Can Pazarı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

5

Paltolu müşteri yavaş yavaş bu üç tavcının yanlarına sokularak: “Ne gülüşüyorsunuz? Müsaade eder misiniz ben de işiteyim.”

Agâh, büyük bir insaniyetperverlik tavrıyla: “Hayhay, buyurunuz efendim, konuşalım, sizden gizli bir sözümüz yok.”

Safinaz: “Kısmet kiminse ona olur.”

Paltolu: “Şüphesiz…”

Agâh, muhammine der ki:

“Peki… Sözünüze devam ediniz. Bu efendi de işitsin.”

Patlıcan: “Ne söylüyordum, ha evet, broşun ortasında iri kıratta üç pırlanta var. Kadın onları söküp de ayrı ayrı satsa bugün ölü fiyatına seksener lira eder. Ben yanında söylemedim, söylesem kocakarıdır, aklı ermez belki burnu kabarır. Bugünkü mezatlardaki hileler malum. Bizim başka işimiz var. Bu kadınla uğraşacak değiliz ya… Şimdi şuraya gider, elinden kapatıverirler. Doğrusunu isterseniz vallahi sekiz yüz liralık mal… Şu günlerde elmas düşkün olduğu hâlde eğer kadın verirse bu broş dört yüz beş yüz liraya büyük kelepirdir. Sizin işiniz de görülsün, onunki de… Ben pek uygun bir fiyat biçtim, kaçırmayınız, dostça söylüyorum, bana göre bir şey yok. Sizden tellallık alacak değilim ya! Tahminim için gönlünüzden kopup da birkaç lira verirseniz yine eyvallah… Helal olsun…”

Paltolu adam Patlıcan Ahmet’i biraz öteye çekerek: “Sen iyi bir zata benziyorsun.”

“İyiler, karşılarındakileri de hep iyi görürler.”

“Şu elması bana yaparsan sana helalinden beş lira veririm. Gayret et kuzum…”

“Beş lira, on lira bir şey değil… Bana hatırın lazım efendi… Gelinlik bir kızı sevindirmesi sevaptır. Benim de öyle bir yavrum var, hâlden bilirim. Fakat bu kadın da elmasa çok iştahlı… Çünkü maldan anlar, bu kelepiri kaçırmak istemez. İnşallah sana kısmet olur. Aklıma bir şey geliyor efendi…”

Paltolu, ufak bir çarpıntıyla: “Nedir?”

“Bu kadına kırk elli lira bir para teklif etsek de çekilse.”

Tacir, pos bıyıklarının uçlarını kıvıra kıvıra kunduralarının burnuna bakarak düşünür.

Patlıcan Ahmet herifin zihnini karıştırıp derin düşünmesine meydan vermemek için:

“Evet… Evet, kırk elli verelim bu hanım çekilsin. Çünkü kocakarının yanında karşı karşıya elması arttırmaya kalkarsanız ikiniz de kızışırsınız. Müzayede altı yüz, belki de yedi yüz liraya kadar fırlar. Buralara hacet kalmadan haydi ver kırk elli lira, iş bitsin.”

Paltolu hâlâ bıyık falında devam eder.

Patlıcan Ahmet uzaktan Safinaz’a küçük bir işaret verdikten sonra:

“Hanımı belki otuz, kırk liraya da razı ederiz. Masum kerimenizin kısmetine çıkan bu kelepiri kaçırmayınız.”

Tacir, derin bir düşünce ve durgunluk içinde hâlâ bıyık kıvırırken birdenbire Hımhım Osman peydah olur. Boğmaklı Reşide’ye yaklaşarak: “Büyük hanım, burada kadının biri broş satıyormuş. ‘Pek temiz mal, olmaz kelepir.’ diyorlar.”

Reşide: “Ben satıyorum.”

Osman: “Hani broş?”

Boğmalı seslenerek: “Hu, Sadık Efendi, bir müşteri daha çıktı. Elması getiriniz, görmek istiyor.”

