Can Pazarı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

7

Boğmaklı önde, iki atmaca arkada Nuruosmaniye Camisi’nin doğu kapısından çıktılar.

Maşuk: “Karı, peşine düştüğümüzün farkına vardı mı acaba?”

Veysi: “Ben de onu düşünüyorum.”

“Şimdi Bedesten’de bu tavcılık vakası duyulmuş, çarşı zabıtasını telaş almıştır. Her tarafta fellim fellim bu mantarcıların izlerini ararlar.”

“Arasınlar; şimdi önümüzde giden bu şalvarlı herifin biraz evvel çarşıda kapalı dükkân önünde oturup ‘merhume’ kerimesinin broşunu satan cennetlik hatun olduğunu kim fark edebilir?”

“Kimse… Sen bana bunun o olduğunu söylediğin hâlde ben hâlâ gözlerime inanamıyorum. Şimdi bu Reşit Ağa ikinci bir manevra ile şeklini değiştirip gözlerimizin önünden kaybolmasın!”

“İşte ben de ondan korkuyorum.”

“Bu karıyı takipte mantarcılara ait çok esrara ereceğiz sanıyorum.”

“Aman Maşuk gözlerimizi açalım. Bir kocakarı bizim gibi iki delikanlıyı kafese koyarsa namusuma dokunur.”

“Koç yiğitliğimize bugüne kadar leke sürdürmedik, bugün de sürdürmeyiz.”

“Şimdi altı yüz lira bu karının üzerinde mi?”

“Öyle sanıyorum. Zannım kuvvetlidir.”

“Tenha bir yerde gırtlağına yapışıp da cebinden mi alacağız?”

“O ne yaman mantarcıdır. Üzerinde para varken tenha yoldan gitmez. Evvela kendi tavcı arkadaşlarından korkar.”

“Onlar da şimdi belki bu karının peşindedirler.”

“Zannederim.”

“Birbirlerine emniyetleri yoktur.”

“Şüphesiz.”

“Vurdukları parayı nasıl paylaşırlar?”

“Hepsi bir araya toplanıp lonca olarak… Çünkü her biri itoğluitliğine göre pay alır.”

“Bu erkek, dişi hergelelerin bir dükkânda, bir evde, herhangi bir mahalde toplanmaları şüphe uyandırmaz mı?”

“Nasıl olacağını bugün göreceğiz.”

“Onların girdikleri bir yere biz girebilir miyiz?”

“Ben de bilmiyorum. Bakalım nasıl olacak?”

“Tehlikeli iş.”

“Neden?”

“Bu takım ağalarının üzerlerinde silahın her türlüsü olmalı. Tavcının cebindeki parayı almak hırsızdan daha hırsız olmak değil midir?”

İkisi böyle görüşürlerken Reşit Ağa caddenin sağ taraf yan sokaklarından birine saptı.

Veysi: “Av kaçıyor. Bas, sen önle, ben arkadan geleyim. Mantarcıyı hep ikimizin arasında bulunduralım.”

Maşuk sekti. Hiç o tarafa bakmadan karıyı aralıklı olarak önledi. İki zağarın33 ortasındaki av, peşine düşüldüğünü duymuş gibi döndü arkasına baktı. Lakin Veysi köşeyi siper alarak kendisini göstermedi. Sokağın boyu uzun değildi. Önden giden Maşuk kendisini üç yol ağzında buldu. Sağa mı sapsın sola mı? Karının gözünün önünde uzun zaman duramazdı. Yürüyüşünü hiçbir hesaba uydurmadan gelişigüzel sola yürüdü. Fakat mantarcı karı o noktaya gelince aksi tarafa, yani sağa saptı. Şimdi Maşuk geri dönse karıyı şüphelendirmiş, ilerlese gözden kaçırmış olacak. Ne yapsın? Düşündü. Karının dikkatini çekerek yüzünü ona belletmektense ilerlemeyi uygun buldu. Bir köşebaşı buluncaya kadar gitti, gizlendi. Karıyı gözden kaybetti lakin o zamana kadar Veysi yetişti. Reşit Ağa’yı yine göz menziline aldı. Öndekine göstermeden iki delikanlı işaretleştiler. Bu karıya şüphe getirmeden Veysi ilerleyecek, arkadan gelecekti. Reşide, hafif meyilli bir yoldan inerken karşısına başı kefiyeli bir adam çıktı. Reşit Ağa ile selamlaştıktan sonra beraber yürüdüler.

