Can Pazarı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

3

Üçü de Kaspar Ağa’nın bozuk şarabıyla lokantadan oldukça çakırkeyif çıktılar. Bir sıraya kol kola girdiler, fesleri eğdiler. Bir şeyler aramaya gidiyorlar; “bir para” diyenin üstünde kalacaklardı.

Rastladıkları birkaç kadına sulandılar, kendi hâlinde giden bir iki kişiye omuz vurdular.

Kuyumculardan geçerken camekânlarda pırıldayan gerdanlıklara, broşlara, bileziklere, küpelere, yüzüklere bakarak Maşuk dedi ki:

“Memlekette emniyet yok, emniyet yok diyorlar. Bu iddiaları doğru olsa yüzlerce lira değerindeki bu elmaslar böyle pırıl pırıl sokakta durur mu?”

Muhsin, dirseğinin ucuyla arkadaşının böğrünü kakıştırarak: “Ulan, böyle hıyar gibi laf etmesene…”

“Hıyar ile lafımın arasında ne benzerlik buluyorsun bal kabağı?”

“İkisi de tuzlanmadan yenmez.”

“Tuzlayayım da buyur bakalım, lafımı nasıl tenavül11 edeceksin göreyim.”

“Elmaslar sokakta değil, cemekânın içinde duruyor.” “Camekân nerede duruyor?”

“Dükkânın önünde…”

“Dükkânın önü nerede duruyor?”

“Ananın örekesinde…”

“Anamı lafa katarsan işe ben de babamı sokarım.”

Veysi ikisini de omuzlarından tartaklayarak: “Haydi be… Haydi be… İkiniz de zedagânlığınızı12 şimdi meydana koyacaksınız. İnsanlıktaki çeşidinizi ben biliyorum, yetmez mi? Çarşı halkına karşı bunu göstermekten ne şan kazanacaksın?”

Çabuk barışırlar. Şimdi sadece barışmaya da kanamayarak muhabbetlerini perçinleştirmek için birbirlerine sarılıp öpüşürler.

Kuyumcular Çarşısı’nın ortasından giderlerken Yeşildirek Muhallebicisi tarafından “Yaşasın!” sesi gelir.

Üçü birden ellerini havaya kaldırarak gür sesleriyle bu avaza katışırlar:

“Yaşasın… Yaşasın… Yaşasın…”

Halk, “Ne var? Ne oluyor?” gibilerden birbirine bakışır. Kimse bu ansızın olan coşkunluğun neden ileri geldiğini anlayamaz.

Yan yana giden iki efendiden biri bu bağıranlardan sorar:

“Hayır ola evladım, iyi bir şey oldu inşallah!”

Veysi: “Dün hacının aylığı çıktı. Biz bugün lokantada tıkındık, Agavni’nin elinden birkaç kupa şarap atıştırdık. Bundan daha iyi ne olabilir?”

Efendi: “Yaşasın diye bağırıyorsunuz da…”

Muhsin: “Elbette… (Eliyle muhallebici tarafını göstererek) Oradan gelen sese cevap verdik. O ‘Yaşasın!’ diye bağırırken biz ‘Ölsün!’ diyemeyiz ya?”

Karşı karşıya dükkânlardan iki kuyumcu Ermeni:

“Karabet Ağa!”

“Bundayım (buradayım)…”

“Kırmızı baryağın hazırdır?”

“He, içerde alesta durayor.”

“Çek dükkânın önüne…”

“Ne var ki?”

“Yine uğurlu bir iş olmuş. ‘Yaşasın!’ bağırorlar.”

“Türkler için uğurlu olan bize uğursuz gelir, bilmezsin?”

“Ağzının kaytanını çek, eski vakitler geçti.”

“…”

“Sus ol diyorum sana… Luit Corç13 düştüyse artık bizi (bizim) için Yavropa’da (Avrupa’da) bıngır bıngır patırtı edecek kimse kalmadı.”

İki efendi birbirine:

“Ah birader, ah…Tarihin dönüm yerindeyiz.”

Muhsin, bu yanık konuşmayı işiterek: “Duydunuz mu?”

Ötekiler:

“Neyi?”

“Tarihin dönüm yerinde imişiz.”

Maşuk: “Ne demek o? Ben bu lafı gazetelerde de okuyorum, bir şey anlamıyorum.”

Muhsin: “Ulan avanak, bilmiyor musun? Sultan Ahmet’teki dönüm yerinde şimdiye kadar kaç tramvay arabası devrildi. Otomobiller hep dönüm yerinde adam çiğner, birbirine çatar. Vapurlar hep Sarayburnu’nda çarpışır, karaya oturur. Yankesiciler hep Karaköy’ün poğaçacı köşesinde iş görürler. Ne bela çıkarsa dönüm yerlerinde çıkar.”

