Can Pazarı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

9

Ara sıra zorbanın zorbası, hırsızın hırsızı, dolandırıcının dolandırıcısı olur. Fakat bu üç delikanlı kimseyi dolandırmadı, bir şey çalmadı, kanunca olmayan bir kazançtan, yumruklarının kuvvetine güvenerek kanunsuz bir pay aldı. Lakin bu “kanunca”, “kanunsuz” sözlerinde öyle içinden çıkılmaz bir nispilik vardır ki buna hakça bir muvazene koyulabilse dünya hemen düzeliverir. Bundan çıkan mantık sonu şudur: Meşru ile meşru olmayanın sınırı bazı kazançlarda pek darlaşıp sonunda birbirine karışıyor. Hâli vakti yerinde olanlardan hiç kimse açık vicdanla bu ince bilmecenin çözülmesine yanaşamıyor. Yoksul olanlar varlığa erince davanın bu olmaz tarafından olur tarafına geçiyorlar. En büyük kazançlar en ziyade alın teriyle elde edilenler değildir.

Bugün piyasada “spekülasyon” ile milyonlar kazanan birisi binlerce açın nafakasını kasasına çekiyor. Buna insanlık vicdanı da, kanun da seyirci kalmaktan başka bir şey yapamıyor.

Bu açık bir çalma işi. Bunun kapalı ve gizli hırsızlıklarla farkı var. Birincisi için sermaye, paraca meşhur olmak ve beceriklilik lazım. Bu şartları kendisinde taşıyan çok kimse bulunamıyor.

İkinci çalma için çalmak cesaretinden başka bir şey lazım değil. Onun için bu ikinci yolun heveslileri o kadar çok ki kanun biraz göz yumsa yumruğuna güvenemeyenler güvenenlerin haracına bağlanır, hayatta güven ve düzen kalmaz.

Gazeteler, borsa oyunlarında birinin milyoner olduğunu veyahut filan kimseye büyük piyango çıktığını yazdığı vakit bu havadis gayet merakla okunur, herkesin ağzı sulanır, yüreği titrer, çekemezlik gözü açılır; niçin ona da, bize değil!

İçimizden fışkıran her istek, her günah, onu ötekilerinde gördüğümüz zamanki tehlikeyi, serliğini ve ayıplığını kaybeder, bir çeşit mübahlık alır.

Veysi, Maşuk, Muhsin viraneden çıkıp da daldıkları ilk sokağın köşesini döndükten sonra ıssız bir yerde durdular.

Günahkârlıkta kaşarlanmak da tekrarlama ile olur. Ömürlerinde hiç böyle büyük vurgun vurmamışlardı ve ceplerine bu kadar para girmemişti.

Kaymeleri cebinde tutan Veysi’nin kaçmasından korkuyorlarmış gibi öteki ikisi “Haydi, paylaşalım.” dediler.

Veysi söyleneni anlamıyormuş gibi durgun, sessiz, cevapsız, bir zaman arkadaşlarının yüzlerine baktı. Ötekiler yürekleri içlerine sığmaz bir acele ile tekrar ettiler:

“Ne duruyorsun? Haydi, kaymeleri sökül… Cebinde kaldıkça paraların sıcağı geçecek.”

Veysi dalgınca: “Telaşınız ne be… Durunuz, düşündüğüm var.”

Maşuk: “Bunda düşünecek karışık bir şey yok. Üç kişiyiz. Üç yüz lira. Adam başına yüz lira düşer. Hakça taksim budur.”

Bu “hak” ve “adalet” sözlerinde o kadar sınırsız bir anlaşılma var ki, en bayağı hırsızlar bile birbirlerini inandırmak ve susturmak için bu kelimelerden yardım bekliyorlar.

Veysi ciddi ve düşünceli: “Arkadaşlar, size birkaç nasihatim var, dinler misiniz?”

Maşuk: “Evvela para, sonra nasihat…”

Muhsin: “Benden de al o kadar…”

Veysi: “Korkmayınız paraları aramızda hakça pay edeceğim, şimdi beni dinleyiniz.”

Maşuk: “Paralar cebimize inmedikçe kafamıza laf girmez.”

Veysi: “Hisselerinizi vereceğim fakat bir şartla…”

Maşuk: “Uzatma Veysi… Bu mantarcı herifler bu vurgunun acısını bizde bırakmazlar. Belki de şimdi peşimizdedirler. Zabıta çarşıdaki tavcıları enselemek için şu anda iğne deliğini arıyordur.

Veysi: “Vay anasını, birkaç saatin içinde üç yüz lira… Akıl ve hayalimizden geçmeyen bir para. Maliyede maaş kıran sarraf Artin’in bile bu kadar sermayesi yoktur.”

“Veysi dırdırı kes, hakkımızı ver.”

“Şartlarımı kabul ederseniz vereceğim.”

Maşuk: “Şartın nedir?”

Veysi: “Biz şu saatten itibaren üç kişilik bir çeteyiz.”

Maşuk: “Yavuzlar Çetesi.”

Veysi: “Öyle olsun.”

Muhsin: “Kabul ettik, paraları ver.”

Veysi: “Bu güç bir iştir.”

Maşuk: “Kolay diyen yok. Hissemizi sun bakalım.”

Veysi: “Bu çetecilik için aramızda bazı kararlar vermemiz lazımdır.”