Kenefte cinsiyetini, hüviyetini değiştiren bu saltalı, fesli kadını tanımak için mutlak mantarcılar kumpanyasından olmak lazım gelirdi. Yüzünü yarı yarıya kefiye altında saklayan bu herif de belli ki onlardan biriydi. Biraz dikkatten sonra Maşuk, Patlıcan Ahmet’i tanıdı. Demek ötekiler, Moloz Agâh, Hımhım Osman, Şehla Safinaz pek uzakta değildiler. Demek hep birbirlerine zoka yutturan bu ayrı ahlaklı yadigârlar birbirlerini gözden ayırmıyorlardı. Çünkü aralarında paylaşılacak para vardı.

Bu iki kaldırım sanatkârı ağır ağır konuşa konuşa yürüyerek Divanyolu’na çıktılar. Çemberlitaş’ta Reşide yarım okka üzümle ekmek peynir, Patlıcan Ahmet de bir küçük kavun aldı. Sahiden aç mıydılar yoksa böyle nevale düzüşleri de dışarıya karşı bir manevra mıydı?

Tramvay yolunu enine yürüyerek caddenin öbür yanına geçtiler. Oradan aşağı Kadırga’ya doğru iniyorlardı. Ta aşağıda, kıyıya yakın bir viranenin denize bakan setine kadar gittiler. Bacaklarını sallandırarak duvarın kenarına oturdular. Reşide yanına bir mendil yaydı. Ekmeğini, peynirini, üzümünü koydu. Ahmet de bir gazete parçası üzerine kavununu kesti.

Beş on dakika içinde ötekiler de sökün ettiler. Kulis arasından sahneye çıkar gibi her biri bir taraftan peyda oluyordu. Fakat hep başka kıyafette idiler. Bu oyuncular urba ve yüzlerini nerelerde değiştiriyorlardı? Bir örneğini gördüğümüz gibi cami abdesthanelerinde mi? Namuslu adamların yalnız bir türlü işe ayırdıkları yerlerden nasıl faydalanıyorlardı?

Kiminin elinde bir simit, kiminde kâğıda sarılı bir poğaça, bazısının cebinde fındık, hasılı her biri çenesini oynatacak bir türlü yiyecekle gelmişti.

Hepsi tesadüfi olarak oraya gezmeye gelmiş bitli kâğıthane yâranı saf kimseler gibi setin üzerine sıralanıp hem dişleri hem dilleri işleyerek konuşmaya koyuldular.

Peşlerine düşmüş olan iki delikanlı viranenin öbür köşesinde birleştiler. Maşuk sordu:

“Şimdi ne yapacağız?”

Veysi yumruklarını sıkıp gerinerek: “Doğruca gidip çatarız.”

“Polisin baş edemediği erkekli dişili bu beş haydut ile biz iki kişi nasıl tartışabiliriz?”

“Biz onlardan mı korkacağız? Onlar bizden korksun.”

“Veysi, beş kişi iki kişiden korkmaz. Büyük bir haydutluklarına uğramayalım.”

“Korkma be… Gündüz ortasındayız. Hööt desek on polis koşar.”

“Bu köpeklerin ağızlarından kemik alması kolay bir iş değil.”

“Ben de biliyorum. Mantarcıları mantarlamak kolay bir iş değil ama şimdiki zamanda da canını tehlikeye koymadan para kazanılmıyor.”

“Üzerinde ne silah var?”

Veysi, arkadaşının kulağına eğilerek çıplak bir kelime mırıldadı.