Patlıcan Ahmet, paltoluya: “İşi uzattık. Şimdiye kadar bu mahfazayı cebinize koyup gitmeliydiniz efendi. Bu çarşının hâli acayiptir. Nereden de haber alırlar? (İleriye doğru söyleyerek) Biz, efendiyle broşu kesiştik, hayırlaştık. İlk pazar, pazardır. Büyük hanım sen cennetlik bir hatuna benziyorsun. Birkaç lira için gelinlik bir kızın kısmetini kesme. Az olsun da hoş olsun. Helal minallah olsun.”

Boğmaklı, paltoluyu göstererek: “Benim de bu adama içim ısındı. Kızcağızı için alacakmış. İnşallah kısmet olur. Lakin benim de çocuklarım evde bekliyorlar. Bakalım, bir de bu yeni gelen müşteriyi dinleyelim. Ne diyor?”

Hımhım Osman mahfazayı alır. Fazla dikkatten ağzını burnunu buruşturan bir adam hâliyle bakar, broşun üzerine nefesiyle birkaç defa hohlar. Biraz bekler. Biraz hohladıktan sonra dikkatle gözlerini dikerek: “Bu mal mezat gördü mü?”

Boğmaklı: “Hayır.”

Osman: “Ne veriyorlar?”

Patlıcan: “Keşfet.”

Osman: “Altı yüz.”

Safinaz: “Amma da yaptın ha!”

Patlıcan, paltoluya, onu kayırmak ister gibi bir söz işareti vererek: “O kadar etmez…”

Osman: “Nene lazım senin… Sahibi razı olsun, parasını şimdi sayacağım.”

Patlıcan: “Keyfin bilir ama kârlı bir iş yapmış olmazsın.”

Osman: “Bu broşu altı yüze veriniz bana, şimdi şurada sokağın içinde gözünüzün önünde yedi yüz liraya satacağım. Çok lakırtı istemem. (Boğmaklı Reşide’ye dönerek) Büyük hanım, helalinden sana altı yüz lira var. Bana malını satıyor musun?”

Reşide, etrafındakilerin yüzlerine bel bel baktıktan sonra: “Ne dersiniz efendiler, vereyim mi? Acaba aldanacak mıyım?”

Hepsi kocakarıdan uzaklaşarak aralarında konuşmaya başlarlar.

Patlıcan Ahmet, öfkeli bir suratla Hımhım Osman’a:

“Canım işimizi bozdun. Ben efendiye dört yüz liraya alıverecektim. Birdenbire çok kabarttın.”

Osman: “Ticarettir bu, gücenmek olmaz. Ben keyfim için kabartmadım. Bedesten’de Hacı Muammer Efendi’de bir broş var, iki yıldır ona bir eş arıyorlar. (İleri doğru bakarak) Lakırtı beynimizde,29 kocakarı duymasın, bu broş onun eşi… Tıpkısı… Farksız… Su içinde yedi yüz lira… Hem de kullanılmamış, temiz para olmak şartıyla. Hacı Muammer de kim bilir ne kazanacak? Benim şurada bir pırlanta küpe işim var, yirmi, yirmi beş dakika kadar kalıp geleceğim. O broş yedi yüz liraya nasıl satılırmış şimdi size gösteririm.”

Hımhım Osman, Örücüler Kapısı’na doğru yürür.

Patlıcan Ahmet mühim bir şey düşündüğünü gösterir tatlı bir sırıtışla paltoluya bakarak: “Efendi, siz ticaretten anlar tecrübeli bir iş adamına benziyorsunuz.”

Bu sözden duygulanarak koltukları kabaran karşısındaki adam:

“Evet, ticaretten anlar bir iş adamıyım.”

“Aynı zamanda talihiniz de çok uygun…”

“Bu sene talihim zararsız gidiyor. Bir odun işinden geçenlerde üç bin lira kazandım.”

“Allah kârınızı ziyade etsin. Şimdi beş on dakika içinde yüz, yüz elli lira kazanmak ister misiniz?”

“Hayhay… Fena ticaret değil…”

“Bu broşu şu kadından altı yüz liraya alınız, çünkü bu fiyatı bir kere kulağına koydular, artık ondan aşağı vermez.”

“Ey sonra?”