Maşuk: “Vereceğimiz kararların birincisi şu olsun: Vurulan paralar evvela hangimizin cebine girerse beş dakikadan ziyade orada durmadan taksim edilecek.”

Veysi: “Hisselerinizi vereceğim.”

Muhsin: “Hani ya babam? Artık çenen dursun, elin cebine girsin.”

Veysi’nin yine ağır davranması üzerine Maşuk onu iki omuzundan hafifçe silkerek: “Eğer paylarımıza Karagöz indirmeyi düşünüyorsan iş fenaya varır.”

Veysi: “Ne yaparsınız?”

Maşuk: “Cerh, katil… Haritada her şey yazar.”

Veysi: “Ulan ne enayi pilakilerisiniz, vereceğim diyorum.”

Muhsin: “Veysi, sinirleniyorum, yarım saatten beri yalnız ağzınla veriyorsun, elinin hiç karıştığı yok.”

Veysi, elini yan cebine sokarak: “Paraları alır almaz sıvışmayacaksınız.”

“Sana dalkavukluk mu edeceğiz, yeni mantarcı?”

Veysi: “Çete teşkili için aramızda lazım gelen kararı vermeden bugün birbirimizden ayrılmayacağız.”

“Peki ‘kabultü.’ ”37

Muhsin: “Kezalik38 efendim.”

Veysi elini cebinden çıkardı. Hafifçe titreyen avucu içinde biri yüz, ikisi elli, dördü yirmi beşer liralık yedi kayme sayarak: “Nasıl istersiniz?”

Maşuk: “Yirmi beşerlikleri bana ver.”

Muhsin: “Hayır… Büyük kaymeler bize kalıyor, bunları bozdururken belki yakayı ele veririz.”

Veysi: “Uzun ediyorsunuz. Yüzlüğü kim alacak? Bunu dörde bölerek taksim edemeyiz ya…”

Epeyce bir çekişme sonunda vurgunu paylaştılar. Maşuk’la Muhsin birer ellilik, iki yirmi beşerlik aldılar. Yüzlük Veysi’ye kaldı.

Paraları elleri titreyerek, gözleri parlayarak, nefeslerini burundan alarak bölüştüler. Herkes payını cebine indirdikten sonra tatlı bir sevinç heyecanıyla birbirlerine sarılıp öpüştüler.

O vakte kadar yüz liranın, bin liranın yalnız sözünü işitmişler, böyle bir büyük paranın ceplerine girdiği saadetini tatmamışlardı.

Zannediyorlardı ki bu kadar para ile kaşaneler39 yapılır, en güzel kadınlar ile yatılır, sonu gelmez zevk ve sefalar edilir. Bütün ömründe insan hiç aç kalmaz. Para ne tatlı şey, ne büyüleyici bir kuvvet… Fakat nasibin ondan size ayıracağı hisseye kanaatle boynunuzu büküp miskince beklemek ne ahmaklık! Birtakım kara talihlileri cayır cayır yakan sefaletin bir kısmını ortadan kaldıracak para yok değil, lakin ona sahip olmayı bilenlerin cüzdanlarında, kasalarında saklı. “İnsaniyet”, “yardımlaşma” sözleri bu adamların yalnız dudaklarında; kalpleri doymaz hırs ve tamah ile dolu…

Para, insanın ayağına gelmiyor. Ona kadar gitmeyi bilenler düdüğü çalıyor, ne vasıtayla nasıl olursa olsun… Her sene daha sağlamlıkta kasalar yapılıyor. Yine her sene bu demir hazineleri kırmakla uğraşanların avadanlıklarında o derecede yenilikler görülüyor.

Başladıkları işin ticaretini tadanlarda görünen bir sevinç ile başları dönmüş olarak üçü kol kola yürüdüler. Ayaklarının yere değdiğini bilmez bir hafiflikle uçuyorlardı. Nereye gideceklerdi?

Veysi, Muhsin’den sordu:

“Senin silahın yoktu. O revolveri nereden buldun?”

“Bedestenli Nuri Efendi’den…”

“Para ile mi aldın?”

“Püf… Dünyalık tutmadığımı bilmiyor muydun?”

“Nasıl aldın?”

“Nuri Efendi uzaktan akrabamdır.”

“Ee?”

“Dolabına uğradım. Birisi bu silahı getirdi. Dört lira karşılığı bunu rehin bıraktı. Dolap sahibinin çek meşgul olduğu bir sırada revolveri aldım savuştum. Buna ne derler?”

“Hırsızlık.”

“Hayır… Habersizce, emanet almak. Çünkü yine götürüp bırakacağım. Fişekleri yok. Fakat bu kuru silah bugün ne kadar işe yaradı, gördünüz ya… İşi becermemizin yüzde seksenini ona borçluyuz.”

“Mademki biz bu yola döküleceğiz, her zaman kuru yumruk tekme ile iş becerilmez. Hepimize birer revolver, kama, kapı, sandık açmak için alet edevat lazım… Hazır paramız varken bu takımları düzmeliyiz.”