Maşuk: “Zevzekliği bırak canım…”

“Şimdi hakiki bir canavar gibiyim. Kurdun dişi, aslanın pençesi, filin hortumu gibi tabiat bana ne silah vermişse işte onlar ile hücum edeceğim. Her zanaatın edevatı vardır. Şu tavcıları tavlayıp da para sızdırabilirsek haydutluk takımı düzeceğim. Revolver, kama, sustalı çakı… Daha neler lazım olduğunu elbette öğreniriz. Bu acuz heriflere de gidip hıyar gibi çatılmaz, hakkın var. Haydi git şuradan iki dilim ekmek peynirle iki küçük karpuz al. Ben buradan ayrılmayayım. Bu dolandırıcı grubunu gözetleyeyim. Onlar gırtlaklayacak adam bulamazlarsa birbirlerini boğarlar. İçlerinden birinin zıbarması insaniyete büyük zarardır.”

“Daha midem dolu… Ekmek peyniri nereme sığdıracağım?”

“Allah’ına şükret ulan, bu zamanda midesi dolu insana yüzde bir tesadüf edilmiyor. Bugün dolu ise on gün boş duracağını falcı olmadan kestirebilirim. Çöl devesi gibi bulduğunu işkembene doldur. Sonra bulamadığın vakitte geviş getirirsin. Haydi baba torik uç bakalım…”

Maşuk seğirtti. Birkaç dakika sonra nevale ile geldi. Yiyintiyi paylaştılar. Ellerinde birer dilim ekmek peynir, koltuklarında birer ufak karpuz ile yürürlerken Veysi: “Ulan, dikkat et, sahneye çıkıyoruz. Mantarcı oyununun taklidini aldık. Çal, ahbaba temaşa ettireceğiz.”

Bir deliğini tıkadığı burnuyla zurna sesi çıkararak: “Düm… Düm tek… Düm tek…”

“Ulan cıvıtma işi… Zuhuriye34 mi çıkıyoruz?”

“Yürü be… Çalgısız oyun olmaz.”

Tavcıların yanına doğru ilerlediler. Veysi cakalı bir yürüyüşle yaklaşarak: “Selamünaleyküm ağalar…”

Bu yanaşma ve selamdan memnun olmayan ağalar soğukça karşılık verdiler. Fakat iki delikanlı bu hoşnutsuzluğa dikkat etmemiş gibi görünerek hemen onların burnunun dibine oturup bacaklarını setten aşağı sarkıttılar. Karpuzlarını bıçakladılar, peynir ekmeklerini çiğnemeye koyuldular.

Mantarcılarda sözlerin perdesi alçaldı, hemen fısıltı derecesine indi. Reşide, bu gençlerin yüzlerine dikkatle baktıktan sonra eğildi, Patlıcan Ahmet’in kulağına bir şey söyledi.

Veysi de ağzını arkadaşının yanağına yapıştırıp: “Karı bizi çaktı galiba… Fakat ehemmiyeti yok… Kurnazlığa alay karıştıracağım. Dikkat et, sen de benim izimden gel.”

Maksatları bilinmeyen bu iki yabancının yanlarına bu kadar sokulmaları ve sonra bu fiskosları Patlıcan Ahmet’i sinirlendirdi. İçerlediğini gizleyemeyerek: “Tramvayda değiliz, tünelde değiliz. Bu geniş viranelikte bize bu kadar bitişmenin manası var mı?”

“Ah, ağabeyciğim kanınız o kadar tatlı, gönlümüz size o kadar çabuk aktı ki müsaade etseniz hemen koynunuza gireceğiz.”

Patlıcan süzük bir hakaret bakışı ile: “Acayip…”

“Evet. Pek acayip… Sizin üzerinizde bir tılsım var, tramvayları koşturan elektrik gibi bizi çekiyor.”

“Biz öyle yapışkanlıktan hoşlanmayız.”

Hımhım Osman düşmanca bir kaş çatışıyla: “Yankesici midirler, nedir bu oğlanlar? Peşimize iki serseri düştü diye polise haber vermeli.”

Veysi: “Üzerimize yorduğunuz şeye bak. Biz sizi sevdik, siz bize hakaret ediyorsunuz. Polisle bizim alışverişimiz yok.”

Moloz Agâh: “Sizin ne çeşit mal olduğunuzu polis anlar.”

