Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ

Lütfü Şehsuvaroğlu, annesi ve kardeşleriyle


Her insanın bir hikâyesi var. O hikâye, insanın yaşamını geçirdiği evrede ve çevrede ortaya çıkıyor. Kimliğimiz, kişiliğimiz o süreçte şekilleniyor. Sizi Erzincanlı olarak biliyorum. Sanırım, çocukluğunuzu da Erzincan’da geçirdiniz.

Annem Erzincanlı, babam Sivaslı. 1957 yılında Erzincan’da doğdum. İlkokul 5’e kadar Erzincan’da okudum. Babamın memleketi Sivas İmranlı. Ama aslımız Elbistan’daki Dulkadiroğlu Beyi Alaüddevle’nin oğlu Şehsuvar Bey’e dayanıyor. Kardeşlerden Şahbudak, Bozkurt Bey ve Şahsuvar var. Zannediyorum Şahbudak Bey Kırşehir tarafına gitti. Bir de bacıları Ayşe Hatun var. Dulkadiroğulları Beyliği, Osmanlı ile savaşmadan barış sağlayan son beylik.

1517’deki Yavuz’un doğu seferinde Anadolu birliğine katılan beylik sanırım.

Evet. Erzincan deprem bölgesi olmasına rağmen, güzel bir şehir. Depremden dolayı çok acı çekmiş bir şehir. Babamın da depremle ilgili çok şiiri var, benim de depremle ilgili çok şiirim var. Hani “Fahriye Abla” şiirinde belirtildiği gibi etrafı dağlık, ortası bağlık bir şehir. Sık sık deprem geçirdiği için de yapılaşma hep yenidir.

Sizin aileniz orada bir deprem yaşadı mı?

Hayır. 1938’deki gibi büyük bir deprem yaşamadık. Küçüklüğümde sarsıntılar olduğunu hatırlıyorum. Endişeyle dışarı çıkar, geceyi dışarıda geçirirdik.

Babanız memur muydu?

Babam nahiye müdürü idi. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde okumaya gitmiş. İkinci sınıftayken babasını kaybetmiş. Beş kardeşi var. Mecburen memleketine dönmek zorunda kalmış. Bunun üzerine ona nahiye müdürlüğü görevini vermişler.

Şimdiki mal müdürlüğüne mi karşılık geliyor nahiye müdürlüğü?

Nahiye müdürü, kaymakamın bir alt yetkilisi. Nahiyenin mülki amiri.


Annesi ve kardeşiyle


Şu anda böyle bir statü yok değil mi ülkemizde?

Kaldırıldığı için yok. İlçe ile köy arasında olan yerler nahiye idi. Şimdi belde deniyor bu tür yerleşim yerlerine. Oranın en büyük mülki amiri nahiye müdürü idi. Günümüzde bu memuriyet statüsü kaldırıldı. Babamın şimdi Armutlu denilen Armudan nahiye müdürü iken atı vardı, körüklü çizmesi vardı.

Babam, nahiye müdürlüğünden sonra Erzincan Şeker Fabrikasında vezne şefi oldu. Babam Armudan’da nahiye müdürlüğü yaparken karşımızda bir Munzur Dağı vardı, Keşiş Dağı vardı. Şiirimde de geçer;

 
Munzur Dağı’ndan hep atlılar inerdi,
Rüyalarını süslerdi,
Senin attığın oklar doruğuna değerdi.
Perdesi masallara açılırdı o evlerin,
Eyvanda da vardı,
Yukarıda da açardı.
Parıldayıp gülüşen çiçekler akşamüstü.
Ay doğardı sofaya,
Lamba yanardı,
Kara gecesi olmadı hiç,
Kara çarşaflı evin.
Küçük bir ninecik vardı,
Ay gibi alnı vardı.
Ne güzel sözleri vardı,
Güzel gözleri vardı.
Yumuşacık elleri,
Yüreğini sarardı.
Başıboş atasız değildi şimdiki gibi evin.
 

Ne zaman yazdınız bu şiiri?

Erzincan ile ilgili anılarım depreştiğinde, 12 Eylül’den önce yazdım. Çocukluğumda da şiir yazardım. Bu şiiri de 1967 ile 1970 yılları arasında kaldığımız Turhal’da yazdım.