“Sizinle Bedestenli Hacı Muammer’in dolabına gidelim. Bu demin gördüğünüz adam tellaldır, ondan daha atik davranırsak yüz lirayı biz kazanırız. Aramızda ellişer lira bölüşürüz. Bu broşa çift düzmek için bu kadar para veriyorlar yoksa hakikatte etmez. Ben size kerimeniz için üç yüz, dört yüz liraya daha bir güzelini düşürürüm.”

“Hacı Muammer Efendi ona verdiği parayı bakalım bize verir mi?”

“Ben ona çok para kazandırdım, Hacı Muammer beni kardeş gibi sever. Hiç ona güvenmesem size böyle bir teklifte bulunabilir miyim? Ben bu işi kendi başıma da görebilirim. Bu broş size tesadüf ettiği için kısmetinizi bozmak istemiyorum. Bizim sanatımız tuhaf şeydir. Hakk’a riayet etmezsek sonra işimiz ters gider. Hacı Muammer’in dolabına gidince onun bana ne kadar itibar ettiğini şimdi gözünüz ile göreceksiniz.”

Son derece saflığı ile beraber garip bir duyguya kapılarak, paltolu yine bıyık falı açmaya başlar.

Sanatının ustası olan Patlıcan Ahmet böyle nazik anlarda çabuk ve şaşırtıcı kelimelerin büyülü tesirleri olduğunu bildiğinden hemen suratı asarak: “Efendi, affedersiniz, ben sizi bugün gördüm ama bilmem neden, kanım size ısındığı için kârıma ortak ediyorum. Teklifimden şüphe ediyorsanız sizi ayıplamam, bu zamanda türlü türlü şeyler oluyor. Biz de esnafız, görecek işlerim var. Müsaadenizle…”

İleri doğru yürür. Birkaç adım açıldıktan sonra paltolu adam arkasından bağırarak: “Gel, gel… Gücenme. Herkesin hesabı var. Zihnimden başka şeyler geçiriyordum.”

Patlıcan Ahmet biraz kırgın bir eda ile döner.

Tacir: “Söyle şimdi ne yapacağız?”

Ahmet şimdi büyük bir aceleyle: “Durmaya hiç vaktimiz yok…

Sözlerimin ehemmiyetini anladınızsa haydi kadından broşu alalım, Bedesten’e Hacı Muammer’in dolabına hemen koşalım.”

İnsanlar çok defa felaketleri kendileri başlarına getirirler. Her zaman bela bize gelmez bazı bazı biz gidip onu buluruz. Paltolu adam Patlıcan Ahmet’in sözleri ile büyülenmiş gibi hemen onun arkasından gitti.

Boğmaklı Reşide’nin önünde durdular. Patlıcan’ın bir işareti üzerine tacir göğsüne bir el attı. Hamail30 gibi kayışla boynuna asılı kocaman bir meşin cüzdan çıkardı. Mukaddes bir kitap saygısı ile parmakları titreyerek içini açtı. Birkaç yüzlük, ellilik, yirmi beşlik kayme seçti, aldı. Tekrar tekrar hesaptan sonra altı yüzden ne fazla ne eksik olduğunu aklı keserek paraları Ahmet’e uzattı. Başardığı işin neşesiyle gözleri sansar gibi parlayan Patlıcan, kâğıtları birer birer saya saya Boğmaklı Reşide’nin kucağına koydu.

Karı memnun olmayarak, telaşlı, şaşkın yaygaralar ile: “Bu ne?”

Ahmet: “Altı yüz lira…”

“Malımın daha değeri vardı. Kapatıyor musunuz ayol?”

Ahmet işaret parmağını ağzına götürerek karıya susma işareti verip: “Kes sesini… Kısmetin bu kadarmış. Allah’ına şükret…”

Mahfazayı Reşide’nin elinden çekip paltoluya uzatarak: “Al efendi hayrını gör…”

Birkaç adım açıldıktan sonra: “İşte bu, bu kadardır. Gel şimdi arkamdan Hacı Muammer’in dolabına gidelim. Verdiğimiz altı yüz liranın on dakika içindeki yüz kayme faizini alalım.”

Yaptığı kârlı işin çarpıntısıyla hafif bir sevinç baygınlığı geçiren müşteri, bir kazaya uğratmamak için mahfazayı sımsıkı avucunda tuttuğu elini paltosunun en derin cebine indirerek kendisine iyilik yapanın arkasına düşer.