Maşuk: “Bizim hâlimizde şüphe uyandıracak ne gördünüz?”

Boğmaklı Reşide kart bir Gerze horozu sedasıyla lafa karışarak: “Nuruosmaniye Caddesi’nden beri beni kolluyorsunuz. Biriniz arkamdan geliyor, öbürü önümden gidiyor. Karmanyolacı mısınız,35 üzerimden ne kokusu aldınız bilmem ki? Ben her gün yiyeceği ekmek peynirin yolunu arayan fakir bir adamım. Nafile yoruluyorsunuz.”

 

Tavcı karı, bu delikanlıların sezinledikleri bir şey varsa kızdırıp da söyletmek için böyle damarlarına basıyordu.

Veysi, bu ithama hiç hiddetlenmiş görünmedi, aksine yumuşak bir sesle: “Biz seni bön bir adam zannettik ama aldanmışız. Arkandan geldik, iyi dikkat etmişsin ağam bunda hakkın var. Lakin ne için geldiğimizi anlayamamışsın.”

Reşide alayla: “Ahu gözlerime vurulup da gelmediniz ya?”

“Bizi arkandan çeken sebep büsbütün başka. Pek tuhaf bir şey…”

“Ne imiş o tuhaf şey?”

Veysi küçük küçük bir iki gülme fıkırtısı geçirdikten sonra:

“Ağam, Nuruosmaniye Caddesi’nde sana rast geldik. Yüzünü gördüm hoşlandım. Arkadaşıma, ‘Bak ne güzel bir köse gidiyor.’ dedim. O, gülerek, ‘Bu adam köse değil, ak ağadır.’36 dedi. İşte gençlik, işsizlik bu… Aramızda kösedir, ak ağadır diye bir iddiadır tutturduk. Nesine biliyor musun? Rakısıyla karısıyla bir gece eğlentisine… Fakat halli zor mesele… Senin ne olduğunu yine senden başka kimden öğrenebilirdik? Birdenbire gelip sormaya utandık… Arkandan buraya kadar yürüdük. Gece cümbüşüne seni de beraber götüreceğiz. Eğer köse isen bizimle beraber tam zevk edersin. Ak ağa isen maatteessüf eğlencenin yarısına iştirak edebilirsin. Söyle nesin? Lakin yalan söyleme. Biz adamı yoklarız ha!”

8

Bu “yoklama” sözüne mantarcılar hep gülüştüler. Yalnız Boğmaklı’nın can sıkıntısından benzi attı. Ne oldukları bilinmeyen bu iki delikanlı kimdi? Şüphesiz bu söyledikleri doğru değildi. Peşinden gelmelerinden maksatları ne idi?

Reşide, tavırlarıyla arkadaşlarına bunda gülünecek bir şey olmadığını anlattı. Çatkın bakışlarıyla onları uyandırmaya çalıştı. Böyle tehlikeli şakayı kısa kesmek için:

“Ben öyle davete, cümbüşe gider adam değilim. Benim ak ağaya benzer nerem var? Keşke onlar gibi olsam… Yiyecek düşünmem, giyecek düşünmem, kira düşünmem, sarayların sıcak bir köşesinde işsiz güçsüz yan gelip otururum. Burada ne işim var?”

Veysi: “Merak etme, o ak ağalar, kara ağalar eğer bulabilirsen ekmek peynirlerini yakında gelip viranede senin öbür yanında yiyecekler. Evvelleri Osmanlı mülkünü idare eden, masallarda bile bir dudağı yerde, bir dudağı gökte diye dehşetiyle anlatılan bu korkunç, kuzguni hadım ağalarından birini dilenci kılığında gördüm. Hâline içim acıdı. Neden bu sefalete düştüğünü sordum. Anlattı. Buradaki Mısırlılardan birinin sarayında imiş, saray kapanmış, eline bir kâğıt beş liralık vererek bu zavallıyı iskete gibi kafesten azatlamışlar. Mısır’a gitmek istemiş. Para yetmemiş. Birkaç gün orada burada sürünerek elindekini de yemiş. Şimdi ne yapsın?”