Maşuk: “Kuyumcuların camekânlarından bahsediyordum, lafımı kestiniz.”

Muhsin: “Kuyumcu değiliz, elmastan çakmayız. Mücevher alacak paramız yok. Kuyumcu camekânlarıyla ne alışverişimiz olabilir? Bunlar ziynet eşyasıdır, karın doyurmaz.”

Maşuk: “Karın doyurmaz mı? Vay andavallı… Ulan, kaç yüz zavallı aç bunlara bakıp da içini çekiyor, biliyor musun?”

Muhsin: “Karnım açken bir pırlanta iğneye ne kadar baksam ağzım sulanmaz. Parasız günlerimde bir döner kebabının önünden geçerken kokusuyla bayılırım. Onun yağlarıyla beraber benim de dudaklarımdan şıpır şıpır salyalar damlar.”

Veysi: “Tarikat-ı kebabiyeden14 bu yanık Mevlevi’ye benim de ağzım sulanır.”

Muhsin: “İnsan bir şeye imrenince niçin sulanır?”

Maşuk: “Lafımı kesme be…”

Veysi: “Zaten döner kebabının kokuta kokuta sokakta pişirilmesinin hikmeti herkesi imrendirip de yedirmek içindir.”

Maşuk: “Paraları olup da imrenenler iştahtan depreşen midelerinin isteğini yerine getirirler. Fakat mangiz tutmayanlar?”

Muhsin: “İçlerini çekip salyalarını yutarak geçerler.”

Maşuk: “Biliyor musun, sokaktan geçenlerin içinde kaç kişi kebap yiyor? Kaçı salya yutup yürüyor?”

Muhsin: “Bilmez miyim? Tecrübesini kendimde yapıyorum. Ayın iki gününde kebap yiyebilirsem yirmi sekizinde tükürüğümü yutup geçerim.”

Maşuk: “Sen yine ayda iki üç defa yiyebiliyormuşsun. Senede iki gün yiyemeyenler var.”

Muhsin: “Ben, İstanbul’da parasızlıktan hiç otomobile binmemiş, sinema görmemiş kimseler tanırım.”

Muhsin: “Karpuzu, kavunu ancak süprüntülüklerde kabuk bulup yalamakla tadan sefil çocuklar var.”

Maşuk: “Şimdi camekânın içinde gördüğünüz şu gerdanlık kaç açın karnını doyurur, insana kaç yüz porsiyon döner, ne kadar kâse sütlaç, keşkül-i fukara, ekmek kadayıfı, baklava yedirir? Kaç Agavni’nin budunu sıktırır? Otomobil ile insanı kaç yüz kilometrelik mesafelere uçurur? Daha neler yaptırır, neler yaptırır…”

Muhsin: “Evet… Evet… Bu gerdanlıkta insana bu kadar hazlar, zevkler, lezzetler veren bir kuvvet, bir tılsım var.”

Veysi: “Ne yapalım ki böyle bir gerdanlığı ne anam taktı ne büyükanam… Ne teyzem ne halam… Onlardan bana miras kalmadıktan sonra ben nereden bulacağım? Kuyumcu dükkânı soyacak değiliz a…”

Maşuk eğilip bir kolunu boynuna doladığı Veysi’nin ta göz bebeklerinin içine bakarak:

“İcap ederse anam babam…”

Muhsin: “Ne demek istiyorsun?”

Maşuk: “Zengin herifin biri bu elması buradan alacak, hoşlandığı bir karının gerdanına takacak.”

Muhsin: “Ah anam…”

Maşuk: “Karı kırım kırım kırıtacak… Ötesini anlarsın ya…”

“Anladık… Ballandırma. Damarlarım şaha kalkıyor.”

Muhsin: “Sen hoşlandığın karıya ne takarsın ulan?”

Veysi: “İki sarımsağın ortasına bir kırmızıbiber…”

Muhsin: “Bu yılbaşında sen aftosa ne taktın?”

Veysi: “Benimki Rum’dur. Salyangozdan hoşlanır. Onun hediyesi bir sümüklü böcektir.”

Maşuk: “Zevzeklik ediyorsunuz, bana laf söyletmiyorsunuz.”

Muhsin: “Ulan deminden beri şaşkın bakkalın tarator havanı gibi ağzın işliyor da yine laf söylemedim diyorsun.”

Maşuk: “Birisi Bolşevik kitabında okumuş, bana anlattı. Ben de bize geçecektim.”