Erzincan’a devam edelim mi biraz daha? Karşınızda Munzur Dağı vardı…

Munzur Dağı’nın tepesinde yatan bir kaya vardır. Ben onu hep Atatürk’e benzetirdim.

O kaya bir yatır mıydı?

Yok, öylesine bir kaya.

Munzur Dağı’nın adını, orayı fetheden komutan Mansur’dan aldığı, sonra halk dilinde Munzur şekline dönüştüğü bir efsane şeklinde anlatılır. O açıdan yatır mı diye sordum. Şu anda o dağ çok güvensiz geliyor insanlara. Sizin çocukluğunuzun Munzur Dağı’nı siz nasıl görüyordunuz?

Munzur Dağı, Erzincan’ın güneydoğusunu kapatan kocaman bir dağdır. Benim de küçüklüğümde arkadaşlardan bir çetem vardı; ok yapardık, yay yapardık, korulukta ağaçların üzerine ev yapardık, çocukluğumuzu o şekilde yaşardık. Şiirimde olduğu gibi Munzur Dağı’ndan hep atlıların indiğini hayal ederdim. Düşman askerleri Munzur Dağı’ndan inecek ve biz onlarla karşılaşacağız gibi hayal ederdim.

Size bunu hayal ettiren neydi? Hangi saikle bu hayalleri kuruyordunuz?

Bu hayallerin bugünkü terör olaylarına benzer olaylarla ya da bölücülükle bir ilgisi yok.

Kuruçay’da Abdülhamit İzleri

Hayır hayır! Bunun bir altyapısının olması lazım. Bir şeyler anlatılıyor olsa gerek. Birtakım masallar olabilir.

Anneannem Kürt isyanını anlatırdı. O Kürt demezdi de Kurt derdi. Meşhur Kürt isyanı çıktığında -ki o isyanın bastırılmasında Topal Osman ile birlikte dedemin de rolü vardır- bizim Kuruçay küçük bir ilçeydi.

Kuruçay demişken burada bir fasıl açmak istiyorum. Çünkü Kuruçay Abdülhamit’in kurduğu ilçelerden biriydi. Onun nedeni de Abdülhamit, Balkanlar’dan Türklük koparılınca Osmanlı’nın tekrar Anadolu’ya sığınmak zorunda kalacağını anladı ve Anadolu’yu ihya etmek istedi. Birçok yerde hükûmet konakları ve saat kuleleri yaptırdı. Mesaiyi öğrensin bu halk diye. Bugün de AKP’li belediyeler zırt pırt her meydana, kavşağa saat kuleleri yapıyorlar. Abdülhamit’i taklit ediyorlar.

İttihat Terakki’nin devam ettirdiği politika bu muydu? Çünkü onlar da aynı politikayı sürdürdüler.

Sarayın politikası bu. Neticede Balkanlar’dan koparılan bir devlet, imparatorluk bakiyesinin emperyal vizyonunu önce İslam’da aradı. Üç tarz-ı siyasetin Osmanlıcılıktan sonra ikinci ayağı İslamcılıktı. Arap ülkeleri de kopunca Turan bir ideal oldu kaçınılmaz olarak. Turancılık da İslamcılık demektir. Çünkü Turan’ın tamamı da Müslüman’dı. Batı emperyal vizyonunu Doğu’da yaşatacak bir vizyon nerede olacak? Turan’da olacak tabii… Enver Paşa’nın Sarıkamış’taki büyük yenilgisinden sonra bu vizyon ortadan kalktı (Kazansaydı Rus ordusu telef olacaktı. Moskova dâhil, Turan bizim olacaktı.). Maalesef hayal sükûtu…

Büyük plan buydu…

Yanlış da değildi. Ama yenilince reel politik zeminde Anadoluculuk ve Kemalizm geçerli oldu. Enver Paşa’nın programını Mustafa Kemal Anadolu’yu ayağa kaldırmak şeklinde uyguladı. Bu da Abdülhamitçiliğin devamıdır aslında. Gördüğün gibi, hepsi birbiriyle ilintili. Kuruçay da Abdülhamit’in reel politik planının bir parçası olarak kurduğu bir ilçeydi. Şimdi köy bile değil, mezralık kalmış. Hepsi İstanbul’a göç etmiş. İstanbul’da adı Kuruçay ile başlayan yedi sekiz tane dernek var. Bütün Kuruçaylılar İstanbul’dalar.