Hımhım Osman:

“Ne yapabilir ki? Bu Arap’ı beslemek için koca bir saray yapmalı. İçini genç, güzel kadınlarla doldurmalı. Bunun eline kırbacı vermeli, onların başına zebani dikmeli. Bu işi görmek için mutlak insanın erkekliği sökülmüş olmalı, çünkü tam nefisli bir adam o hurilere kırbaç kaldırmaya kıyamaz.”

Mahalle kahvesinde yarenlik eder gibi açılan bu konuşmaya Reşide’nin öfkesi arttı. Bu delikanlıların böyle gelip kendilerine çatışları her hâlde iyi bir maksatla değildi. Sözü kısa kesip bunları başlarından defetmek lazım gelirken arkadaşlarının bu ettikleri ihtiyatsızlık ne idi? Kaşıyla gözüyle etrafındakileri idare ederek içindeki ekmek kırıntılarını bir kenara serperek mendilini topladı. Gitmeye hazırlanıyordu.

Veysi: “Bu kadar çabuk nereye ağam? İki satır konuşuyorduk.”

Reşide: “Herkesin işi gücü var.”

“Senden pek hoşlandım da…”

“Ben senden hiç hoşlanmadım.”

“Merak ettim, ne iş tutuyorsun?”

Maşuk: “Herhâlde sakala, bıyığa lüzum görülmeyecek bir iş olacak.”

Reşide: “Of… Çok sırnaşık çocuklarsınız. Allah’a ısmarladık, size de uğurlar olsun… Haydi benim köseliğimden daha tuhaf bir şey bulup onunla eğleniniz. Bu koca İstanbul’da neler var…”

Mantarcıların hepsi sıvışmak üzere iken Veysi birdenbire Reşide’nin koltuğuna girerek kulağının dibinde:

“Köse ağam senden o kadar çok hoşlandım ki böyle çabucak ayrılmaya gönlüm razı olmuyor.”

Reşide bütün hiddetiyle çırpınarak: “Çek elini… Kol kola gidemem gıdıklanırım.”

“Tuhaf şey… Sende âdeta bir kadın cilvesi var. Zaten tüy tüs de yok seni müennes farz edince yüzünü pek fena bulmuyorum, yalnız iki tek atmaya bakar! Yokluk zamanlarımda çok kocakarı duası aldım, idmanım vardır, uyuşuruz.”

Saltalı karı bir kazan kızgın su gibi kaynayarak arkadaşlarına: “Kurtarınız beni bu haydudun elinden… Bıyıksız buldu da kadın farz ediyor. Şimdi karşınızda bir rezalet olacak. Bu azgın teke deli midir? Sarhoş mudur? Çattık belaya…”

Ötekiler köseyi kurtarmaya atılmak üzere iken Veysi:

“Ne deliyim ne sarhoşum… Sana âşığım Reşideciğim…”

Köse: “A… Divane… Nasıl Reşide?”

Veysi: “Boğmaklı…”

Bu kelime hepsini boğar gibi susturdu. Çünkü mantarcılıklarının esrarını bu delikanlıların bildikleri anlaşılıyordu. Acaba ne dereceye kadar? Bir kelimeden korkup da birdenbire silah teslim etmek de iyi değildi.

Patlıcan Ahmet, Reşide’nin yardımına yetişerek: “Ağaya neden kadın ismiyle hitap ediyorsun? Köse olduğu için erkekliğini inkâr mı edeceksin? Delikanlı, eğer şüphen varsa ispatı kolay… Burası tenha viranedir. İşte biz başımızı dönüyoruz. Arzu ettiğin şeyi doya doya görebilirsin.”

Veysi uzun bir kahkaha ve koçvari yampiri bir bakışla:

“Kaynanamın bilmem nesi olaydı kayınpederim olurdu. Bu da o hikâye. Boğmaklı Reşide’nin sahte koçanıyla geçinen, doyan ben değilim sensin muhammin Sadık Efendi… Kefiyenin altında Patlıcan Ahmet mosmor sırıtıyor. Öbür bayramlık adlarını birer birer söyleyeyim mi?”