 

Patlıcan Ahmet, kendi peşinden kös kös gelen adamı dolambaçlı, kalabalık yollardan götürür. Sonunda Bedesten kapısına, mezat yerine gelirler. Bin ayak bir ayak üzerinde… On beş kişiye sürtünmeden iki adım ilerlemek kabil değil… Didişme, itişme, kakışma, bağrışma, hırlaşma bir kıyamettir gidiyor. Boğmaklı Reşide’nin müşterisi pek alışık olmadığı bir insan kaynaşması içinde iyilik eden insanı kaybetmemek için serbest kalan elini herifin omzuna atar. Fakat birkaç adım sonra elinin altındaki omuz şiddetle silkinerek kendine döner. Koca burunlu ekşi bir suratla göz göze gelir ve şu azarı işitir:

“Çek elini terbiyesiz, omzumu küpeşte mi sandın? Ne dayanıyorsun?”

Şaşkınlık içinde kalan zavallı tüccar: “Fakat siz Muhammin Sadık Efendi değil misiniz?”

“İşte görüyorsun ki değilim.”

“Nasıl olur bu iş? Ben şimdi onu nerede bulacağım?”

“Ne bileyim ben? Hâlâ söylüyor? Divane midir nedir?”

“Efendi, kızma. Ben buralı değilim. Arkadaşımı kaybettim. Mühim bir işimiz vardı. On dakika geç kalırsak yüz lira kaybedeceğiz. Bedesten’de Hacı Muammer Efendi’nin dolabını biliyorsanız bana salık veriniz.”

“Ben o isimde adam tanımıyorum.” cevabıyla bu aksi adam yürür gider.

Zavallı müşteri oraya sokulur, buraya bakınır. Muammer Sadık Efendi’yi andırır bir surata rastlayamaz. Sonunda düşünmek için Bedesten kapısının sövesi yanında bir yer arar. Arkasını verir, gelip geçenlerden dirsek yiyerek, tellalların, münadilerin bin türlü feryatları içinde zihni bulanarak düşünür.

Muhammin Sadık Efendi’yi kaybetti ise ne zarar? Değerli broşun mahfazasını avucunun içinde sımsıkı tutmuyor mu? Tutalım yüz lira kâr edemese bile onu istediği anda altı yüz kâğıda satamaz mı? Haydi satmayıp da kızına hediye götürmüş olsa bu işten ne zarar edecek? Bundan başka dolap sahibi Muammer Efendi’yle Muhammin Sadık’ı bulmak da olmaz bir iş değil…

Birkaç kişiyi daha Sadık’a benzetir, arkalarından koşar, kollarından çeker. Azar işitir, alaylara uğrar.

Sonra Bedesten kapısının sağ tarafından başlar. Her dolap önünde durarak Hacı Muammer adını tekrarlar. Çoğundan tek bir kelime, sadece bir baş işaretiyle hayır cevabı alır. Bir çıkar kokusu almadıkça insanların kendi cinslerine karşı ne kadar kayıtsız ve hatta insafsız olduklarına şaşar. İki yanlı bütün dolapları dolaşır. Farkında olmadan ilk sorduğu yere ikinci defa olarak yine aynı şeyi sormak için aynı sual ile başvurur. Bütün kafalar hayır cevabıyla ve bu defa daha ekşi suratla yukarı kalkar. Bu ikinci dolaşışta nihayet esnaftan biri sinirlenerek öfke ile sorar:

“Aradığın bu Hacı Muammer kimdir?”

“Ne bileyim ben? Onu siz bileceksiniz.”

“Allah Allah… Senin bilmediğini ben nasıl bilebilirim?”

“Canım, Hacı Muammer, o da senin gibi bu Bedesten’de dolap sahibi… Siz esnaflar birbirinizi tanımaz mısınız?”

“Behey adam, sen ne masal okuyorsun? Otuz beş senedir bu çarşıda dolap sahibiyim. Esnafımızın içinde bu namda bir adam tanımıyorum.”

“Sen tanımıyorsan Muhammin Sadık Efendi pekâlâ tanıyor.”

“Al sana Bedesten’imize büsbütün yabancı olan bir isim daha… Muhammin Sadık Efendi de kim oluyor?”

