Can Pazarı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Aziz’in bu küçük nutku alkışlandı. Dördü, sarmaş dolaş koklaştılar. Güreşten sonra tartışan pehlivanlar gibi birbirini belden kaldırdılar.

12

Eşkıyalık defterine bir gönüllü daha yazdıktan sonra Veysi, Muhsin’e dönerek: “Biz seni yakalanmış diye duyduk.”

“Enayi miyim ben böyle sermayesiz kâr bırakan bir dalaverenin ilk adımında tutulayım?”

“Haberin var mı? Patlıcan Ahmet’i pençelemişler.”

“Malumatın âlâsı bende. Herifi iki polisin ortasında imambayıldı gibi giderken gördüm.”

“Nasıl yakalanmış?”

“Şaşılacak şey… Ne cesaret… Kefiyenin altında kendisine İstanbul’a yeni gelmiş bir hacı süsü vererek bir ikinci tavcılık daha yaparken tutulmuş.”

“Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlının da tutulduğunu söylüyorlar ki biz seni sandık.”

“İşte buna sizden ziyade ben şaştım. Çünkü tutulanı ben de sizin ikinizden biri sanmıştım. Yavuzlar Çetesi’nden birinin yakalanmış olduğu çarşıya yayıldı. Yavuzlar Çetesi! Aman ya Rabbi, şuradan üç mahalle aşağıda kendi kendimize uydurmuş olduğumuz koftiden bir isim. Ne çabuk ortalığa korku salmaya başladı! Besbelli Patlıcan Ahmet bunu polislere söyledi. Tahkikata başladılar. Ağızdan ağıza dolandı gitti. Yarın gazeteler yazacak. Bütün muharrirler bu isim üzerine kafalarındakini boşaltacaklar. Okurken sana da bana da ürküntü gelecek. Fakat buralarda durmak bizim için iyi değil… Hemen fertiği çekelim. Bir kaçak silah deposu haber aldım, gidelim, bu yeni sanatımız için lazım olan takımı düzelim. Anlıyorum, yeni kurulan her türlü millî şirketlerden, sermaye sahiplerinden ziyade iş göreceğiz. Öyle bir dalavere ki nizamnamesi yok, vergisi yok, sigortası yok. Bugün vurur bugün yeriz, yarına Allah kerim…”

Dört arkadaş Mercan Yokuşu’ndan Eminönü’ne vurdular. Sokakları dolduran bütün insanları ahmak, çelimsiz birer haraca adamı görüyorlar, bankaların önünden geçerken birbirlerini dürterek, “Bu kâgir duvarlar, bu demir kapılar, içerideki kalın kasalar birkaç gün sonra bize birer mukavva parçası gibi teslim olacaklar.” fısıltılarıyla gülüşüyorlardı.

Galata’ya geçtiler. Muhsin, arkadaşlarını rıhtımın arkasında geniş fakat pis, ayaktakımına mahsus bir birahaneye bırakarak: “Benim yalnız gitmem lazım. Siz burada bekleyiniz. Fakat ne olur ne olmaz çok içmeyiniz. Hırlı hırsız bu tarafın bütün sabıkalıları buraya toplanırlar. Polis hafiyeleri de vardır. Burası bizim için bir mektep gibidir, etrafınızda olup bitenlere iyi dikkat ediniz.”

Muhsin, rıhtımın arkasındaki o kömür tozlu, katranlı, çamurlu, yağlı, yazın en kurak günlerinde bile kurumayan cıvık, balçık sokaklarda dolaşarak bir yer arıyordu.

Nihayet buldu: 32 numaralı Avrupa Hanı… Geniş bir kapıdan içeri girdi. Burası iki tarafında mağazalar bulunan boş bir sokağa benziyordu. Soldan saptı. Üçüncü mağazanın önünde durdu. İçerisi halatlar, kıtıklar, ziftler, benzin galonları, kezzap damacanaları vesaire ile doluydu. Tezgâhta duran iri yarı bir delikanlıya sordu:

“Kastro Munhaym?”