Çocukluğumdan hatırlıyorum, Kuruçay’da bir çay vardı. Orada çimerdik. Kuruçay’ın caddesi vardı, hükûmet konağı vardı, cumbalı konakları vardı.

Ilıca tarafında mı burası?

Hayır, Erzurum tarafı değil, Sivas tarafı ama güneye Eğin’e doğru… Ilıca değil de İliç dersen, o Kuruçay’a bağlıydı, eskiden İliç diye bir şey yoktu. İliç sadece istasyondan ibaretti. Biz bazen o istasyona gider, oradan Kuruçay’a geçerdik. Kuruçay’da tayyör giyen hanımlar vardı. Cazibe merkezleri olarak planlanan tarım kentleri projesi var ya, Kuruçay öyle bir yerleşim yeriydi. Etraftaki 20 köyün cazibe merkeziydi. Hükûmet konağı, sağlık ocağı, okulu hep oradaydı. Abdülhamit’in icat ettiği bir ilçeydi. Tıpkı daha sonraki tarım kentleri, köy kentleri gibi. Civar köylerin sağlık hizmetlerini, eğitim hizmetlerini, tarım hizmetlerini orası sağlardı. Şimdi orası köy oldu, İliç ilçe oldu.

Kuruçay’ın ilk belediye reisi de annemin babasıydı. Aslında anne tarafından dedemgil Eğin eşrafından. Kuruçay ilçe olarak kurulunca, Eğin’in eşrafı dedemin Eğin’e belediye reisi olmasını istemişler. Dedem orada hem müftülük hem de belediye reisliği yapmış. Eğin’de de bir konağımız var. Doğu Perinçek’in babası Sadık Perinçek var ya, o bizim komşumuzmuş. O zaman o da Eğin’de ikamet ediyordu. Onların da konağı vardı. O zaman Sadık Bey, Adalet Partisi’nden milletvekili idi. Yaz tatillerinde konaklarına gelirlerdi. Babamın arkadaşıydı, ailece görüşürlerdi. Sonra konaklarını sattıklarını öğrendik.

“Özden” gazetesini çıkartan Abdülkadir Duru o zamanın meşhur bir şeyhi, tasavvuf büyüğü idi. O zaman çok öğrenci okuttu. Şimdi Eğin’in yukarısında Apçağa köyü var. Eğin’in eşrafının Apçağa’da konakları olur. Orası Eğin’in daha üstünde yayla gibidir. Onun da daha ilerisinde öğrencilerin kaldığı bir yurt yaptı Abdülkadir Duru. Şimdi Eğin’e gidenler orada misafir ediliyorlar.

İstanbul’da Geçim Zordur

Erzincan’dan sonra bildiğim kadar, sizin bir de İstanbul süreciniz var.

Evet, babam vezne şefliğinden sonra 1965 yılında İstanbul’a tayin oldu. Orada şeker fabrikasının Beşiktaş’taki ambarın şefi oldu. Biz de Kadıköy’deki Ziverbey Köşkü’nün karşısında dört katlı bir apartmanın üçüncü katından bir daire almıştık. O zamanın en yüksek apartmanı idi. Şimdi en küçük apartman. Babamdan önce orada ambar şefliği yapan adam Amerika’ya gitmiş. Bir gemide iki rakamla oynasan zengin oluyorsun. Babam Kadıköy’de oturup her gün Beşiktaş’a gemiyle geçtiği için biz orada geçinemedik. İstanbul maceramız bir yılı doldurmadan babam tayin istedi.

Ziverbey Köşkü’nde Cüneyt Arkın film çevirirdi. Ben o zaman beşinci sınıftaydım. Ziverbey Köşkü’nde ortada bel boyunda tahtalar vardı. Cüneyt Arkın gelirdi, o tahtalardan sıçrayarak takla atardı. Biz de “Cüneyt abi, Cüneyt abi!” diye bağırırdık. O gerçek parende atardı tahtaların üzerinden. Köşkün merdivenlerini tırmanır, orada kıza sarılırdı. Yılmaz Köksal da merdivenin altından bıyıklarını burardı. Hatırlıyorum, bu sahne belki on defa çekildi.