Veysi: “Aman yekûn çek… Bizim kocakarının nasihati, dişsiz hocanın vaazı, pepeme profesörün konferansı kanıma dokunur.”

Maşuk: “Böyle şeylere ‘nazariye’ diyorlar.”

Muhsin: “Yok ulan, ‘prensip’ diyorlar.”

Veysi: “Nazariye, göz ile görülen şeylere diyorlar, prensip görülmeyenlere…”

Muhsin: “Gümmmm… İşte bu da attı. İçimizde feylesof yok ya yalanını çıkaracak! Ben Altay Rüştiyesinin yağmur borusundan icazetle çıktım.”

Veysi: “Ben Kaptan Paşa Mektebinin çöplüğünde mantar gibi boy attım.”

Maşuk: “Kendinizi bana mı anlatacaksınız be? Bırakınız martavalı size laf söylüyorum.”

Muhsin: “Haydi be ne yumurtlayacaksan yumurtla…”

Maşuk: “O karı gerdanlığı birkaç defa taktıktan sonra ya dolabına ya sandığına ya çekmecesine atacak.”

Veysi: “Ulan hâlâ mı gerdanlık? Şimdi gerdanına sövdürürsün billah…”

Muhsin: “Hangi karı bu? Anlayamadım.”

Maşuk: “Prensip söylüyorum, göz ile görülmez. Mevcut bir karı değil.”

Veysi, Maşuk’un burnuna bir fiske savurarak: “Ulan aval, mevcut olmayan bir karının gerdanlığı olur mu?”

Muhsin: “Masal söylüyormuşsun da başlarken niçin ‘Bir varmış, bir yokmuş…’ demedin?”

Maşuk: “Masal değil ulan prensip söylüyorum…”

Veysi: “Üfürmüşüm ben böyle prensibin içine…”

Maşuk: “Dinleyiniz be… Bakınız ötesi ne tatlıdır! Bolşevik prensibi söylüyorum.”

Muhsin: “Bolşeviklerin prensiplerini yiyen Ruslar buraya can attılar. Tadını onlardan sormalı…”

Maşuk: “İşte bu Kuyumcu Çarşısı’nda gördüğünüz bu kadar elmaslar, güzel, oynak karılara süs olmak için burada nöbet bekliyorlar. Avuç avuç liralar pırlanta şeklinde kadınların kollarında, göğüslerinde, başlarında pırıl pırıl ışıldayacak, karı düşkünü birtakım heriflerin gözlerini doyuracak, kalplerini çarptıracak, kanlarını ateşleyecek, sen ancak ayda iki defa döner kebabı yiyebileceksin. Senden daha zavallıları hiç ağızlarına koyamayacaklar. Ulan, bir kere düşününüz, parasızlıktan haftalarca döngel orucu tutan betleri benizleri toprak rengi bağlamış, sararıp solmuş bunca zavallılar var iken on bin, yirmi bin liranın zengin fakat kalpsiz bir herifin gözlerini nurlandırmak için fındıkçı bir karının gerdanına asılıp kalmasının ne demek olduğunu bir kere aklınızla şavullayınız!”15

 

Muhsin düşünmek için biraz somurtarak: “Ulan sahi be…”

Maşuk, ateşini arkadaşlarına aşılamaya uğraşır bir gayretle: “Şimdi bu camekânlarda gördüğünüz bütün elmaslar senin, benim, bizden daha ziyade açların, hapsedilmiş haklarımız, rızıklarımızdır.”

Muhsin: “Bu senin söylediklerin prensip mi?”

Maşuk: “Prensip… Çünkü camekânlardaki elmaslar göze görünür. Fakat onların senin, benim gibi kese ve karınları boşların hakları oldukları keyfiyeti görünmüyor. Bu ince racon kafana dank dedi mi?”

“Ama iyice katalaviz?”16

“Katalava…”17

Maşuk ciddi, düşünceli bir tavır almaya uğraşarak: “Bu dünyada insanlara hâkim olmak için iki şey vardır. Bunlar nedir, bilir misiniz?”