Tezgâhtar, mağazanın ilerisini gösterdi. Muhsin yürüdü. Tepe camından aydınlık alan son kısma kadar gitti. Köşede iki metre küp camekânın içinde, Avusturya Yahudi’sine benzer, defterlerle uğraşan kırmızı sakallı, gözlüklü birini gördü.

Camekânın kapısını itti. Kopan ufak gıcırtı üzerine sakallı adam bir kafes içindeki kuş gibi başını kaldırdı. İri tekerlek camlı gözlüğünün altından parlayan keskin gözleriyle gelen adama baktı. Bu bakışta biraz yüz vermeyen “Ne istiyorsun?” suali vardı.

Muhsin içeri adımını attı. Bu kafeste sessiz oturan adama doğru eğilerek gizli bir tavırla: “Baron Aynacıyan Armanak tarafından geliyorum.”

Bu isim, gözlüklünün bakışındaki sertliği biraz dağıtarak Avusturyalı şiveyle: “Ne istiyoğsunuz?”

Muhsin, azıcık daha eğilerek: “Silah.”

“Ne silah?”

“Revolver.”

“Markanız var mı?”

“Markam var.”

“Veğeceksiniz, göğeceğim.”

Muhsin markayı bulmak için cebini karıştırırken Kastro Munhaym puhu gibi tekerlek gözlerinin bütün dikkatiyle onun hiç de centilmen olmayan hâlini süzüyordu. Bu kıyafet düşkünü müşteri yan cebinin en derin köşesinden markayı bulup çıkardı.

Bu, üzerinde okunmaz kare bir mühür ile bir numara bulunan bir mukavva parçası idi. Munhaym rakama baktı: 75. Yazıhanesinin gözünü çekti. Ufak bir defter çıkardı. Yapraklarını çabuk çabuk çevirerek numarayı karşılaştırdı. Besbelli uygun bulacak ki müşteriye döndü:

“Bizde son sistem, gayet iyi Alman marka bir çeşit revolver vağ. Elli lirağa bir tane… Otuz altı fişek berabeğ veğyioruz. Soğa isteğse pağa ile fişek yine veğiyoğuz.”

Muhsin, tanesi sekiz on liraya üç revolver almak fikrinde idi. Elli lirayı duyunca apıştı, daldı. Düşünüyordu. Alsa cebindeki o günün vurgununu bütün feda ederek dört kişi ancak iki revolver sahibi olabileceklerdi. Arkadaşları bu yüksek fiyata razı olacaklar mıydı? Almasa hokkabazın hokkası; aşçının bıçağı, masadı; terzinin makinesi, makası olduğu gibi bugünkü modern şehir haydudunun da mutlak silahının bulunması lazımdı. Talihleri yardım ederse yüz lirayı belki o gece çıkarırlardı. Soyacakları insanlar ile zabıta ile silahsız uğraşması olamazdı. Gazetelerde her gün okunan polis vakalarında görülmüyor mu? Birkaç hırsız uygun bir saat kollayarak bazen güpegündüz bir mağazaya, dükkâna, herhangi bir yere giriyorlar. Yıldıracakları zavallıların alın ortalarına namluyu dikerek “Ver!” diyorlar.

Her sözün, her tehdidin tesirini büyültücü bir kuvvet lazım. Bugün fişeksiz bir revolver ile ne büyük iş görmüştü. Nihayet kendi hesabına bir tane almaya karar vererek: “Bugün bir tane alacağım. Eğer verirseniz belki yarın gelip üç tane daha alacağım.”

“Ne vakit ve kaç tane isteyoğsanız veğiyoğuz.”