“Silah satması, alması, taşıması yasak… Silah aldığından şüphelenirlerse enseliyorlar, üzerinde çıkarsa cezası büyük…”

“Her gün, her gece orada burada silahlar patlıyor, insanlar yaralanıyor, ölüyor. Hep bu vakalar kestane fişekleri ile olmuyor ya…”

Muhsin, “Durunuz… Durunuz. Ben Bedesten’de Nuri Efendi’nin dolabında iken bu revolveri rehin bırakan adam kaçak silah üzerine konuşuyordu. Ben can kulağıyla dinlemedim doğrusu. Siz şuradaki kahvede oturunuz. Galata’da bir yerde ucuz ve mükemmel revolverler satılıyormuş. Ben işi iyice anlayıp geleyim.” dedi, zıvladı.40

İki arkadaş Muhsin’in işaret ettiği tenha, loş kahveye girdi. İçeride ihtiyar bir kahveciyle siyahlı beyazlı bir kediden başka kimse yoktu. Kahveci işsizlikten kedinin kulak etrafındaki pirelerini ayıklıyordu.

Müşterileri görünce bu küçük avcılıktan parmaklarını çekti. Dibe, peykenin en gölgeli tarafına oturan bu iki delikanlının yüzlerine baktı.

 

Veysi: “Baba, iki şekerli kahve yap. Fakat yorgunuz, dikkat et kestane suyu olmasın.”

Yaşlı adam bir baş işaretiyle bu emre uyacağını anlattıktan sonra yarım ay şeklindeki mangalın üzerinden sıcak su musluğunu açtı. Cezveyi doldurup sürdü.

İki gencin yüreklerinde ta viraneden beri geçirdikleri helecanlardan artakalmış ufak bir çarpıntı var gibiydi.

Maşuk, ikide birde eğilip arkadaşının kulağına: “Vermek istediğin kararlar nedir? Onları anlamak için sabırsızlanıyorum.”

Veysi, şimdi böyle lakırtıların sırası olmadığını yavaşça söylüyordu. Sonra karşıki peykede yalanan kediye bakarak sözü değiştirmek için kahveciye: “Baba, bu hayvanı çok mu seversin?”

“Pehlivan’ı mı söylüyorsun?”

“Bu kedinin adı Pehlivan mı?”

“Mahalleli verdi ona bu adı. Çok kavgacıdır, hiç de yenilmez. Ama bugünlerde açlıktan eridi. Ben bulamıyorum ona nereden yedireceğim?”

“Deminden pirelerini ayıklıyordun.”

“Evet.”

“Tuttuklarını ne yaparsın?”

“Mangalın külü sıcaksa içine atarım, çıt der geberir.”

“Bizim kahveyi pişirirken sakın ha böyle bir şey yapma. Belki cezveye sıçrar.”

“Merak etme… Görüyorsun şimdi pire ayıklamıyorum. Siz gelmeden Pehlivan’ın tüyleri arasından dört pire tuttum. Hiçbiri tok, şişkin değildi. Onların da açlıktan karınları vücutlarına yapışmış. Attım da ateşe, Müslüman’san inan, pıt bile demedi. İkisini ezdim tırnağımın altında çıtlamadılar bile.”

Veysi, yüzünü buruşturdu. İhtiyar, fincanları müşterilere vererek söze devam etti:

“Rabb’imin hikmeti… Biz doyacağız, pireler de bizim sırtımızdan doyacaklar. İşte her şey böylece birbirine ulama… Akıl ermez.”

10

Kahvenin isli cam kapısı açıldı.

Yağlıca, kalıpsız fesi kulaklarına geçmiş, esnafla kâtip arasında sünepe kıyafetli, saz benizli birisi girdi. İçerdekilerle merhabalaştıktan sonra karşıki peykeye oturdu.

“Ali Baba, yap bakalım bir kahve.” dedi.

Cebinden iri, siyah bir tabaka çıkardı. İçinde az kalmış tozlu kırıntıları toplaya toplaya dolma gibi kocaman bir cigara sardı. Uzun bir kiraz ağızlığa geçirdi. Gelecek kahveyi bekleyerek yanı başına uzattı. Şimdi boş kalan ellerini, dudaklarını yaya yaya tatlı tatlı birbirine sürterek bir söz açmak için karşıki müşterilerin yüzlerine baktı. Bunların lakırtıcılıktaki değerlerini anlamak istiyor gibiydi. Gözlerini ihtiyar kahveciden genç müşterilere, müşterilerden kahveciye dolaştırarak yutkuna yutkuna başladı:

“Ali Baba olanları duymadın mı?”

“Duymadım. Bugün kahveye çok müşteri de gelmedi, Pehlivan’la yalnız oturdum. Şimdi senin önün sıra bu delikanlılar geldiler. Onlar da bir şey söylemediler.”

“Kuyumcular içinde Yeşildirek Muhallebicisi taraflarında Karadenizli zavallı bir tüccarı sekiz yüz lira mı bin lira mı, işte öyle bir şey tavlamışlar.”

“Pi pi… Bin lira… Ben bu bin liranın yalnız lafını işitirim, bu parayı nasıl kazanırlar aklım ermez.”

“Şimdi herifin birini yakaladılar. Adına Patlıcan Ahmet mi diyorlar, Domates Mehmet mi? İşte böyle bir karın ağrısı… Polisler molisler kıyamet… Bende kalp helecanı var, doktorlar kalabalığa girme diye tembih ettiler. Ne olduğunu pek anlayamadım. Lakin bizim Recep Efendi gitti. Bilirsin o pek girgindir, iğne deliğine girer çıkar. Şimdi buraya haber getirecek.”

Kahvenin camlı kapısı bir daha gıcırdar. İçeri orta yaşlı, kısa boylu, top sakallı, sarıklı bir zat girer. Selam verir.