İkisi birden:

“Biliriz. Birincisi para, ikincisi yine para…”

“Bilemediniz. Birincisi kuvvet, ikincisi kurnazlık… Para, insana bu iki şeyden sonra gelir. Kuvvetle kurnazlık bir adamda birleşirse dünyayı altüst eder. ‘Kurnazlık’ yani herkesi aldatarak işini görmek… Bu dünyada en adi bir tavcıdan en yüksek bir politikacıya kadar bütün insanlar birbirlerini aldatarak işlerini yürütebilirler. Kuvvet sahibi olursan zayıfın suratına yumruğu indirip ağzından lokmayı daima alabilirsin. Bu zorla almanın dağda ve şehirde iki şekli vardır. Dağdaki pek sadedir. Kaplanla ceylanın, kurtla koyunun arasında olduğu gibi normal kuvvet kanununa bağlıdır. Şehirdekine ‘kanun dairesinde’ hile ve kurnazlık karışır. İyi avukat olmayan, davasını becerikli vekillere vermeyen her vakit hakkını kaybeder. Kanunların birçok lastikli yeri vardır. Bu öyle bir kuvvettir ki onu ellerinde kullananlar lazım olunca istedikleri gibi eğip bükmek ustalığına sahiptirler. Kanunun korunmasına sığınarak pek adi bir tefeci evire çevire istediği gibi senin derini soyar.”

Muhsin: “Ulan, bu kadar avukatça lafları nereden öğrendin? Kanun manun karıştırıyorsun. Sen evvelden masraf pusulasını doğru okuyamazdın. Kaç defa gül şurubunu kel şurubu okudun!”

“Ulan ben kanundan çakmaz mıyım? Babam adliyede değil mi?”

“Baban adliyede ise mahkeme reisi değil ya zavallıcık bir mübaşir… ‘Apukatlık’ öğrendinse büyük anamın mahalle mundarından (muhtarından) alacağı var, istedikçe herif ıvır zıvıra kaçıyor, türlü martaval okuyor, âdeta bizi hapse attırmakla korkutuyor. Şunu içeri ver Allah aşkına. Seni bir akşam Mariçe’nin karyolasında çift yatırtırım.”

“Dur be… Lafımı bitireyim. Evet, bu dünyada nereye gitsen senden kuvvetli, senden kurnazının elinde uşak olursun.”

Muhsin yumruklarını sıkıp pazılarını göstererek: “Neye uşak olayım? İşte ben kuvvetliyim.”

Maşuk: “Ulan, öyle kuvvet ayıda da var. Siz zannediyorsunuz ki beş on senedir muharebe hudutlarda oluyor. Hayır, muharebe her gün şehirlerde halkın arasında oluyor. Herkes sabahtan akşama kadar birbirini aldatarak yaşıyor. Bakınız şu ihtiyar kuyumcuya… Elindeki mahfazayı karşısındaki genç müşteriye ne kadar ballandırarak yutturmaya uğraşıyor. Kıvrık çenesinin üzerinde çürük dişleri seçilen pörsümüş ağzı müşteri kandıracak yalanlara o kadar idmanlı ki sözleriyle karşısındakini düpedüz efsunluyor. Biraz ötede elinde sepetle giden herif, ‘Âlâ tereyağıyla badem içiyle mis gibi kurabiyelerim birer kuruşa… Bir alan beş daha alıyor…’ şatafatıyla bağırıyor. Hiç bu zamanda halis tereyağıyla badem içiyle yapılmış kurabiyelerin tanesi kırkar paraya verilebilir mi? ‘Bir alan beş daha alıyor.’ demesi yanılıp da bir kere alanın bir daha semtine uğramadığı içindir. İşte böylelikle günde kırk elli kişi aldatsa geçinip gider. Çarşı esnafı içinde değil, en samimi dostlar, en aziz akraba arasında bile iş böyledir. Şimdi şurada bize sürtünerek geçen adamların içinde birçok haydut vardır. Şu anda eşkıyalıklarını yapmakta bir çıkarları olamayacağı için bize namuslu gözükürler. Fakat şimdi senin üzerinde beş yüz lira taşıyarak gayet tenha bir semtten geçtiğini sezseler kamalarıyla ciğerini delip paraları aşırırlar.

Çok paran olduğunu değil konuna komşuna, anana babana, öz kardeşine bile sezdirmek tehlikelidir. Sana ruhça en yakın olanı karın değil mi, paran için seni öldürmeye kalkmasa bile hemen birçok masraf kapısı açar. İşte görülüyor ki bütün insanlar en yakın hısım akraba arasında bile birbirine karşı birtakım katakulli ile yaşıyorlar. Bolşevikler, insanlar arasından bütün bu hile ve hurdaları kaldırıp açık ve dümdüz yaşamak istiyorlarmış. Artık zengin, fakir, aç, tok olmayacakmış. Zenginlere mahsus olan güzel karılar bizim gibi yiğitlere taksim edilecekmiş…”

Muhsin, iki avucunu birbiri üzerine şiddetle şaklattıktan sonra hızlı hızlı ovuşturarak: “Oh ne âlâ be… Ben Bolşevik oldum gitti…”