Silahın parasını aldıktan sonra üzerine “parası ödenmiştir” diye Almanca yazıp markayı geri verdi:

“Perşembe Pazağı’nda Kağlos Han vağ. Kırk yedi numağo… Oğda biğinci kat 19 numağo odada gidecek… Soğacak. Perfilt Strunger kimdiğ? Bu mağka onun elinde veğecek, Gevolveg alacak… İşte bu kadağ…”

Kastro Munhaym, elli liralık alışveriş eden bu kılıksız müşteri ile daha fazla uğraşmaya lüzum görmeyerek sakalını defterin üzerine eğdi.

Muhsin soluğu Perşembe Pazarı’nda aldı. Bu semtin dar, dolambaç, kasvetli, pis sokaklarında kalın taş duvarlı, küçük pencereli, basık hapishane yapılı binalar arasında, tabakçı tüccarın yollara saçtığı samanları, kuru otları, sökülmüş sandık, balya çemberlerini, cam, şişe kırıklarını çiğneyerek dolaştı.

Sonunda, yayılan sidik kokusunun keskinliğinden aksırmadan geçilemeyen bir kuytu sokağın bitiminde 47 numaradaki Karlos Hanı’nı buldu. Küf kokan karanlık bir girişten yürüdü. Etraf, biraz göz alışabildikten sonra hayal meyal seçiliyordu. Ta dipte gözüne kömür ateşi gibi bir şey parladı. Yaklaştı. İhtiyar bir adamın kahve, çay pişirdiğini gördü. Perfilt Strunger’in 19 numaralı odasını sordu.

İhtiyar herif eliyle merdiveni işaret ederek: “Çık, sola yürü, dördüncü kapı…”

Penceresiz kale burçları merdivenlerine benzeyen pek eski usuldeki hantal taş basamaklardan çıktı. Bu Karlos Hanı etrafını saran yüksek binalar arasında ezilmiş, boğulmuş gibiydi. Birinci katın gezinti yeri iki küçük aralıktan donuk bir aydınlık alıyordu… Soldan dördüncü kapı üzerindeki 19 numarayı gördü.

Kapı aralıktı. İtti, girdi. İçerisi videlalar, sahtiyanlar, glaseler, köseleler, yol çantaları, lastik galoşlar, alüminyum mutfak edevatı ile dolu idi.

Kumral saçları taralı, pek genç, güzel bir delikanlı ta dipteki tek pencerenin önüne oturmuş gazete okuyordu. Gireni gördü. Fakat bir yan bakıştan başka bir hareket göstermedi.

Muhsin, ona kadar ilerledi, tam karşı karşıya gelince gazeteyi elinden gönülsüzce pencerenin içine bırakarak düzgün bir Türkçe ile sordu:

“Ne istiyorsunuz?”

“Mösyö Perfilt Strunger’i görmek istiyorum.”

“Kendisi burada yoktur fakat ona ait her şeyi ben görürüm.”

“Ona söylenecek her şeyi demek sana söyleyebiliriz.”

“Evet.”

Muhsin cebinden markayı çıkarıp uzattı. Çocuk markayı okuduktan sonra Muhsin’e bir iskemle uzatarak “Peki, buyurunuz, oturunuz. İstediğinizi şimdi getireceğim.” dedi.

Kösele yığınlarının arasından ufak bir kapı açtı. Pat pat yürüdü, kayboldu. Yeni işinin icabı olarak Muhsin boş oturmadı. Burası neresi? Nasıl ticarethane idi? Her şeyi öğrenmesi lazımdı. Yavaşça sandalyesinden kalkarak küçük kapıya kadar gitti. Buradan aşağı karanlık bir merdiven iniyordu. Başını uzattı, dinledi. Çocuğun ayak sesleri gittikçe zayıflayarak hâlâ duyuluyordu. Demek burası derin bir yere iniyordu.

Aşağıda ne olduğunu anlamak için Muhsin de yavaşça merdivenden birkaç basamak indi. Kuyuya bakar gibi eğildi. Bir elektrik fenerinin ışığı parladı söndü. “Küt” diye kalın bir kapak açılır gibi oldu.