Tavcılar, işte zerre kadar bir yanlışlık ve şaka olmadığını anladılar ve tehlikenin ciddi olduğunu gördüler. Dişisi erkeği bir halka teşkil ederek iki delikanlıyı ortalarına aldılar.

Hımhım Osman dişlerini gıcırdatarak: “Maksadınız nedir? Çabuk söyleyiniz.”

Veysi ile Maşuk sırt sırta verip boksörler gibi yumruklarını sıkarak kendilerini koruma vaziyeti aldıktan sonra:

“Çarşıiçi’nde tavladığın altı yüz liradan pay almak…”

Hımhım Osman’la Veysi, Patlıcan Ahmet’le Maşuk karşı karşıya idiler. Her iki tavcı da bellerinden sivri uçlu birer kama sıyırarak “İşte payınız…” cevabıyla hücuma davranırlarken halka ortasındaki iki genç birbirinin arkasına dayanarak düşmanlarının karınlarına öyle çeviklikle birer tekme indirdiler ki Patlıcan Ahmet bir yana, Hımhım öbür yana pat küt ot yastık gibi arkaüstü yere devrildiler. Yandan silah çeken Moloz Agâh avurduna birbiri üzerine şimşek patlangacıyla iki yumruk yedi. Ağzına koca bir elma saklamış gibi yanağı ta kaşına kadar üfürdü, şişti.”

Herifler neye uğradıklarını anlayamayarak kendilerini toplamaya uğraşırlarken karşıdan bir “Davranmayınız!” sesi geldi.

Baktılar, namlıyı tavcılara dikmiş elinde koca bir rovelverle koşan Muhsin’i gördüler.

Tam zamanında yetişen bu arkadaş karşıdan şöyle bir afi savurdu:

“Bize Yavuzlar Çetesi derler. On iki kahramanız. Bütün sokak başları alınmıştır. Tavcı ağalar hesabınızı çabuk görünüz. Hepsini istemiyoruz. Hakça paya razıyız.”

Tavcılar hâllerinin tehlikesini anlamayacak kadar aptal değildiler. Kamalarını kınlarına indirdiler.

Veysi: “Ha şöyle… O kebap şişlerini yerlerine koyunuz. Gördünüz ya biz size karşı silah çıkarmadık. Çünkü tekmemizde, yumruğumuzda revolver kuvveti vardır. Sizin gibilerini püfff diye nefesimizle deviririz. Çıkarınız paraları bakalım. Tastamam altı yüz kâğıt olacak.”

Reşide hemen yaygaraya başladı:

“Altı yüz değil… Altı yüz değil… Yanlış işitmişsiniz.”

Maşuk:

“Lo lo lo istemez, küllüm yutmayız, sökülün bakalım.”

Hımhım Osman:

“İnanınız altı yüz yoktur…”

Veysi: “Sattığınız broşun asıl kıymeti olan altmış kuruşu düşeriz.”

Maşuk: “Benim, gümrükte arayıcılığım vardır. Siz paralara el vurmayınız. Biz olduğu gibi şimdi meydana çıkarırız.”

Boğmaklı Reşide kasıklarını tutarak: “Bende mesane hastalığı vardır, sık sık idrar gelir, şurada duvar kenarına bir abdest bozup geleyim.”

Karı adımını atarken Veysi yakasına yapışarak: “Sende mesane yok ki hastalığı olsun. Kim olduğunu deminden söylemedik mi Reşide Hanım.”

Reşide: “İdrar hastalığı mutlak mesaneye mahsus değildir a…”

Veysi: “Ne olursa olsun… Sen donuna işe… Ben sana ayrıca çamaşır parası veririm.”

Karı: “A, hiç öyle şey olur mu?”

Veysi: “Sen salıver, bak nasıl olur.”

Karı: “Berbat olurum, rica ederim, müsaade ediniz.”

Maşuk: “Biliyoruz, sofu karı değilsin… Ne abdestin bozulur, ne de kılmadığın namazına bir zarar gelir.”

Reşide orta yerde topaç gibi dönerek: “Ay, kasıklarım çatlıyor.”