Veysi: “İnanma arkadaş be inanma… Geçen günü Bedestenli’nin oğlu yok mu İsmail Fahri, Darülfünun’a gider, o çocuk çok okumuştur. Frenk gazetelerini de fan fin fan fin, vallahi gâvur gibi söküyor. İşte o, kahvede anlatıyordu. Bolşeviklerin attıkları hep kantin imiş. Dünyada hep zenginlerin köküne kibrit suyu ekmişler, paralı adam kalmamış, herkes fakir düşmüş. Aç, tok olmayacakmış, çünkü herkes aç kalmış. Yüksek fiyatlı sefahat, süs eşyası alınıp satılmayacakmış, bu da doğru. Zira kiliselere varıncaya kadar nerede altın, gümüş, mücevher varsa yağma etmişler. Güzel karılara gelince, ortada para olmayınca canları kimden hoşlanırsa kendilerini ona sevdirirler. Yine o çocuk, İsmail Fahri, dedi ki ‘Her memlekette dünyanın düzeni bozuldu, artık hiçbir usul ve idare eskisi gibi süremez. Şimdi okumuş akıllı adamlar buna bir çare arıyorlar.’ ”

Muhsin: “Oh canım, okumuş akıllı adamlar bu işe bir çare buluncaya kadar cahil akılsız adamlar hep açlıktan mortoyu çekecekler.18 Tabii, senin benim gibi ne kadar akılsız, parasız, ipsiz kopuk varsa bu morto defterinde kayıtlı fedai sayılır. Maşuk’un söylediklerinden çoğu doğrudur. Akıllarımızı başlarımıza toplayalım, zekâca kendimizden bir gömlek aşağısını vurmalıyız.”

Vaktin pratik felsefesine uydurmak için kendi kendilerine ahkâm çıkaran bu üç serseri, Agavni’nin elinden attıkları bozuk şarabın neşesiyle kâh öpüşerek kâh yumruklaşarak kol kola yürüyorlardı. Çarşıiçi’nden Mahmut Paşa Caddesi’ne karşı duran Yeşildirek Muhallebicisi’nin karşı köşesindeki kebapçıyı geçer geçmez Maşuk dedi ki:

“Bakınız, bakınız… Hımhım Osman, Moloz Agâh, Patlıcan Ahmet, Boğmak Reşide, Şehla Safinaz, alayıyla hepsi orada… Galiba birbirlerini tavlıyorlar.”

4

Tavcıları alargadan19 seyretmek için üçü de sokağın biraz ötesinde, karşı tarafta ayrı ayrı yerlerde durdular.

Tavcılar, kadın erkek baş başa mühim bir müzakerede bulunduktan sonra ağır ağır her biri bir tarafa dağıldı.

Boğmaklı Reşide kırk sekizlik, ellilik, yuvarlak vücutlu, tümsek burunlu, siyah, iri, çukur, kartal gözlü, çıkık, geniş alınlı bir kadın… Dişi ağrıyor gibi koyu neftî çarşafının altından yumru çenesini bağlamış, ayağında ağır mest kunduralar, elinde kırmızı bir çıkın ve yorgun, bitik, matemli bir tavır ile kapalı dükkânlardan birinin peykesi üzerine oturur. Bön, saf, acemi, korkak bakışlarla etrafına ağır ağır göz gezdirir.

Bütün hareketlerinde üç ayları tutan, türbeden türbeye, camiden camiye, mevlitten mevlide dolaşan, dünya işlerine alışık olmayan pek beceriksiz bir hacı kadın hâli var. İkide birde bakmak için koynundan iri gümüş saatini çıkarırken hırkasının üzerine bağladığı kuşağına asılı kocaman taneli tespihini gösterir. Herkese açılmaz ehemmiyetli bir işi, sanki içini yiyip bitiren acıklı bir derdi olduğunu anlatıp duyurmak ister gibi gelip geçenlere melul melul bakınır. Saflığına acındırır. Koruma dilenir gibi ezilmeler, büzülmeler yapar.