O zaman sanki elektrik fenerinin çakan sönen parıltısı ile Muhsin’in beyninde bir fikir uyandı. Hiç duraklamadan hemen yapmaya kalkıştı. Bu gibi dakikalarda cesaretli ve birden davranmanın lazım olduğunu biliyordu. İçeriye, dışarıdan birinin girmesini önlemek için hemen koştu, mağazanın aralık duran kapısını itti ve üzerindeki anahtarla içeriden kilitledi.

Bir iskemleye çıktı. Tavandan sarkan ip turalarından birini aldı. Avının üzerine giden bir kedinin yumuşak ve muhteris adımlarıyla merdivenden süzüldü. Gerçekten de çocuk yirmi ayaklık bir merdivenden sonra yerden bir metre karelik bir kapak kaldırarak daha aşağıya inmişti. Orası, yine birkaç basamakla derinleşen bir mahzene benziyordu.

Muhsin buradan aşağıya baktı. Çocuğu elinde elektrik feneriyle bir sandığın üzerine eğilmiş silah seçmekle uğraşırken gördü. İşte saniye o saniye idi. Bir atmaca hızı ile avının üzerine atıldı. Neye uğradığını bilemeyen çocuk gür sedasıyla imdat diye bağırmaya başladı.

Bu ilk eşkıyalık vakasının verdiği çarpıntıyla burnundan soluyan Muhsin:

“Bağırma… Ne ırzına dokunacağım ne hayatına! Lazım olduğu kadar silah alıp gideceğim.”

Sandıkla üzerine abanan Muhsin’in iri gövdesi arasında kalan çocuk kıpırdayamıyor, kopardığı yardım feryatları da etrafın kalın taş duvarları arasında boğulup eriyordu.

 

Muhsin yalnız göğsüyle genç mağazacının ince vücudunu sıkıca tutarak iki eliyle ip turasını açtı. Çocuğun ellerini arkasına çemreyip sımsıkı bağladı. İki bacağını da ayaklarına kadar birbirine bumbar gibi sardı. Bir mumya hareketsizliğine gelen bu vücudu küçük mahzenin bir tarafına uzattı. Çocuk hâlâ bütün avazıyla bağırıyordu. Sandıktan iri bir revolver çekip korkutmak için zavallının beynine doğru kaldırarak: “Kes sesini… Bu demir parçasını kafana bir indirirsem tuzla buz ederim.”

Bu iri kolun gölgesi altında çocuk titreyerek sustu. Bir tarafa fırlayan elektrik feneri tekerlek beyaz ışığıyla bu yer altı vakasını aydınlatıyordu.

Muhsin, feneri yerden aldı. İçi silah dolu sandığa eğildi. Koltuğunun altına sığabildiği kadar revolver aldı. Sargılarının altında kalıp gibi yatan çocuğa dönerek: “Fişekler nerede? Söyle.”

Çocuk hazin hazin ağlıyordu. Cevap vermedi. Muhsin, kalın tabanlı ayakkabısının ucunu zavallının gırtlağına dayayarak: “Bir basınca canın aşağından çıkar.”

Sözde şaka yoktu. Mağazacı kundakta çocuk gibi bağlarının içinde kıvrandı. Yaşlar dökülen yüzünü ekşiterek kederli bir sesle “Öbür köşeye bak.” dedi.