“Haydi, salıver.”

“Ben titiz insanım, temiz çamaşırımın üzerine bırakamam. Ömrümde hiç yaptığım şey değil… İnanınız pek rahatsızım.”

Veysi: “Yalnız bir şartla müsaade ederim.”

Karı ovunarak: “Nedir şartın?”

“Bir yaşında çocuk gibi donunu ben çözeceğim. Şefkatli bir dadı dikkatiyle çişini ettireceğim, sen hiç elini değdirmeyeceksin.”

“Bilmiş ol delikanlı, ben bu yaşa gelinceye kadar donumu hiçbir namahrem erkeğe karıştırtmadım. Irzına kavi bir kadınım.”

“Irzında gözü olanın gözü çıksın… İstersen anam ol, şu kıyafetinle istersen babam ol… Sen de yalnız şunu bil ki vücudunun gizli bir yerinde altı yüz liralık bir paket saklı oldukça çok delikanlılar donunu karıştırmaya can atarlar.”

Boğmaklı idrar zoruyla çalkalanarak: “Paralar bende değil… Patlıcan’da…”

Patlıcan: “Mademki sözlerimize inanmıyorsunuz, buraya yirmi dakika kadar çeker derin bir mahzen var. Oraya gidelim. İstediğiniz gibi üstümüzü arayınız.”

Veysi: “Biz mahzene filan gitmeyiz, burada soyunacaksınız. Paralar meydana çıkıncaya kadar hepinize üstünüzden başka bir yere işemek yasak.”

Reşide, bu pek yaman delikanlıların bir müddet sıkıştırmalarından kurtulmak için:

“Bende bir şey yok paraların bir kısmı Safinaz’da.”

Safinaz, ince bir başörtüsünün altında sürmeli gözlerini süzerek: “A a, Reşide iftira etme. Üzerime on tabanca çekseler ben gizli yerlerime erkek eli sürdürmem.”

Veysi: “Ah şekerim, çok cilvelisin. Bak senin üstünü ararken midem bulanır. Korkma tabancalarımızı boşaltmayız, yeri değil… Fakat hepinizi ayrı ayrı yoklamaya, çişe götürmeye de vaktimiz yok… Paralar her kimde ise çıkarsın…”

Reşide: “Bende yok…”

Patlıcan: “Bende hiç yok…”

Hımhım: “Arayınız, kendi harçlığımdan başka para çıkarsa helal olsun.”

Moloz: “İşte ceplerim, işte elleriniz… Bakınız, ne bulursanız sizin olsun.”

Veysi, cebinden bir kaptan düdüğü çıkararak “Uzun ediyorsunuz, bunu üfleyince civarın bütün polisleri buraya toplanır. O zaman ne size ne bize merkeze gidince paraları hangi deliğinize saklamış olsanız bulup çıkarırlar. Biz ‘Yavuzlar Çetesi’ on iki kişiyiz. Adam başına yirmi beşerden tam üç yüz lira eder. Altı yüzün yarısı sizin, yarısı bizim… Hakça bir paya razı mısınız? Üfleyeyim mi?” dedi. Düdüğü ağzına götürdü.

Boğmaklı büyük bir telaşla: “Müslüman’sanız…”

Veysi elini göğsüne koyarak: “Elhamdülillah…”

“Sözümüze inanınız.”

“Sizin sözünüze inanmayanın kâfir olması lazım gelmez. Ne martaval okuyacaksan oku bakalım. Çabuk ve az lakırtı ile…”

“Vakıa, hakkınız var, biz bugün çarşıda birini tavladık. Allah günahımızı affetsin, ne yapalım çoluk çocuğumuz aç…”

“Yanılıp da bu duana ben de âmin diyecektim. Biz hakikati biliyoruz. İtirafa lüzum yok… Çabuk paraları çıkarınız.”

“Hakikati tamam bilmiyorsunuz.”

“Karadenizliyi mantarladığınızı, altı yüz liranın senin üstünde olduğunu, Nuruosmaniye Camisi’nin helasına hatun kişi girip er kişi çıktığını hep biliyoruz.”