Ziverbey Köşkü’nün arkasında bir de ilkokul vardı. Oraya giderdim. Ablalarım da Erenköy Kız Lisesine giderlerdi. O zaman bizim evden bakıldığında Yüksek İslam Enstitüsü inşaat hâlindeydi ve Göztepe Hastanesi de yapılıyordu. Oradan baktığımız zaman Erenköy’ü görürdük. Fenerbahçe stadyumunun olduğu yerde pazar yeri vardı ve annemle pazara giderdik. Tarihî çeşmeler vardı ve şırıl şırıl akardı. Biz sularımızı çeşmelerden doldururduk.

 

İstanbul’un mesire yeri gibi olduğu bir dönemi anlatıyorsunuz.

Benim çocukluğumdan hatırladığım Ziverbey Köşkü dışındaki köşklerin hepsi yıkıldı, apartman oldu. Oturduğumuz yerin arkası Fikirtepe idi. Fikirtepe’de dedemin kardeşinin büyük bağları varmış. Dedemin kardeşi orada büyük ziyafetler vermiş. Gelen Sivaslılara parselleyip parselleyip verirmiş. Fikirtepelilerin çoğu Sivaslıdır. Gelen hemşerisine bir evlik arazi vermiş. Öyle yemiş, saltanat sürmüş. Ben çocukluğumda hatırlıyorum, bir kuzu çevirirlerdi, 40-50 kişi rakı sofrası kurar içerlerdi. Dedemin mal varlığını kardeşi yemiş yani. Ben doğmadan ölmüş dedem. Dedelerim, tabii o zaman vefat etmişti.

İstanbul’da bir yıldan az kalan babam, daha sonra oradan Anadolu’da bir şeker fabrikasına tayinini istedi. Bunun üzerine babam Turhal’a tayin oldu. Bu yüzden ilkokul beşinci sınıfı üç ayrı şehirde okudum.

EĞİN EĞİN DEDİKLERİ BİR GÜZEL BELDE

Çocukluk Yılları, Erzincan


Eğin’in günümüzdeki adı Kemaliye olsa gerek. Geçtiğimiz yıllarda Başbağlar köyü katliamıyla da gündeme gelmişti. Belli ki sizin çocukluğunuzda derin bir yer etmiş. Türkiye’nin böyle güzelliklerinin bilinmesi, görülmesi, tanınması biraz da sizin gibi münevverlerin tanıtımıyla mümkün oluyor. Sanırım siz de onu yapıyorsunuz.

Çünkü, Eğin dünyanın en güzel yeridir. Arizona Kanyonu’ndan daha güzel bir kanyon vardır. Eteklerinden Fırat Nehri akar. Orada rafting yapılır. Rahmetli Recep Yazıcıoğlu vali iken oraya tüneller açtı. Yıllar sonra ailemi Eğin’e götürmek istedim. O zaman da TRT Yönetim Kurulu üyesiydim. Eğin’de bir müzik programı yapmalarını söyledim. En sevdiğim sanatçılardan Aysun Gültekin ve Mükerrem Kemertaş da geldiler.

TRT’ciler iki tırla Eğin’e gittiler. Giderken de “Sırf yönetim kurulu üyesi diye bize bu programı yaptırıyor!” diye bana kızmışlar. Biz de arabayla gittik. Hanım giderken, “Ne diye getirdin bizi buralara!” diye sitem etti. Aşağısı 2 km. yar, düşsen parçan bulunmaz; Fırat da oradan acımasız akıyor. Böyle dolana dolana çıkıyorsun. “Şu pencereden bak.” diyorum hanıma bakamıyor. Köprüyü geçtikten sonra Eğin’i gördük. Ortada bir vadi ve vadinin genişlediği yerde Eğin.

Eskiden Osmanlı zamanında 30 bin nüfuslu bir şehirmiş Eğin. Osmanlı ordusunun mutfağını Eğinliler yönetirlermiş. Şimdi zaten İstanbul’un kasaplarının çoğu Eğinlidir. Bir de erkeklere hep askere gittikleri için Eğin’de kadınlara ait bir kültür vardır. Mânileri vardır, türküleri vardır. İşte, “Ya bu fermanı kaldır ya beni oraya aldır”, “Gittin güzelleri unuttun” türküleri hep Eğin türküsüdür. Harput, Kerkük, Erzurum gibi birçok yerin meşhur Türkülerinin kökeni Eğin’dir. Ya da şöyle diyelim: Varyantları vardır türkülerin.

Eğin ağzı, Kerkük ağzına benziyor mu?