Dolap sahibinin Bedesten hakkındaki bu bilgisizliğine artık kızmaya başlayan tacir:

“Bu çarşıda otuz beş senelik bir eskilik iddia edip de Hacı Muammer ile Muhammin Sadık’ı tanımamak nasıl olur?”

“Vücudu olmayan kimseleri ben nasıl tanırım?”

“Muhammin Sadık Efendi ile şimdi şurada görüştük. Sadık mevcut olduktan sonra Hacı Muammer niçin bulunmasın?”

“Sen saf bir adama benziyorsun. Hacı Muammer’i ne yapacaksın?”

“Bu İstanbul’da doğru, Müslüman kimselere ‘saf’ diyorlar. Hacı Muammer’i broş işi için arıyorum.”

“Nasıl broş?”

“Şimdi şurada cennetlik hatundan aldığımız…”

“Yanında mı?”

“Evet.”

“Göster bakayım.”

Paltolu adam hâlâ avucunun içinde tuttuğu mahfazayı cebinden çıkararak uzatır:

“İşte…”

Bedestenli kapağı açıp ilk bakışta ince bir gülümsemeyle: “Kaça aldın bunu?”

“Doğru söylersem yine bana ‘saf’ diyecek misin?”

“Sen söyle… Ben diyeceğimi bilirim…”

Karadenizli tacir, Bedestenlinin kulağına eğilerek:

“Altı yüz liraya aldım. Yedi yüze Hacı Muammer’e satacağız.”

Bedestenli dudaklarından fışkıran kahkahayı tutamayarak: “Sana saf demek artık az gelir. Zavallılığını anlatmak için dört ayaklı bir kelime arayacağım.”

“Anlayamadım… Niçin?”

Bedestenli sol elini yumup başparmağı ile işaret parmaklarının kıvrılmalarından peydah olan deliğin üzerine sağ avucuyla patadak vurarak: “Seni işte böyle mantarlamışlar da onun için…”

Tacir büyük bir şaşkınlıkla: “Neremden mantarladılar? Ben hiçbir şey duymadım.”

“Şimdi duyarsın… Bu broş camdır, altmış kuruş etmez…”

Karadenizli birdenbire afallama ile burnundan soluyarak: “Sahi mi dersin?”

“Sana yalan borcum yok…”

Zavallı adam üzerine yıkılmak için yerde bir iskemle arayarak: “Neremden mantarlandığımı anladım şimdicik…”

6

Üç delikanlı karşıdan bu tavcılık faciasını seyrederken Veysi birkaç defa “Şu Karadenizliyi uyandıralım, herifçeğizi fena yakacaklar.” demiş fakat Maşuk’tan: “Bırak sen de… Mademki bu andavallı herif cebinde birkaç yüz lira ve bu akılsız kafasıyla buralarda dolaşıyor, nasıl olsa o, soyulmaya mahkûmdur. Şimdi bu dünyada aldanana, soyulana, yanana, ölene acıyan kaldı mı? Şimdi, herkes ne şekilde olursa olsun her gördüğü maceradan kendine bir pay çıkarmanın yoluna bakıyor. Adaletçilik sana bana mı kaldı? Böyle davalara bakmak için kanunlar yapılmış, daireler açılmış, nazırlar, memurlar tayin olunmuş. Buralarda tavcılar, mantarcılar sürü ile kol geziyorlar. Bunları çarşı polisleri de tanıyor, bekçileri de, esnafı da… Merkezlerin, müdürlüklerin, hapishanelerin bir kapısından girip öbüründen çıkıyorlar. Bu da hatırı sayılır bir meslek şekline girdi. Herifler büsbütün serbest işlerini görmek için neredeyse esnaf tezkeresi alacaklar. Sen elini pantolonunun cebine sokup da bir yoklasana… Bakalım ne tutuyorsun?”

Veysi: “Dün akşam Necibe’den birkaç kuruş vurdum ama bugünlerde pek tırılım.31 Cebime sokunca elime geçecek şeyi ben bilirim, söyletme.”