Vakayı anlatan müşteri:

“Ooo Hafız Kerim Efendi… Buyurunuz, çarşıdan mı teşrif? Vaka nasıl oldu? Öteki tufacıları da yakaladılar mı?”

“Ben eczaneden geliyorum. Kerime hasta… Çarşıya gitmedim. Vakadan da haberim yok. Ne olmuş? Dünyayı görecek hâlim kalmadı. İlaçlar ateş pahası… Ölmeli mi yaşamalı mı, ne yapmalı vallahi biz de şaşırdık.”

Kahvenin en görünecek süsü olarak duvarda bir dünya güzeli levhası var. Göbeğinin iki tarafından yükselen uyluklarının bütün yuvarlaklığını göstererek bir sedirin üzerine yan devrilmiş yatıyor. Çıplak kolları, bacakları sinek tersinden bir cilt hastalığı manzarası almış.

Hafız Kerim Efendi, levhanın karşısına oturarak lahavle çeke çeke: “Ali Baba bu kâfireyi hâlâ duvardan kaldırmadın. Göbeğinden aşağısı görünüyor vallahi… İnsan istemeye istemeye boyunca günaha giriyor.”

Ali Baba: “Ben bu dükkânı üzerime aldığım zaman bu postalı burada buldum. Demirbaş eşya içinde. Kimisi dedi ‘Kaldır!’, kimisi dedi ‘Kaldırma!’. Kimisi dedi ‘Günahtır!’, kimisi dedi ‘Gölgesi yere değmiyor, günah değildir!’ Ben de şaşırdım ne yapacağımı.

Hafız Kerim Efendi: “Ben sana hafız-ı kelam ağzıyla söylüyorum ki kaldır, günahtır. Bu çıplak fahişe burada durdukça sen bu dükkânın betini bereketini bulamazsın.”

“Doğru söylüyorsun Hafız Efendi, hiç bereket gördüğüm yok. Fakat sen de ne vakit bu kahveye gelsen, geçer onun karşısına oturursun. Ona bakması o kadar günahsa gel beri tarafa…”

Hafız Efendi: “Gözdür bu kayıveriyor. Yap bir kahve bakalım.”

Kahveci Ali Baba kahveleri dağıtırken:

“Hırsızlık, dolandırıcılık, tavcılık ne kadar çoğaldı. Her gün, her gece dan dan dan… Kimi vururlar, ne yaparlar bilmem.”

Hafız Efendi: “Güya silah taşıması yasak… Halkın bugünkü kadar silahlı olduğu bir zaman tarihte görülmemiştir.”

Ali Baba: “Hükûmet niçin bakmıyor bu işlere?”

Öbür müşteri: “Sus baba sus… Sen bir fakir kahvecisin, nene lazım siyaset? Vakitler nazik.”

Ali Baba iki yabancı delikanlıya çekingen bir bakışla baka baka namaza durur gibi ellerini başının yanına kaldırarak: “Haşa, demedim fena bir lakırtı. İşte bu Müslümanlar hep işittiler. Benim aklım ermez politikaya. Ben vükelanın adlarını bile bilmem. İşte burada gazete okurlar, dinlerim ama aklımda kalmaz hiçbir şey… Bizim paşalardan biri gelince öbürü İstanbul’dan kaçar… Niçin? Neden olduğunu bilmem ve sormam. Gazetelerin bazıları tuzlu biberli yazarlarmış, onları dükkâna sokması tehlikeli imiş… Gazete dağıtan çocuğa, hangisi Müslüman yürekli Türk gazetesi ise onu getirsin diye yalvarırım. Eyyy, şeytanlık çoğaldı, fesat çoğaldı.”

Kahveden içeri yakası astraganlı, çizmeli, zayıf, soluk bir genç girer.

Hep birden: “Ooo, Recep Efendi geldi. Mantarcılardan ne haber? Anlat bakalım.”

Recep Efendi dünya güzelinin karşısına, Hafız Efendi’nin yanına oturarak: “Bir eğlenceli tahkikat ki demeyiniz gitsin. Merkeze kadar üç defa gidip geldim.”

Hafız Efendi: “Bugün vazife yok mu?”

Recep Efendi: “Curnalı41 imzaladıktan sonra savuşurum. Arkadaşım Nazım’la nöbet yaparız. Bir gün o kalır, bir gün ben. Birbirimizin yokluğunu belli etmeyiz. Cuma tatil, pazar yarım azat. Çarşamba meclisi vükela…”

Hafız Efendi: “Öteki dört günü de Nazım’la nöbete koyduktan sonra haftadan ne kalır?”

Kiraz ağızlıklı müşteri baca gibi duman salıveren sıkı bir nefes çekerek: “Adam sen de canım… Bırakınız şimdi vazifeyi, curnalı. Ne görmüş? Mantarcıları anlatsın.”

Recep Efendi: “Bunlar dişili erkekli bir tavcı kumpanyası imiş. Paralı sersemin birinden altı yüz lira elemişler, dağılmışlar. Deminden kumpanya adamlarından Patlıcan Ahmet adında birini başında kefiye ile tebdili kıyafet olarak yakalamışlar; tavlanan adamla yüzleştirdiler. Mantarcıyı tanıdı. Tuhafı nerede? Patlıcan Ahmet işi inkâr etmiyor. Ama bu yakınlarda İstanbul’da Yavuzlar Çetesi diye kırk kişilik bir hırsız kumpanyası türemiş, onlar tavcılara çatmışlar. Altı yüz lirayı taramışlar gitmişler.”