Muhsin, feneri öbür tarafa çevirdi. Bir sandık daha gördü. Gitti, kapağını açtı. İçinde üzeri meşin kaplı küp şeklinde bir sandık daha göründü. Onun kapağını da kaldırdı. Parşömen kâğıtlara sarılı paketler buldu. Bir tanesini açtı. Uzun bir mukavva kutu çıktı. Her birinde birer düzine fişek vardı. Bunlardan da yeteri kadar ceplerine yerleştirdi. Yine, yalnız yaşla gözleri parlayarak yerde kalıp gibi yatan çocuğa döndü:

“Ustan Perfilt Strunger’e selam söyle. ‘Yavuzlar Çetesi’nden parasız silah satın aldılar.’ de. Hırsızın büyüğü kendisidir. Kim bilir kaç senedir gümrükten yasak mal kaçırarak devleti zarara sokuyor. Böyle, günde birer marka ile gelen dost düşman kimselerin ellerine silah veriyor. Arkamızdan bir patırtı çıkarırsa onun hâli bizden berbat olur. Hâlin biraz rahatsız ama ne yapalım çorbacın gelinceye kadar bu hâlde kalmaya dayanacaksın. Adiyö.”

Muhsin, merdivenlerden yukarı fırladı. Mağazanın gezinti mahalline olan kapısını açtı. İki tarafına bakındı, kimse yok. Koltuğunun altındaki revolverleri güzelce bir paket yaptı, sicimle bağladı. Etrafa bir göz attı. Köşedeki ufak kasanın kapısını yokladı. Kilitli değilmiş, açıldı. Bütün bölmeleri, gözleri aradı. Yetmiş iki lira kadar para buldu, cebine indirdi. Kapıdan çıktı. Bütün bu işler on sekiz, yirmi dakika içinde bir sinema vakası hızı ile olmuştu.

Hanın merdiveninden indi. Karanlık köşede ihtiyar kahveciyi sessiz ve ağır hareketlerle yine işiyle uğraşır buldu. İçeriye birkaç kişi girdi. Muhsin, mağazadan alışverişte bulunmuş bir müşteri tavrıyla koltuğunda irice paketini taşıyarak sokağa çıktı, kalabalığa karıştı.

Muhsin, şimdi yolda giderken ne harcayıp ne kazanmış olduğunu hesaplıyordu. Elli lira vermiş yetmiş iki lira almış; fişekle bir paket revolver de caba… Kârlı dalavere ama soğukkanlılık, akılları durduracak atılganlık, âleme parmak ısırtacak cesaret, çeviklik, nazik anlarda hemen karar vermek gibi zihin işlemesi lazımdı.

13

Akşam yaklaşıyor, Muhsin koltuğunda paketiyle gidiyor. Pakette ne olduğunu bilseler en büyük cezaya uğrayacak. Fakat akşamüzeri Karaköy’de kaynayan siyah insan anaforu içinde koltukları yüklü geçenler hesapsız. Kim ne taşıyor, ne malum? Bunların hangisinden şüphelenip de paketine, bohçasına, çantasına, torbasına bakmalı? Bu işi görmek için hemen o kalabalığın üçte biri kadar polis memuru lazım. Bu olacak şey mi? Kim bilir o anda, cepte, pakette, bavulda, balyada, sandıkta oradan oraya ne yasak, ne zararlı, ne öldürücü, ne yıkıcı şeyler taşınıp götülüyor? İş, kendinden şüphe ettirmemekte.

Muhsin, tavanına kadar adi cigara ve puro dumanı bürümüş birahaneden içeri girdi. Arkadaşlarını bir köşede muhabbet etmekte buldu. Yanlarına gitti. İyice neşelenmişlerdi. Paketini peykenin üzerine, aralarına koyarak oturdu.

Veysel hemen sordu:

“O ne?”

“Revolver.”

“Kaç tane?”

“Ne kadar taşıyabilirsem o kadar aldım.”

“Ucuz mu buldun?”

Muhsin dudağını kıvırarak alaylı bir yan bakışla: “Para mı verdim sanıyorsun?”

“Satılması yasak koca bir paket revolver gündüz ortasında parasız nasıl alınır?”

“Para ile mal alanlar sıradan müşterilerdir. Biz, esnafın, tüccarın, sarrafın, sermaye sahibinin filanın filanın sırtından yaşamaya karar vermedik mi ya?”

“Canım, nasıl aldın?”