Sonunda Yağlıkçılar’dan doğru inen geniş yoldan çakşır20 üzerine uzun paltolu, göğsü kat kat gümüş köstekli, tablalı fesinin kenarına unnabi21 yemeni sarılı, orta yaşlı babayani bir adam gözükür. Ya koyun celebi22 yahut Karadeniz’den ufak yelkenlilerle kömür, odun ve bunlar gibi şeylerin ticaretini yapan, malını sattıktan sonra memleketine dönen toptancı bir tacir… İstanbul’un akıl ve hayale gelmez dolandırıcılık şeytanlıklarından bütün habersiz bir adam…

Boğmaklı Reşide avını ilk bakışta tanıyarak hemen yapmacık sesinin bütün yumuşaklığıyla: “Baksanıza efendi birader, ta Mevlanakapı’dan geliyorum, ihtiyar bir kadınım amma, yol bilmem, alım satımdan anlamam. Bir felakettir başıma geldi. Damadım şehit oldu, kızım iki çocukla kaldı. Üçüncüsünü doğururken o da kocasının şehitlik rütbesine erdi. Onu benden ziyade seviyormuş, yanına gitti. Bir iki malım var ama eserip beseremiyorum. Bön bir kadıncağızım, bir şeyciğe aklım ermez. Kızımdan bir broş kaldı, ben bundan sonra elması ne yapacağım? Gözüm görmek istemiyor, fena oluyorum. Ah, evlat acısını Allah kimselere vermesin. Düğünde seyranda merhume yavrum takardı. Benim için pek kıymetli bir yadigâr ama çocuklara ekmek lazım. Satmaya getirdim. Ah efendi kardeşim ben daha böyle neler sattım, iki gözüm Müslüman adam, ayıp değil ya, gözü kapalı büyüdüm. Anlamıyorum, malları elimden kapatı kapatıveriyorlar. Dünya düzenbazlarla dolu… Şimdiki kâğıt paraların kıymetlerini bile seçemiyorum. İki buçuk liralığı var, beşliği var, onluğu var, yirmi beşliği var, var oğlu var. Ah, efendiciğim senden çok rica ederim, şunu satarken beni gözetiver. Hak yanında iyiliğin zayi olmaz. Allah sana Kâbe sevabı verir.”

Boğmaklı Reşide rolünü emsalsiz oynayan büyük bir sanatkâr ustalığıyla gerekli hâllere girerek canlandıra canlandıra bu çenebazlığı ederken yavaş yavaş elindeki çıkını çözer, içinden bir mahfaza çıkarır. Kapağını açınca koyu lacivert kadife zemin üzerinde ufak kıtada23 bir broş parıldar. Çarşının loşluğu içinde pırıl pırıl tacirin gözünü alır. Saf adamcağızın gönlünde hemen, gelinlik kızına böyle kıymetli bir hediye götürmek isteği uyanır. Fakat bu iştahını kadına pek belli etmemek kurnazlığına kalkışarak birkaç defa yutkunur, bir şey söylemez. Fakat Boğmaklı Reşide herifin gözünün elması tuttuğunu hemen anlar, mahfazayı biraz geri çekip uzaktan ışıldatarak:

 

“Bak efendi bak, mal kendini gösteriyor. (Birkaç defa geniş geniş geğirerek) Ööö… Merakım kalktı, bu elmas yavrucağımın başında da böyle par par parıldardı. Son defa Ferit Paşa’nın düğününde taktıydı. Ah ah… Bu ölümün ettiğini kimse etmiyor. Yalancı dünya bir varmış bir yokmuş… Ah ah… Kızımı görmüş gibi oldum. İçimi bir ateş sardı. Ben böyle değerli bir yadigârı hiç satar mıyım; ama ne yaparsın, bu yoksulluğu görüyor musun? Kör boğaz her gün yiyecek ister… Bu zamanda satan hep aldanıyor, alan kâr ediyor. Bari şu broş bir helalzadeye düşeydi.”

Reşide broşu karşıdan ışıldata ışıldata böyle binbir yalanın belini bükerek sonunda tüccarı efsunlar. Adamcağız sorar:

“Hanım, bu elmasa ne istiyorsun?”

“Bilir miyim yavrum ben? Benim aklım erer mi? Kim bilir vaktiyle kaç kese akçeye alındı. Söylerlerdi. Bu taşların arasında birkaç tane pek temiz pırlanta varmış, onları söküp ayrıca satsan bilmem kaç yüz lira edermiş…”

Tüccar, Reşide’nin elinden mahfazayı alır, dikkatle muayeneye uğraşır. Hemen adamın omuz başından biri kadın, öteki erkek iki kafa uzanır. Şehla Safinaz ile Moloz Agâh…

Parmaklarında yüzükler, elinde çanta, ipekli çarşafının altındaki Safinaz’da çarşıya kelepir almaya çıkmış bir kalantor hanım cakası var.

Herifin kostümü pek temiz değil, fakat onda da gündelik kıyafetinde işgüzar, tecrübeli bir çarşı adamı hâli var.