Hafız Efendi: “Hafazanallah, hırsızın da hırsızı, yırtıcının da yırtıcısı var.”

Ali Baba: “Bak şimdi işe. Başımıza bir de kırk harami çıktı. Gece eve gitmek için kahvede geç kalmaya gelmeyecek.”

Recep Efendi: “İşine bak babacığım, onlar bal alacak çiçeği bilirler. Sana bana dokunmazlar. Senin cebin çekmecen tamtakır. Bizim aylıklar çıkmaz. Hırsız kendisini bizden sakınsın.”

Ali Baba: “Deme öyle… Benim burada bir tabiim vardı ya; Kasım… Onun gece cebinden on kuruşunu almışlar, iki de zorlu tokat atmışlar. Şimdiki hırsızlar alçak gönüllü… Bir okka ekmek parasına adam tepeliyorlar. Biriyle, ikisiyle baş edilmiyor, bu kırk yavuz kişiyle nice olacak bizim hâlimiz?”

Hafız Efendi: “Allah devlete, millete zeval vermesin, onların da yakında cezasını verirler.”

Ali Baba: “Biz böyle dua ettikçe hep ters gitti işlerimiz…”

Hafız Efendi: “Kahveci baba lafını bil de söyle.”

Ali Baba şaşırarak: “Fena mı dedim? Var mıdır bu lafımın cezası?”

Kerim Efendi, Veysi ile Maşuk’a göz gezdirerek: “Bir yabancı tilkinin kulağına giderse görürsün sen hâlini…”

Ali Baba pişmanlıkla başını eğerek: “İhtiyarlık bu… Tutamıyorum artık lafımı, bazen da idrarımı…”

“Öyle söyleme, lafa idrar karıştırma… Sonra kahvene kimse gelmez.”

Kahvenin bir köşesinde bu konuşmayı dikkatle dinleyen Veysi ile Maşuk’un biraz benizleri açıktı. Arada bir belirsiz birer kaygı uçuşan bakışlarla göz göze geliyorlardı. Kendilerinin biraz evvel uydurdukları Yavuzlar Çetesi yalanı ne çabuk böyle dallanıp budaklanarak bu kahvede önlerine çıktı? Onlar on iki kişi demişlerdi, bu sayı ne çabuk kırklandı?

Patlıcan Ahmet nasıl çabucak yakayı ele vermiş? Elbette polis bu mantarcıdan, konuştuğu Yavuzlar Çetesi hakkında bilgi sormuştur. O da gördüğü suratları, kıyafetleri tarif etmiştir. Demek kendileri şimdi orada, o anda tehlike içinde bulunuyorlar. Fakat Muhsin de nerede kaldı?

O esnada kahvenin kapısı yine açıldı. Başına kalpakla takke arasında acayip bir şey giymiş pek genç, ak pak, güzelce zıpırın biri içeri girdi.

Recep Efendi: “İşte Aziz geldi. Ben onu orada bıraktımdı. Salak, nasıl oldu anlat.”

Aziz, ağzı kulaklarına kadar uzanan yalvaran bir sırıtışla: Biriniz bir cigaralık tütün veriniz, biriniz de bir kahve ısmarlayınız. Sonra anlatayım. Neler oldu neler…”

Ali Baba: “Ulan Aziz, paran olduğu vakit karşıki İsmail’in kahvesine gidersin, olmadığı vakit buraya gelir, kahveyi hep beleşten içersin.”

Aziz: “Darılma babacığım… Gücendinse gideyim. Paramın olduğu vakti ben bilmiyorum ki sen bilesin. Bundan da al on paralık be… Kahvene müşteri gelmediği zamanlarda sen nasıl Pehlivan’ın pirelerini avlıyorsan ben de sokaklarda başıboş deve gibi salma geziyorum. Herkesin ağzında. ‘Eşek kadar herifsin bir iş tutmuyorsun!’ diyorlar. İş nerede be? Onun ucunu görsem dört elle sarılacağım. Geçenlerde iki elim böğrümde Köprübaşı’nda dolaşıyordum. Hanımın biri kucağıma bir çocuk uzattı. ‘Şunu Boğaziçi vapuruna kadar götürüver, sana on kuruş vereyim.’ dedi. Kısmetim budur dedim, vallahi hiç ağız açmadım. Tontonu kucakladım. Beş on adım gider gitmez pis bir koku ile midem bulandı. Kolum ıslandı. Yumurcak basurlu imiş anlarsın ya. Kakası bağrıma kadar işledi. Kısmetime çıka çıka işte bu çıktı. Murdarı oraya bıraktım savuştum. Anası arkamdan bağırıyordu: ‘Zararı yok… Zararı yok… Bu sabah şıra içti de öyle oldu.’ Şimdi akıllandım, çocuk taşıtacakları vakit kucaklamazdan evvel ‘Şıra içirdiniz mi?’ diye soruyorum.

11

Recep Efendi: “Aziz’e benden bir kahve yap baba…”

Kiraz ağızlıklı adam iri tabakasını uzatarak: “Al evlat, benden de bir cigara…”

Aziz tabakayı açıp kalbur gibi sallayarak: “Bunda tütün yok, iki tutamlık enfiye kalmış…”

Kutuyu ortaya uzatarak: “Allah rızası için şuna biraz tütün koyunuz da sahibi de içsin, ben de ziftleneyim.”