“Bir kolposuna getirdim aldım. İnsanın kumarda olduğu gibi hırsızlıktan da talihi açık olursa bu öyle tatlı, kârlı bir iş ki bugüne kadar nasıl olup da aç oturduğuma, aç oturduğumuza şaşıyorum.”

Masanın üzerine karidesinden, midye pilakisinden kızarmış sucuğuna kadar meyhane mezelerinin çeşitleri dizilmişti. Hemen Muhsin’in bir şişe düzü, kadehi, bardağı geldi.

Aziz, içkiden süzülmüş gözleriyle dikkatle, şaşkınlıkla Muhsin’e bakıyordu. Gündüz ortasında tutulmadan, görülmeden, dayak yemeden bir koltuk dolusu revolver aşırıp gelmek; bu ne büyük bir hıza, ustalığa, ataklığa bağlı bir şeydi!

Genç dolandırıcı, derin bir beğenme duygusuyla titreyerek bu sanat pirinin elini öpmeye atıldı.

Muhsin şaşırarak: “Ne yapıyorsun?”

Aziz, sarhoşça bir muhabbetle: “Ustamın elini öpüyorum.”

“Ben ne ustayım ne hocayım.”

“Dudaklarım mübarek eline değsin de ben de faydalanayım.”

Muhsin güle güle sağ elini çekip solunu uzatarak: “Berhudar ol, dert görme, kemik yala et görme, oğlum. Bunu da öp… İstersen istersen ayaklarımı da çıkarayım…”

Maşuk: “Yeter… Burası çırak mektebi değil meyhane…”

Aziz, hazin bir neşe ile gözleri sulanarak kadehini doldurup:

“Ah, ilk hırsızlıklarımda ne kadar dayak yediğimi bilmiyorsunuz. Harp yıllarının açlıktan sokaklarda düşüp düşüp adamlar öldüğü bir zamanı oldu. İşte o vakit ben iki yumurta aşırırken yakalandım, arkama beş yumruk yedim. Ağzımdan kan geldi. O günden beri hâlâ betimi benzimi toplayamadım. İnsanlara, toklara, zemininden tavanına kadar tıklım tıklım zahire dolu mağaza sahiplerine, lokantalarda kartlardan istedikleri yemekleri seçmek hakkı olanlara derin bir kin bağladım. Böyle tımtıkız yiyeceklerle donanmış dükkânların, nefis kebaplar, balıklar tüten lokantaların önlerinden geçerken midem göbeğimden doğru çekilir, büzülür, açılır, sızlar, bir şeyler olur. Bütün ömrümde ona böyle lezzetli yiyecekler veremediğim için sanki bana lanetler eder. Bazı da masaların önünde domuz gibi kalın enseli, kırmızı pancar suratlı, ayı yapılı müşteriler görürüm. Fesi çıkarmış, başını tabağına eğmiş, her lokmayı yutuşunda hazzından gözlerini yumup açarak gövdeye atıştırıyor. ‘Artık yeme be herif, çatlayacaksın!’ narasıyla sokakları çınlatacağım gelir. Bazı da masa başında armut sapı boyunlu sıska, sarartma kimselerin önlerindeki tavuğu iştahsızlık tereddütleri içinde on defa evire çevire istemeye istemeye yediklerini görür de fena hâlde sinirlenirim. Bu, yemeğe karşı tokgözlü adamın ince ense köküne bir yumruk indirerek ‘Kalk be miskin, o tabağın başına ben geçeyim de tavuk nasıl yenirmiş gör. O nimetin kadrini bilmek için niyetsiz olarak aylarla döngel orucu tutmalısın.’ demeli. Pek sofu, namazcı kimseler üç ayları tutarlar. Biz evce altı ayları, seneleri tuttuk. Bu kadar mide işkencesi çektik. Hiç şüphesiz bu açlığımız sahici oruç gibi ahirete de sevap yazılmadı.”