Safinaz, şehla gözünün yan bakışıyla Boğmaklı Reşide’yi süzerek: “Hanım, bu broş satılık mı?”

Reşide, matemli bağrından birkaç yanık ah boşaltarak: “Satılık yavrum…”

Safinaz: “Efendi, müsaade eder misiniz bir kere de biz bakalım.”

Tacir, bu ikinci müşteriye çatkın bir suratla baktıktan sonra gönülsüzce mahfazayı uzatır.

Safinaz broşu biraz aydınlığa götürüp önden, yandan, aşağıdan, yukarıdan muayene ile Moloz Agâh’ın kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra:

“Hanım, buna ne istiyorsunuz?”

“Bilmem kadıncığım, bilmem…”

“A, hiç insan malının kıymetini bilmez mi?”

“Bence onun kıymeti dünyalardan büyüktür. Gördükçe yüreğimin başı sızlıyor. Ah, keşki yavrumun yerine ben öleydim. Ah, ölüm yolla, sırayla değil, Rabb’imin dediği oluyor.”

Safinaz, Agâh’ın kulağına eğilir, tacire işittirecek surette: “Ne kadar saf kadın… İçim acıdı. (Reşide’ye) Bunu mezada24 vermediniz mi?”

Boğmaklı: “Vermedim kızım. Ta Mevlanakapı’dan geliyorum. Yorgun argın şuracığa iliştim, bir iki nefes alayım derken şu Müslümancağıza rast geldim. (Eliyle taciri gösterir) Onunla biraz dertleştim. Hâlimi anlatıp broşu gösterirken siz geldiniz.”

Safinaz: “Mezada vermediğine iyi etmişsin hanım… Şimdi mal para etmiyor. Herkes elmasını getirip satıyor. Bir kerede mezada çıkıp da mal değerini bulmadı mı artık onu mimliyorlar. İkinci getirişinizde eski verdikleri paranın yarısını bile tutmuyor. Her getirişinizde malınızı düşürüp çürütüyorlar. Sana acele para lazım mı hanım?”

“Lazım kızım lazım… Çoluk çocuk evde aç bekliyor. Bakkala, kasaba, bütün esnafa borcumuz gırtlağımıza çıktı. Bu elması satıp da bin derdimi göreceğim. Bugün mutlaka satacağım. Çünkü bir daha buralara gelemem.”

Safinaz, yine Agâh’a eğilerek: “Zavallı kadın, çok saf… Her derdini açık açık söylüyor… Hile hurda bilmiyor.”

Agâh: “Kefilin var mı hanım?”

Boğmaklı Reşide acıklı bir telaşla: “Kefil nereden bulayım oğlum? Burada bir kul tanımam. Taş yerinde ağırdır. Çok şükür, mahallemizde tanınmış aileyiz. Fakat buralarda beni kimse bilmez.”

Agâh: “Kefilin yoksa broşunu satamazsın. Şimdi yollar ince…”

Reşide dövünerek: “A, gördünüz mü başıma gelenleri…”

Safinaz ile baş başa küçük bir konuşmadan sonra Agâh: “Hanım, saf yürekli bir kadın olduğun için Allah bizi sana tesadüf ettirdi.”

Boğmaklı: “Rabb’ime bin şükür evladım, iki gözüm Tanrı’m kimsesizleri korur.”

Agâh: “Ben Bedestenliyim. Şurada dolabım var. Şimdi bir muhammin25 çağırayım, seni kefilsizlik belasından, mezadın bin türlü hilelerinden kurtararak bu işi aramızda bitirelim. (Safinaz’ı göstererek) Bu hanıma da böyle bir broş lazım…”

Boğmaklı Reşide gözlerini hepsinin yüzlerinde bön bön dolaştırdıktan sonra:

“Olur çocuğum, benim hakkımı yiyecek değilsiniz ya…”

Safinaz: “Rabb’im göstermesin. Senin gibi bağrı yanık, felekzede bir kadının hakkı yenir mi hiç? Ateş olur da adamı yakar vallahi…”

Reşide, şüpheli bir iki damlayı mendiliyle derin gözlerinin çukurlarında araştırarak: “Cenabıhak sizi Hızır gibi imdadıma yetiştirdi. Garip kuşun yuvasını Allah yapar. Yüreğim ona malum değil mi?”

Çakşırlı, paltolu adam bu bol ağız sözlerin içinde biraz afallayarak: “Bu broş bana da lazım…”

Agâh: “Hanıma daha ziyade lazım. Sebebini sonra anlatırız.”

Paltolu: “Gelinlik kızıma alacağım.”