Muhsin: “Benden de al o kadar…”

Maşuk: “Karşımızda beş altı yüz liralık bir dalavere dönsün de hayvan gibi seyirci kalıp biz buna parmak sokmayalım! Yazık bizim gençliğimize, şehirliliğimize, açıkgözlülüğümüze… Böyle bir iş karşısında polislik vazifesine kalkışmak ahmaklıktır… Lüpe bakalım yavrum… Var mı çırpıntı? Var mı anafor? Var mı aşırıntı? Şurada birini soyuyorlarmış. Koş hırsızı yakala… Neme lazım benim vurayım vurulayım! Polisin işine karışıp da ne alacağım? Bu herifler az mı polis yediler? Ben yaralanırsam büsbütün kim vurduya giderim. Bu asırda asri kafa lazım. Yoksa bayır turpu gibi dikilirsin baş aşağı kozalaklı tarlaya…”

Muhsin el çırparak: “Anlayana sivrisinek sazdır, anlamayana davul zurna azdır. Evet, laflarının ehemmiyetini çakıyorum. Her ne olursa olsun evvela ceplerimizi, sonra karınlarımızı doldurmalıyız. Bunun için kâinatı bu gözlük altından görmek icap eder.”

Veysi: “Öyle olsun, kabul ettik. Söyleyiniz bakalım bu mantarcı alayına nasıl çatıp da kârına ortak olacağız?”

Bu üç delikanlı konuşmaya giriştiler. Belki dağ başlarında en azılı çetelerin çekirdekleri işte böyle meydana gelirdi.

Karadenizliye cam broşu altı yüz liraya çaktıktan sonra mantarcılar polisin peşlerine düşmesinden kurtulmak için hemen dağılmak üzere iken Maşuk:

“Şimdi ne yapalım? Üçümüz de bunların arkalarından giderek her birinin ayrı ayrı peşlerine mi düşelim?”

Veysi: “Hayır. Paralar Boğmaklı Reşide’de. Ötekiler bu cennetlik hatunun peşinden gitmek zorundadır. Önce nereye dağılırlarsa dağılsınlar, sonra hepsinin bir yerde toplanacakları muhakkak.”

Muhsin: “Ben öyle sanmıyorum.”

Veysi: “Ne demek istiyorsun?”

Muhsin: “Paralar Patlıcan Ahmet’te.”

Veysi: “Sözü uzatmaya vakit yok. Öyleyse sen bizden ayrıl. Patlıcan’ın peşine takıl. Fakat herif çekirgeye benzer. Peşine düştüğümüzü anlarsa bizi bir paraya satar.”

“Zor satar. Tavcılıkta onun kadar emeğim yok ama aklım daha ziyade erer, gözlerim daha ziyade seçer, bacaklarım daha iyi seker. Nerede olsa kaçırmam, enselerim, tayyareye atılsa billahi ayaklarından asılır, salıvermem.”

Muhammin Sadık Efendi, namıdiğer Patlıcan Ahmet, bu yüzlü astarlı tavcı, Bedesten Kapısı’nda Karadenizliyi kolayca sattıktan sonra hemen Boğmaklı Reşide’nin arkasından yetişerek vurgun parayı onunla çarçabuk paylaşmıştı. Muhsin’in iddiası bu idi. Ötekiler bu iddiayı kabul etmeyerek paranın tamamıyla Boğmaklı’nın yanında bulunduğu hakkındaki kanaatlerinde inat edip duruyorlardı. Onun için Muhsin, Patlıcan’ın arkasından gitti. Maşuk ile Veysi, cennetlik hatunun adım adım peşine düştü. Şehla Safinaz ile Moloz Agâh’ın nereye savuştuklarına hiç ehemmiyet vermediler.

Reşide, biraz evvel oynadığı ağır vücutlu kocakarı rolünün tersine çelik bacaklı bir tulumbacı kesildi. Kuvvetli adımlarla kalabalığı yararak koltuğunda ufacık bir bohça ile kaçıyordu. Çarşının yan sokaklarından Kalpakçılarbaşı’na çıktı.

Maşuk ile Veysi kaçak kadını daima ortalarında bulundurmak için caddenin iki yanında yürüyorlardı.

Karı bir dalga gibi çarşıyı boyladı. Dışarı çıktı. Nuruosmaniye Camisi’nin kapısından içeri girdi. Hemen sağa döndü. Umumi helaların birkaç basamak kirli basamaklarından atlayarak dışarıya ağır bir pis koku dağıtan kapıdan içeri girdi.