Aziz hepsine karşı yaltaklanmakla boyun kırarak dedi ki:

“Ah ağabeylerim, velinimetlerim, sayenizde midem yemek, cebim para görecek. Şimdiye kadar çaldığım şeylerden karnımdan çok sırtıma yumruk yedim.”

Veysi: “İlerisi belli olmayan bir iş için bize öyle peşin teşekkür etme. Bizimle beraber yumruk, belki de bıçak, kurşun yemeyeceğin ne malum. Oğlum bu iş götürü can pazarlığıdır.”

Aziz: “Razıyım ağabey; miskin, aç gebermektense rızkımı kısmetimi bir başkasıyla çekişerek ölmek benim için şandır.”

Muhsin, revolverleri nasıl aşırdığını anlattı. Hepsi takdir ile göğüsleri kabararak dinledi. Bu vurgunun heyecanıyla ateşlenerek kadehler doldu, tokalar yapıldı.

Veysi, biten duziko şişelerini tazelettikten sonra sarhoşluğun henüz aşırıya varmayan tatlı neşesiyle arkadaşlarının yüzlerine candan birer tebessüm dağıtarak: “Size ehemmiyetli söyleyeceklerim var. Biz, işsizlikten, parasızlıktan, açlıktan küçük bir çete hâlinde toplandık. Henüz hiçbirimiz, elhamdülillah katil değiliz ve hiçbir vakit katil olmayalım. Mesela, gazetelerde okuyoruz: ‘Silahlı dört kişi filan yerdeki bakkal Panço’nun dükkânına giderek tehditle üç bin lira isterler, verecek o kadar parası olmadığını söyleyen bakkalı yaralayarak ölü bir hâlde orada yere serip savuşurlar.’ İşte bu basbayağı, kötü, hayvanca, çirkin bir haydutluk. Biz böyle bakkala çakkala tenezzül etmeyelim. Çoğu kendi yağıyla kavrulan esnafa el uzatmayalım. Cemiyetin zavallı insanlarını soyanları soyalım. Bakınız ilk vurgunumuz nasıl oldu! Biz tavcılardan yarı yarıya pay aldık. Ellerinden hepsini kapıp savuşabilirdik. Lakin onlara da bıraktık. Emeklerinin hakkını tanıdık. Bu centilmence bir çarpış oldu. Onlardan tavcılıklarının vergisini almış olduk.”

Muhsin: “Günahlarının cezasını verdik.”

Maşuk: “Yahut günahlarının yarısını üzerimize aldık, ahiretteki azaplarını hafiflettik.”

Aziz: “Ah, ben bu yağlı vurguna yetişeydim mantarcıların bütün günahlarını yüklenmeye razı idim. Cehenneme bedel kabul etseler ben zengin bir günahkâr ile pazarlığa girişirdim.”

Maşuk: “Ulan Aziz, başkasının günahına bedel senin kendi günahının olmaması lazım gelir.”

Aziz, “Bu ahiret alışverişinde ben çok para alırsam kendim için de ayrıca bedel verir cehennemden korunurum. Ben bir çocuk kadar suçsuzum. Daha dünkü cennet kuşuyum. Çaldımsa ancak karın doyuracak kadar çaldım. On para artırıp kasaya kilitleyemedim. İhtiyaçlarından yüz misli, bin misli, on bin misli daha ziyade aşırıp da âlemin rızkını bankalara hapsedenler düşünsünler. Mezarda Münkir Nekir gelirse yalnız şu arkamdaki yırtık partal elbiselerin sual cevabını vereceğim. Başka dünya malı tutmam. Bu iki melek ipek çorabından pırlanta kravat iğnesine kadar bilmem kaç yüz liraya giyinen şıkları bırakıp da benim şu kopuk kıyafetimle uğraşmak tenezzülünde bulunursa çok şaşarım.” dedi. Kadehini doldurdu.

