruh Efendi haykırır:

“Aman… Aman, akort edilen kanun kirişleri gibi gerildim!”

“He evet, işte gerinme-i umumiye olacak.”

“İnsaf doktor, bütün emam34 kopacak.”

“Bu egzersizlere birkaç ay devam eder isek vücut kütüğü hezaren çubuğu gibi eğrilir bükülür bir fleksibilite alır.”

“Doktor artık çevirme, orta yerimden kopuyorum.”

“O çabuk kopmaz, usta yapısıdır.”

“Of göbeğimde bir recf-i şedid vuku buldu. Batn-i esfelde sıcak bir akıntı hissediyorum. Galiba mezk-i miai, nezf-i dâhilî var.”

“Dâhilinizde bir herif var? Bunlar nasıl laflardır?”

“Istılahat-ı tıbbiye kullanıyorum.”

“Ben bu ıtılakattan asla bir şey ağnamıyorum.”

“Bağırsağım koptu, karnımın içine kan akıyor, diyorum.”

“Sizin tabip efendiler ‘rupture intestinale’ ile ‘hémorrhagie’yi bu biçim ifade ederler? Ben doktorluğu Gülhane’de okuyaydım belki bu lafları ağnar idim. Ben ‘kur’umu (eğitimimi) Pariz’de yapmışım. ‘Karnımda bir herif var.’ deyince bunun ‘emoraji’ olduğunu kefşedemem. Bağırsak denilen şey pambuk ipliği değildir. Mızıka alatlarında görmüyor musun? Ne kıdar çeksen kopmaz. Meraktan size öyle geliyor. İki kolunuzu havaya kaldırıp son derece bir kuvvet ile gerininiz bakalım. Vücut biraz elastikliğini bulsun.”

Ferruh Efendi, bu kumandaya uyarak kollarını diklemesine havaya kaldırıp bütün beden sinirlerini germek ister. Fakat hemen fena bir baş dönmesi gelerek benzi ölü gibi sararır, gözleri kararır.

“Ah yetişiniz… Bu herif beni öldürüyor!” diye hemen anlaşılmaz derecede bir zayıf sada ile imdat çağırarak olduğu yere yıkılır. Kendini kaybeder.

O aralık, tesadüfen, Ferruh Efendi’nin üçüncü hususi hekimi Senai Efendi, her iki koltuğu birer uşakla desteklenmiş olduğu hâlde odadan içeri girer.

Âlimyan, telaşla paltosunu sırtına, şapkasını başına geçirerek:

“Hürmetli refikim tastamam da vaktinde teşrif oldunuz. Bir saatten beridir anamdan emdiğim beyaz süt burnumdan kırmızı geldi. Ne türlü laf, ne türlü doktorluk, ne türlü şuaralık bilir isem, efendiyi eğlendirmek için hepsini karşısında pratiğe koydum. Ona uymak için ondan beter sanki ben de bir divane oldum. Nihayet yere devrildi. Sahiden yapıyor yoksa taklit ediyor bilemem. O bayılmayaydı ben mefat oloordum. Altık biçareyi sizin mehramet ve dikkatinize terk ederek ben kaçoorum… Adiyö efendim…” vedasıyla kapıdan çıktı.

24Veçhişebeh: Benzetme yapmak. Teşbih. (e.n.)
25Ma nahnü fih: Bahsini ettiğimiz, üzerinde konuştuğumuz şey. (e.n.)
26Eşek arısı dilini yaksa / Doğru dürüst bir şey söyleyemezsin. (e.n.)
27Hecagu: Bir kimseyi hicveden. (e.n.)
28Şiirde güzel söz söyleyip hazırcevap emsali olmak. (e.n.)
29Evlat, babasının sırrıdır. (e.n.)
30Yazık değil mi ki o alacalı yüz / Kararıp da utanmaz bir Çingene yüzüne dönsün. (e.n.)
31Tahaccür: Taşlaşma, taş kesilme. (e.n.)
32Taaccüp: Şaşma. (e.n.)
33Nerm ü leyyin: Yumuşak ve mülayim. (e.n.)
34Em’a: Bağırsaklar. (e.n.)