“Yanlışlığınız var.”

Veysi yumruğunu kaldırarak: “Uzatma saltasını ıslattığımın kancık tavcısı…”

Reşide yumruğun altında biraz eğilerek: “Evvela para altı yüz lira değil… Sonra benim üzerimde bir şey yok…”

Maşuk: “Kocakarıyı söyletme be artık… Tandırname okuyor.”

 

Veysi: “Mantarcı hanımlar, efendiler işte size kısa bir diskur… Bize Yavuz Çetesi derler. Üçümüz burada, dokuzumuz sokak başlarında pusuda. Düdüğü öttürünce bir dakika içinde hepsini burada görürsünüz. Sizi birer birer karga tulumba edip daha tenha bir yere aşırarak üzerinizi değil derinizi soyup pastırmanızı çıkarırız.”

Muhsin’e haykırarak: “Arkadaş, silahını tetiğe al. Kıpırdayan olursa kurşunu yapıştır. Haydi bakalım, üçer karış ara ile dizi olunuz. Üzerinizi arayacağız… Eller yukarı, lakırtı yok, hareket yok…”

Düdüğü bu komut arkasından Veysi dudaklarına sıkıştırdıktan sonra aramaya Reşide’den başladı. Kollar havada, korkudan vücut titremede, karı, üzerinde gezinen ellere bakarak, arada bir yüzünde gıdıklanma buruşuklukları göstererek duruyordu.

Ötekiler de gözlerini üzerlerine çevrilen revolverin siyah ağzına dikerek hep aynı vaziyeti aldılar. Maşuk da, Patlıcan Ahmet’ten başladı.

Veysi, kocakarının göğsünü, koltuk altlarını aradıktan sonra karnına, beline, kasıklarına indi. Üzerinde mendil, paket, cüzdan, çıkın, kese, ufak torba çeşidinden daha ne kadar şey varsa meydana döktü. Hepsinin evire çevire içlerine dışlarına baktı. Dört yüz yetmiş beş kuruştan fazla para bulamadı. Hasıl ettiği şüphe üzerine nihayet elleriyle iki apış arasına saldırdı. Karı, o zaman doğurur gibi boğuk bir feryat kopardı. Hem de doğurdu. Bütün insanların hayata çıkış kapısı olan yerden altı yüz lira çıktı. Reşide kaymeleri küçük bir keseye koyduktan sonra ıslaklıktan bozulmalarına aldırmayarak onlara âdet bezi gibi tutunmuştu.

Olabildiği kadar katlanarak kâğıtların hacimleri küçültülmüştü. Veysi bunları birer birer açtı, saydı. Para tamamdı. Altı yüz liranın üç yüzünü ayırdı. Geri kalanını vermiş olduğu söze uyarak erkekçe geri verdi.

Sayarken elinden rüzgâr elli liralık bir kâğıt uçurmuş, onu almaya koştuğu zaman kaymenin yanında gördüğü dörde katlanmış başka bir kâğıdı da ne olduğunun farkında olmadan yerden beraber almıştı.

Tavcılar o günkü vurgunlarının büyük bir kısmını bu kim oldukları belli olmayan kabadayı delikanlılara kaptırmış oldukları için kederli, şaşkın, düşkün bir hâlde birbirlerine bakışakaldılar.

Kendilerine Yavuzlar Çetesi süsü veren bu becerikli üç genç, tavcıların önünde baş keserek:

“Ağalar, bugün siz çalıştınız biz kârınıza ortak olduk. Fakat esef etmeyiniz, sokaklar, çarşılar avanak dolu… Reşide Hanım’da bu çene, sizde bu beceri varken daha çok yüklü vurgunlar vurursunuz. Haydi pazar ola…”

33Zağar: Bir cins çoban köpeği. (e.n.)
34Zuhuri: Orta oyununda taklitçi. (e.n.)
35Karmanyolacı: Şehir içindeki ıssız yollarda ölümle korkutarak soygunculuk yapan. (e.n.)
36Ak ağa: Haremlerde hizmet gören hadım ağalarının beyaz ırktan olanı. (e.n.)