Veysi, Maşuk’un kulağına: “Bu aziz oğlan cana benziyor, onu çeteye alsak dört olurduk.”

“Dört olup da tulumba mı kaldıracağız? Böyle tehlikeli zamanda ona nasıl açılırız? Bakalım kabul eder mi?”

“Açlıktan nefesi kokuyor. Zavallının iki cigaralık tütünü bile yok. Köprübaşı’nda aç karnına boklu çocuk taşıyacağına çetemize girse beyler gibi karnı doyar, bize de çok yararlığı olur. Bacaklara bak, leylek gibi. Buna ‘seyrek basan’ derler. Beş adımda buradan Fatih’e seker. Kollara dikiz et, o ne kulaçtır be… Beş kişiyi birden kucaklar. Pençelere bak… Vay Yaradan’a kurban olduğumun, yapıştığı yeri ahtapot gibi kavrar. Çeneye kulak verdin mi? Bal gibi kıvamında bıçkın sakızı çiğniyor, anadan doğma halisüddem42 külhanbeyi… Hamal camal, birtakım abur cubur mahlukat karın doyursun da İstanbul’un böyle değerli, istidatlı evladı aç kalsın; yuf böyle memleketin ervahına! Bu çocuk kendisinin ne mal olduğunu bilmiyor, ben onun kalçası üstüne revolveri, yan böğrüne kamayı takayım iki günde cepleri yüz liralık kaymelerle dolsun; medet Allah, bak önüne geçen olur mu?”

 

Aziz, birkaç nefes çektiği kahve ile cigarayı önündeki kirli masaya bırakarak hikâyeye başlayan meddah gibi iki elini birbirine şak şak çarpıp:

“Hay Hak, kıssa-i dasitanımız şol mahalle gelmişti ki… Patlıcan Ahmet’i enselediler. Yok, dilim bizim sözlere kaçıyor, onun polisçe bir tabiri vardır. Ha, Patlıcan’ı ‘derdest’ ettiler. Üzerine sarımsaklı yoğurtla tavası hoş kaçar. Bunun dolmasını midem kaldırmaz. Öyle tohumluk acur kerata ki ne kadar aç kalsam benden yana paso… Patlıcan Ahmet polislerin ortasında giderken çarşı halkı arkasından hürya boşandı. Hiçbir paşanın bu kadar fahri yaveri yoktur. Ben alarga gittim. Polisten korkarım. Bir gün Sultanahmet mitinginde bir matmazelin tayyörünün cebinden mendil mi kese mi, işte öyle ipekli bir şey sarkmıştı. Düşmesin diye içeri itmek için elimi uzattım. Meğerse polis arkamda imiş, ense köküme bir haşlama indi. Miting halkı Sultanahmet Camisi’nin minaresine yıldırım düştü sandı. Gözlerimden ateş çıktı. İkinci patlangıcı indirmek için polis el kaldırdı. Tokadın altında kim durur? Rüzgâr gibi ben iki adım sektim. (Gülerek etrafına bakıp) ‘Memur-ı mumaileyhin’ eli hızını alamayarak bir ihtiyar hocanın beyni balâsında43 iftar topu gibi gümledi. Başında sarığı olmayaydı zavallı adamcağız tahtakurusu gibi yere yapışacaktı. Uzaktan baktım, hoca toprağa yatmış bol çakşırının içinde yarı kesilmiş kurbanlık koyun gibi debeleniyordu. Polis karanlıkta Ahırkapı feneri gibi pır pır ateş saçan gözlerini bana dikti. Dişlerini gıcırdatarak küfür defter-i kebirinden bir okudu… Ben kalabalığın içine daldım. Ondan sonra bakıcı hoca remil atsa nerede olduğumu bulamaz.

Bir daha ne ben o polisi gördüm ne de o beni… Bir polis tayin olunduğu yerin girdisini çıktısını, benim gibi ‘sütbesüt’ beyzadelerin suratlarını belledi mi bereket versin onu oradan değiştirirler.”

Hafız efendi: “Ulan Aziz, senin bütün bu dediklerin hepimize ‘Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler.’ mısrasını hatırlattı.”

Aziz: “Günahıma girmeyiniz, ben yüreği saf bir çocuğum, matmazelin cebine elimi fena bir niyetle sokmadım. Ben uzun elli olsam bu sefil kıyafette böyle aç gezmem. Fakat tavcılık, hırsızlık dalaverelerine, polis işlerine çok merakım vardır. Bu merak yalnız bende değil ya, çarşı halkının yarısı bugün vakanın arkasında geziyor.”

Kapıdan orta yaşlı, düşkünce kıyafetli biri daha girdi.

Kahvedekiler: “Ooo Tahsin Efendi geldi. Nereden böyle?”

“Çarşıdan…”

“Ne haber?”

“Sormayınız dehşet… İş büyüdü.”

“Ne oldu?”

“Tavcı Patlıcan Ahmet’ten başka Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlı yakaladılar. Nasılsa oralarda dolaşıyormuş. Ne büyük bir kumpanya imiş! Ne hırsızlıklar, ne cinayetler, ne melunluklar… Âdeta bir teşkilat diyorlar.”