Agâh: “Pekâlâ… Hanımla artırırsınız. Kimin üstünde kalırsa… Evvela muhammini çağıralım da şuna hakça bir kıymet koysun.”

Moloz Agâh gider. On dakika sonra Patlıcan Ahmet ile döner. Herif, kırağı çalmayan acı patlıcanlardan! Gözünün biri misafirli,26 esmer, çopur,27 dolgun yüzlü, dümbelekçi Kıptiler tipinde bir mahluk.

Agâh: “Sadık Efendi, bize şu broşu güzelce bir tahmin ediver. Ne satana bir keder olsun ne alana…”

Sadık ismi altında kendini saklayan Patlıcan, broşu avucuna yerleştirdikten sonra cebinden bir büyüteç çıkarır, misafirli gözünü küçültüp öbürünü büyütür. Bütün dikkatiyle bakar gibi yaparak: “Allah için temiz mal… Şimdi mezada verseniz su içinde dört yüz lira eder. Kenardaki yuvalardan biri boş. Pırlantanın biri düşmüş. Eğer bu kusuru olmayaydı beş yüz lira demekten hiç çekinmeyecektim. (Elini göğsü üzerine koyarak) Ben Allah için söylerim, bugün dünya varsa yarın ahiret var. Hepimiz elhamdülillah Müslüman’ız.”

Şehla Safinaz: “A… Bu tuzlu kaçtı. Doğrusu o kadar hazırlığım yok…”

Patlıcan Ahmet büyük bir ciddiyetle: “Ben hatır için eksik tahmin edemem. Yarın kabirde iki elim yanıma gelecek.”

Paltolu zatın da ağırca bir düşünce ile kaşları çatılır.

İki müşteriyi de bir durgunluk alır.

Muhammin Sadık Efendi bu durgunluğu tahminindeki fazlalığa karşı bir karşılık gibi alınarak: “Ben bugünlerde tahminlerimde alanlardan ziyade satanların hâllerini düşünüyorum. Şu broş tahminimden ziyade eder. İsterseniz mezada verelim. Ben hanıma kefil de bulurum.”

Boğmaklı Reşide iki elini Allah’ına kaldırarak: “Dünyalar durdukça dur yavrum. Bu âlemde kötüler varsa iyiler de var. Bu broş vaktiyle pek fazlaya alındı. Malımın çok değeri olduğunu biliyorum. Ne çare ki bugün pek sıkıştım.”

Moloz Agâh’la Şehla Safinaz biraz öteye açılarak fısıl fısıl konuşurlarken Patlıcan Ahmet yanlarına gider.

“Herif pek iştahlı görünüyor. Beş yüz lira da demiş olsaydın broşu bu hebennekaya28 çakardık.”

Patlıcan: “Yok, yok… Ben tahminimi iyi bilirim. Ne kadar hebenneka görünürse görünsün, herifi şüpheye düşürmemeli. Dört yüz lira olsun da bizim olsun.”

Safinaz: “Şimdi aramızda bir müzayede yapacağız, biraz daha kabartırız.”

Patlıcan: “Safinaz, geçen günkü yüzük meselesini bilirsin ya… Yine öyle çok kabartıp da herifi kaçırtma.”

11Tenavül: Yemek, yutmak. (e.n.)
12Zadegân: Soylular. (e.n.)
13Luit Corç: David Lloyd George. (e.n.)
14Tarikat-ı kebabiye: Kebap tarikatı. (e.n.)
15Şavullamak: Araştırmak. (e.n.)
16Katalaviz: Anladın mı? (e.n.)
17Katalava: Anladım. (e.n.)
18Mortoyu çekmek: Ölmek. (e.n.)
19Alarga: Açıktan, uzaktan. (e.n.)
20Çakşır: Paça bölümü diz üstünde veya diz altında kalan bir tür erkek şalvarı. (e.n.)
21Unnabi: Hünnap renginde, üzüm renginde olan. (e.n.)
22Celep: Koyun, keçi, sığır vb. kesilecek hayvanların ticaretini yapan kimse. (e.n.)
23Kıta: Parça, adet. (e.n.)
24Mezat: Açık artırma ile satış. (e.n.)
25Muhammin: Malın değerini oranlayan, tahmin eden kimse. (e.n.)
26Misafir: Gözün saydam tabakasında herhangi bir sebeple oluşan beyaz leke. (e.n.)
27Çopur: Yüzü çiçek hastalığından kalma küçük yara izleri taşıyan, aşırı çiçek bozuğu olan kimse, işkembe suratlı. (e.n.)
28Hebenneka: Zeki ve becerikli olmadığı hâlde kendisini öyle sanan kimse. (e.n.)