Veysi: “Ulan Aziz, sen mideni çok ateşleme, attıkça zevzek oluyorsun.”

Aziz: “Ne yapayım ağabeyciğim, bu akşam benim için hayatımda pek az rastladığım bir düğün, bir bayram ziyafetidir. Bu rakıların, bu mezelerin karşısında da düşünmeye varmış bir derviş gibi susulmaz ya… İçimden gelen narayı zor tutuyorum.”

Veysi: “Sakın ha… Sonra işi falso edersin…”

Aziz: “Yüreğimden doğuyor. Rakı çingene körüğü gibi beynime üfürüp içinden bir şeyler taşırıyor. Eğer mektepleri yalnız dışlarından görmeye idim, akıl irfan öğrenmek için şapka giyilen memleketlere gideydim belki şair olurdum, belki muharrir, edip, profesör, konferansçı, işte öyle bir şeyler olurdum. O zaman sarhoş olup boyuna saçmaladıkça sözlerimde herkes derin manalar, hikmetler arardı. Ah zavallı ben, sefalet fideliğinde yetiştim. Bir insan aç kalmayınca, midesinin boşluğundan mortoyu çekmemek için öteberi aşırmadıkça, çaldığını cebine sokarken yakalanıp da karnından evvel vücudu şişinceye kadar marizlenmedikçe hayatı anlayamaz. Böyle yetişmiş yedi yaşında bir çocuk nimetler içinde ihtiyarlamış yetmiş yaşındaki bir moruktan daha bilgili, daha yaşlı demektir.”

Veysi: “Aziz çenen pırtı. Onda bir, mola ver. Bak insanın bir ağzı var iki kulağı… Söylemekten çok dinlemek lazım olduğu bundan anlaşılıyor. Frenkler cilt cilt her tarafa hikmet satarlar. Onlara göre laf gümüş, susmak altınmış. Asri hikmet öğrenmek için arada bir gazete oku.”

Aziz: “Kahvede gazeteler boş kaldıkça ‘kef esa ki pösteki’ diye ben de şavullarım. Paris’te, Londra’da, Amerika’da en ziyade laf söyleyenler susmak altındır diyen koca şapkalıların oğullarıdır. Konferansçılık illeti bize Frenklerden geçmedi mi? Herkesten yüksek bir yerde oturup üç saat ha dırlan ha, ha dırlan ha… Bu konferans çene oyununu çıkaranlar susmak altındır diyenler değil mi? Susmak altın, laf gümüş ise konferans da mutlaka bakırdır. Venizelos’un sözleri paslı tenekedir, Konstantin’in İzmir’deki nutukları çürük hırdavattır. Lloyd George köyde bir Protestan papazının oğlu imiş. Bu papaz oğlunun kasabasında yalın ayak gezdiğini yeminle anlatıyorlar. Verdiği nutukların bütün madenlerden aşağı birer kofti oldukları şimdi anlaşıldı. Aman bu Frenkler her yerde ‘hürriyet, medeniyet, müsavat’ ilan ederler. Çıkarlarına birazcık dokunur bir söz söyle de bak sana ne yaparlar?”

Muhsin: “Aziz oğlum politikaya girme.”

Aziz: “Politikanın en ateşli laf ocakları mahalle kahveleri, meyhanelerdir. Büyük devlet diplomatlarından yüz kişinin halledemediklerini bir fincan kahve, iki cigara yahut dört kadeh rakıdan sonra berikiler çarçabuk faslediverirler.46 Bazı bazı bu kahve, meyhane diplomatlarının arasında da cıngar çıkar. Her biri memleketin kurtuluşunu başka türlü düşünür. İşte buna ‘fırka kavgası’ derler. Allah seni beni belasından saklasın, illetlerin hiç ilacı olmayan en belalısıdır. Tehlikeli zamanda siner, havasını buldu teper, pupasına kabarır.”

 
46Fasletmek: Çözmek, sonuçlandırmak. (e.n.)
Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?