Ali Baba şaşkınlıkla Kahraman’ın kuyruğuna basıp hayvanı acı acı bağırttıktan sonra:

“Heyyy birader artık bu memlekette kuru ekmeğini kırıp da rahat yiyecek bir yer kalmadı. Paran olsa soyulursun, tavlanırsın. Olmasa aç kalırsın.”

Tahsin Efendi: “Çete adamları çokmuş, hep buralara avcıya dağılmışlar. Evlerin, dükkânların hâlini, paralı parasız adamları öğreniyorlarmış. Polis her tarafı arıyor. Bu taraflarda dolaşan yabancı adamlardan şüphe ediniz.”

Bütün müşterilerin gözleri kuytu köşede oturan Veysi ile Maşuk’a dikildi. Yabancı çehreli bu delikanlılar hiç söze karışmayıp arada bir fısıldaşıyorlardı. Öyle sessiz dinleyişleri, hâl ve şanları, gizlemeye uğraştıkları sırlar bulunduğu şüphesini veriyordu. Hele türlü mübalağalar içinde, Yavuzlar Çetesi’nden bir delikanlının yakayı ele vermiş olduğu haberini duyunca Muhsin’in yakalandığına hiç şüpheleri kalmadı. Ateş üzerinde kızgın bir ızgarada oturur gibi yerlerinde duramaz oldular.

Şimdi ne yapsınlar? Şaşkın bir çurçur gibi gider gitmez oltaya yakalanmak… Bu, Muhsin’in zekâvetine yaraşır mı? Ne oldu? Nasıl tutuldu? Soruşturmada, kendisini şurada kahvede bekleyen iki arkadaşı olduğunu haber vermek ahmaklığında bulunmasın? İlk adımda üç yüz lira çırpmak âlâ fakat böyle başlangıçta yakalanmak ne bela…

Tahsin Efendi: “Tanıdığım bir polis vardı. Bu işin ne olduğunu ondan sordum: ‘Merak etmeyiniz, tavcılardan ve Yavuzlar Çetesi’nden iki kişi yakalandıktan sonra ötekileri elde etmek kolaydır. Görürsünüz yarına kalmaz çete reisi yakalanır.’ dedi.”

Aziz: “Bu mübarek adamın tutulduğunu haber alınca gidip hürmetle elini öpeceğim.”

Kahvede herkesin ağzından bir kötüleme gürültüsü koptu:

“Ulan habis, haydutluğa mı özeniyorsun? Nerede varsa öyle kanlı eşkıyaları Allah kahır ismiyle kahretsin, Ümmet-i Muhammed’i şerlerinden korusun.”

Aziz: “Âmin. Fakat bu adamların yaradılışlarında ben bir başkalık görüyorum. Cesaretine güvenerek bütün insanlara harp ilan etmek şunun bunun yapacağı bir iş değil…”

Yarı sahi, yarı şaka Aziz’in arkasına birkaç kuvvetli yumruk indi. Oğlanın vücudu kafes gibi güm güm inledi.

Yine kapı açıldı. Muhsin gözüktü. Kahvede bekleyen iki delikanlının yüreklerine birdenbire su serpildi. Meraktan, düşünceden çatılmış, buruşmuş suratlarına bir gülümseme geldi. Hemen yerlerinden fırladılar.

Veysi kahve parasını verip dışarıya çıkacağı sırada Aziz’e dönerek: “Birader hafif bir yükümüz var, Aksaray’a götürürsen seni memnun ederiz.”

Aziz biraz duralayarak: “Cerrahpaşa’ya, Taşkasap’a, Yenibahçe’ye kadar Aksaray derler.”

Veysi: “Yok, yok korkma. Gideceğimiz yer Laleli’nin altında…”

Aziz: “Peşin anlatayım, ben arka hamalı değilim. Semerim yoktur.”

Veysi: “Uzun etme canım. Senin ne kadar yük taşımaya dayanacağını çakar boydanız. Elde gidecek ufak bir şey taşıtacağız.”

Aziz birdenbire yerinden sekti. Güreşe hazırlanan bir pehlivan gibi vücudunu geri aldı, boynunu ileri uzattı. Kavgadan evvel birbirini koklayan kediler gibi az bir zaman burun buruna, göz göze geldiler. Sanki yürekten anlaştılar, seziştiler. Arkadaşlarıyla beraber Veysi dışarı çıktı. Aziz’i arkasından mıknatıs gibi çekti.

Sokaktan ıssız bir arsaya yürüyüp dört genç halka oldular. Aziz hangi yükü taşıyacağını anlamak ister bir merakla, şaşkın şaşkın bu yabancı çehrelere bakıp dururken Veysi hemen onun bileğinden kavradı, suratını suratına yaklaştırarak: “Oğlum, gözümün içine bir daha bak, bütün dikkatinle bak…”

Aziz bileğini kurtarmak için hafifçe kıvırarak: “Ağabey, kulampara mısın?44 Eğer öyleysen uzlaşamayız. Yemin ederim ki o huyum yoktur.”

Veysi: “Hayır… O pis lakırtıyı ağzından bırak…”

Aziz: “Ne bileyim ben… Böyle bir teklifle birkaç defa daha beni viraneye çağırdılar da…”

Veysi avucunun içindeki bileği şiddetle sarsarak: “İyi baktın mı bana?”

“Baktım.”

“Kimim ben?”

“Gözlerin yüreğime ürküntü veriyor.”

“Ben Yavuzlar Çetesi’nin reisiyim.”