Her eski şeyi altüst eden zamanın hâli, erkekler için olan helalara kadınların girmelerine engel olan utanma ve âdeti de yavaş yavaş ortadan kaldırıyordu. Buralara birkaç zamandır kadınların da aynı işi görmek için girdikleri görülmeye başlanmıştı.

Veysi telaşla arkasına yaklaşarak “Boğmaklı’nın buraya sıkışarak girmediğine eminim. Görürsün bir şeytanlık yapacak… Sen burada kapı önünde bekle, ben içeri gireyim. Karı lağımdan fare gibi kaçmasın.” dedi, hemen yürüdü.

Reşide, genç ihtiyar, elleri uçkurlarında birkaç erkeğin arasından geçerek ta köşedeki loş helaya koştu. İçerisini tamamıyla örtemeyen o yarım murdar tahta kapıyı üzerine kapadı. Öteki helalar tekmil dolu idi. Oraya önce gelenlerin sırasına göre bekleyenlerin arasında Veysi nöbet bekliyordu.

Caminin yapıldığı zamandan beri birikmiş olan o dayanılmaz kokuyu önlemek için yenilenmesi düşünülmeyen o eski kuburlardan taşan kusturucu hava nefesleri tıkıyor, gözlere yaş getiriyordu.

Buradan uçuşan sinek alaylarının yakınlardaki aşçı ve tatlıcı dükkânlarına yayılarak sağlığa aşıladıkları gizli hastalıklar, felaketler işle alakalı olanlardan acaba şimdiye kadar kaç kişinin aklına beş dakikalık bir yorgunluk vermiştir? Eski yapısının mimarlıkça olan güzellik büyüleriyle Pierre Lotileri coşturan güzellikleri yanında İstanbul’umuzun böyle burun tıkatacak eski zaman murdarlıkları da vardır.

Böyle yüksek din yapılarımızdan pek azı vardır ki avlularından geçtiğimiz zaman görünüşleriyle gözlerimize nurlar, kalplerimize inşirahlar32 dolarken helalarının zehirli havasından kurtulmak için adımlarımızı sıklaştırmak zorunda kalmayalım! Çünkü o eski sistem kenefler geniş bir çapta etrafın havasını bozup gitmektedir. Bazı bulaşıcı hastalıklar zamanında belediyelerimiz bu pis koku kaynaklarına birkaç kantar kireç mahlulü serpiştirmekle zararın önünün alınabildiğini sanırlar. İşte bu da ihmalciliğimizin en belli ve iğrenç bir örneğidir. En korkunç yaralarımıza bir parçacık merhem sürüp geçmek bizim en iyileşmez eski bir hastalığımızdır.

Sonunda bu iğrenç kovuklardan birinde bir boşalma oldu. Veysi yalancıktan bir sıkıntı telaşıyla pantolonunun önünü karıştırarak hemen içeriye atıldı. Pislikle karışmadan kapkara abanozlaşmış kapıyı örttü. Korkunç bir pislik uçurumu üzerine açılan çatal taşın iki yanına bacaklarını ayırdı. Yan duvarlarının bulantı veren nakışları ve baş döndürücü fena bir koku ortasında çömeldi. Öteki keneflerdeki adamların duruşlarını taklit etti. Kapının hayli geniş olan bir ek yerinden Boğmaklı’nın girdiği yer görünüyordu. Gözlerini oraya dikti. Fare deliği bekleyen kedi gibi uzun bir beklemeye katlandı. Beş dakika, on dakika, bir çeyrek geçti. Reşide kovuğundan çıkmıyordu. Bu zaman içinde iki yan komşu hela boşaldı, doldu. O burun dayanmaz kokuya trampetli, borulu, zurnalı iğrenç mızıka sesleri de katıldı. Veysi’nin burnu, kulakları, gözleri, hemen hemen her azası ayrı ayrı acı içindeydi.

 

Kendi kendisine “Vay tabiatının göbek taşına becerdiğimin cadısı vay; İskeçe tütünü gibi tarlasından hoşlandı!” nakaratıyla küfürleri salıveriyordu.

Gözlerini oradan ayırmıyor fakat o murdar kalın kapının arkasından karının hiçbir yaptığını seçmek kabil olmuyordu. Acaba rüzgâr gibi kapının alt aralığından esip gitti mi, yoksa keme sıçanları kolaylığıyla kuburdan kerize dalarak mı savuştu? Öyle yerde bu uzun kalmanın manası ne olabilirdi?

Veysi yine kendi kendisine, bir kadının erkekler helasına girmesi garip görüleceği için öteki abdesthanelerin birkaç defa dolup boşalarak kendisine dikkat edenlerden kimsenin kalmamasını beklediğini düşündü.

Delikanlı bulantıya dayanamadığı için yine söyleniyordu:

“Orası senin ebedî istirahatine layık bir yer ama ben burada kokuya dayanamıyorum, etrafımın renklerinden sarılığa uğrayacağım.”

Sonunda Boğmaklı’nın kabine kapısı açıldı. Fakat şaşılacak şey… İçeriden çıkan Tavcı Reşide değildi. Veysi, kendisinin yanlış görme hadisesine uğramış olmasından şüphelenerek gözlerini ovuşturduktan sonra açabildiği kadar genişleterek baktı.

Bu, Reşide değildi, hiç değildi. Evvela Reşide kadın, bu ise erkekti. Şaşırtıcı büyük fark buradan başlıyordu. O helaya Reşide’nin girdiğine delikanlının hiç şüphesi yoktu. Ama karı, kozaya tırtıl girip kelebek çıkan mahluk gibi yirmi, yirmi beş dakika içinde nasıl bir değişmeye uğradı? Yahut ki Boğmaklı’nın oradan çıkıp abdesthaneyi bu herife bıraktığının Veysi nasıl farkına varamadı?”

Çocuk meraktan çatlayacaktı. Ama yine mantarcı karının değişerek erkekleşen bu şekline dört gözle bakmaya başladı.

Bu, küfeli satıcılara benzeyen şalvarlı, saltalı, kalıpsız geniş fesinin üzerine yemeni sarılı, kısa, tıkız, buruşuk yüzlü köse bir herifti.

Bu köselik Veysi’nin gözlerini fal taşı gibi açtı. Bu kuru üzümcü kıyafeti altında Reşide’nin yüz çizgilerini tanıdı. Avını kaçırmamış olduğuna sevindi. Hemen arkasından fırladı.

Erkek Reşide’nin koltuğunda yine ufak bir bohça vardı. Kâh zenneye kâh erkeğe çıkan bir orta oyuncu gibi kıyafet değiştirme urbalarını beraber taşıdığını anladı.

Helalarla herkesin yüzünü duvarlara döndüğü işeme yerlerinin arasından yürüdüler. Basamakları indiler. Maşuk birkaç adım ileride duruyordu. Arkadaşını görünce ona doğru yürüyerek: “Hani ya karı?”

Veysi parmağını dudağına götürüp sus işareti verdikten sonra önde giden erkek Reşide’yi gösterdi.

Bunun ne demek olduğunu anlamayan Maşuk, nedir gibilerden başını sallayarak soruyordu. Veysi, ona yaklaştı.

Ağzını kulağına vererek: “Görmedin mi?”

“Kimi?”

“Karıyı.”

“Yok…”

“İşte, önümüzde gidiyor.”

“Bu bir erkek yahu.”

“Reşide Hatun şimdi Reşit Ağa oldu.”

“Nerede kıyafet değiştirdi?”

“Kenefte be… Böyle artistin layığı öyle tuvalet odasıdır.”

“Yanılmayasın Veysi?”

“Reşide oraya kadın girdi, erkek çıktı. Gözümü hiç ayırmadım. Kuş uçsa farkında olurdum. Nuruosmaniye lağımlarıyla bu tavcıların evleri arasında bir tünel varsa onu bilmem.”

29Lakırtı beynimizde: Laf aramızda. (e.n.)
30Hamail: Omuzdan çapraz olarak bele inen bağ, hamaylı. (e.n.)
31Tırıl: Beş parasız, züğürt. (e.n.)
32İnşirah: Ferahlık, gönül açılması. (e.n.)