Aziz yere kapanarak: “Aman şahım…”

“Seni boklu çocuk taşımak sefaletinden kurtaracağım.”

“Emret.”

“Cesaret, sadakat, fedakârlık isterim.”

“Bana para ver, her şeyi iste.”

Maşuk’la Muhsin kendi kendisini reis yapan bu arkadaşlarının yüzüne şaşkınlıkla bakıyordu. Yavuzlar Çetesi deminden kendilerinin uydurdukları bir hayal işiydi. İnsanları olmayan çetenin reisi olur mu? Besbelli Veysi sokaklardan böyle it, ipsiz toplayarak bir takım düzecekti. Ama böyle ilk rastlanan haytaya güvenilmek nasıl caiz olabilirdi?

Veysi, arkadaşlarının bakışlarından gönüllerinden geçenleri anlayarak ikisinin de birer birer kulaklarına eğilip: “Beni bozmayınız. İşin içinde iş var, sonra anlarsınız.”

Aziz’e dönerek: “Oğlum, teklifimi kabul ediyor musun? Seni çeteye yazıyorum.”

“Velinimet, Allah ömrünüze bin bin bereket versin. Hiç kabul etmemek olur mu? Namınızı duyduğum dakikada size kulaktan vuruldum. Yerinizi bileydim, aranıza kabulüm için gelip istida45 verecektim.”

“Okuyup yazman var mı?”

“Okurum… Bütün cinayet kitaplarını ezberledim. Yazıya gelince imlama alışırsanız siz de beni okursunuz.”

“Katlin var mı? Korkma açıl.”

“Hayır ağabeyciğim… Adam öldürmeye gelince daha yüreğim yufka. Geçenlerde bir konağın kümesinden bir kaz çaldım. Zevzek hayvan yolda kaçarken koltuğumun altından gak gak bağırır… Baktım olmayacak, boğup sesini kestim. Başka cana kıymadım.”

“Kimsen var mı?”

“Bir kocakarı anamla, bir kız kardeşim var. Üçümüz de evin dışında çalışırız. Anam yaşına uygun gelen sanatı yapar. Kız kardeşim güzelcedir, aç kalmaz.”

“Sıhhatin nasıl?”

“Domuz gibi her cefaya dayanır.”

“Gözlerin?”

“Gece karanlığında sansar gibi görür.”

“Kulakların?”

“Yastığımda pire gezindiğini duyarım.”

“Çevikliğin?”

“Maymun gibi düz duvara çıkarım.”

“Nasıl yaşamak istersin?”

“Zenginin kasasından…”

“Pek gençsin, sevdaya ateşin nasıl?”

“Naza, kendini satmaya gelmem. Mart kedileri gibi nöbet beklemem. Parasız elime ne geçerse eyvallah, tığlar gönlümü hoş ederim.”

“Aziz…”

“Efendimin efendisi…”

“Belki sen şimdi içinden dersin ki…”

“Ne derim?”

“Bu herifler ne ahmak şeyler, kahvede ilk rastladıkları benim gibi bir kopuğa açıldılar. Şimdi şurada, iki adım ötede polisin kulağına bu işi fısıldayıversem bunların üçünü de deliğe tıkarlar. Aziz, sen bizim tırnağımızın altında bir pire gibisin. Nasıl can verdiğini kendin bile duymazsın.”

“Malum ağabey, malum… Bu işin bir ‘can pazarı’ olduğunu biliyorum. Size sadakat göstersem hükûmete hainlik etmiş olurum. Hükûmete sadakat göstersem sizi ele vermiş olurum. Hangi tarafa kımıldasam ceza var. Ölüm var. İnsan, kendisini şeytana sattıktan sonra artık şeytan kalmalıdır. Polise niçin haber vereceğim? Sadakatimi beğenip de beni nefer kaydetsinler diye mi? Biz de polis yazılırsak zabıta kiminle uğraşacak? Kimi kovalayacak? Kimi deliğe tıkacak? Hapisanede kimleri oturtacak? Hasılı polisin, jandarmanın vücuduna ne ihtiyaç kalacak? Dünyada namuslu adam o kadar çok ki bu mübarek şeyin adam başına bölüşülmesinde artık kıtlık görünmeye başlandı. Bazılarına pek az pay düşüyor, bazılarına da hiç… Şimdi bana: ‘Aç oturan bir namuslu mu olmak istersin? Yoksa akşam sabah külbastı, tavuk yiyen, şampanya içen bir namussuz mu?’ diye sorsalar ben bu sual karşısında rahat rahat gülerim, tatlı tatlı öksürürüm. Çünkü buna cevap vermek için istihareye yatmaya lüzum yok. Ah, fakat ne yapayım ki uluorta böyle bir sual soran yok. Sorulsa dünyanın hâlini siz o zaman görürdünüz.”

37Kabultü: Kabul ettim. (e.n.)
38Kezalik: Aynı şekilde. (e.n.)
39Kaşane: Büyük, süslü köşk, saray gibi yapı. (e.n.)
40Zıvlamak: Sıvışmak. (e.n.)
41Curnal: İş yerinde mesaiye başlarken ve mesaiyi tamamladıktan sonra imzalanan defter. (e.n.)
42Halisüddem: Katışıksız, safkan. (e.n.)
43Beyni balâ: Beynin üstünde. (e.n.)
44Kulampara: Oğlancı. (e.n.)
45İstida: Dilekçe. (e.n.)