Hayır. Eğin merkez. Kerkük, Erzurum, Harput’a ait türkülerin çoğu Eğin türküsüdür. Mükerrem abi ile birlikte Eğin eşrafı ile konuşurken orada da şahit oldum. Mükerrem abinin bildiği türkülerin ilk ezgisini Eğinliler okudular. O da böylece inandı kimi türkülerin menşesinin Eğin olduğuna.

Orada şöleni yaptıktan sonra TRT’ciler gelip bana itiraf ettiler; “Biz önce kızıyorduk ama şimdi buradan gitmek istemiyoruz.” diye. Bizim hanım da ayrılmak istemedi.

Eğin, TRT’de yayınlanan “Kapılar” belgeseline de konu olmuştur. Eğin’in konaklarının kapıları meşhurdur. Kapılar desenlidir, sanat işidir de esas en önemli kültürel özellikleri kapılardaki tokmaklardır. Kapılarda iki tokmak olur. Biri küçük tokmak olur, biri büyük tokmak olur. Küçük tokmağa vurunca, “tin tin” diye ses çıkar. Bilinir ki gelen hanımdır, kapıyı hanım açar. Büyük tokmağa vurunca ses “tok tok” diye kalın çıkar, kapıyı erkek açar.

Esasında bu ortak kültürün bir simgesi. Zira bizim köyümüzde de eski kapılarda böyle çift tokmak vardı.

Bu tokmak kültürü çok yaygındır. Eğin’in konakları da şimdi tarihî eser niteliğindedir. Eğin’de ayrıca vahşi bir tabiat vardır. O geyikler, dağ keçileri, vaşaklar… Eğin’in belediye başkanı Haznedaroğlu, orada dert yandı. Bir fabrika varmış, jüt (çuval) fabrikası; şimdi atıl duruyormuş. Kendisi de Eğinli olan Ali Coşkun’a “Niye bunu tekrar diriltip sanayimizi ilerletmiyorsun?” diye kızıyorlar. Dedim ki: “Eğin’de sanayiye ne gerek var. Bu güzel, vahşi doğallık neden sanayiye mahkûm olsun. O fabrikayı geyik yetiştirme çiftliği yapın, dağlara bayırlara bırakın. Amerika’da alternatif tarım diye bir tarımsal faaliyet var. Sen buraya geyikleri, vahşi hayvanları salıp av turizmini geliştirirsen, (Eğin’in Kırkgöze’nin ötesine Malatya’ya doğru bir de havaalanı yapacaksın.) bütün dünyadan sırf Eğin’e rafting yapmaya, o vahşi tabiatı görmeye gelirler. Tünellerdeki pencerelere teleskop koyup kır turizmini, doğal, vahşi hayat turizmini geliştir. Ayrıca da av turizmini, av tarımını geliştir. İnsanlar avladıkları geyik başına müesseseye 200-300 dolar ödesin. Böylece Eğin dünya çapında tanınan bir yer olur.” Gerçekten de dünya çapında tanınması gereken bir yer Eğin.


Ali Coşkun ile


Geyik çiftliğini av turizmi için mi tasarlıyorsunuz?

Av turizmi için öneriyorum. Şu anda bile orası gerçekten dünyada çetin rafting yapılacak bir numaralı yerdir.

Hâlen yapıyorlar sanırım.

Bazen kaya düşüyor. O tedbirleri almak lazım. Eğin ile Divriği arası yapıldı. Merhum üstadımız Nurettin Topçu da benim gibi anne tarafından Eğinlidir. Babası Erzurumludur. Ama Eğin’i çok sever. Hatta “Taşralı” hikâyesinde kocası hapiste olan ve kendisi birçok gadre uğrayan bir hanım İstanbul’da herkesten kötülük görürken, bir tek insandan iyilik görmektedir, o da der; “Bu insan herhâlde ya Erzincanlı ya Sivaslı olması lazım.” Kadın İstanbul’da bir tek kişiden iyilik görür, o da ya Sivaslı ya Erzincanlı diye düşünür. Topçu’nun böyle yerel bir milliyetçiliği de vardır.

Yazarlar Birliği başkanıyken merhumu anmak için bir program düzenledik. Eğin’e gidip oturduğu bağ evini gördüm. Altında oturduğu ceviz ağacının altında ben de oturdum. O gidişimizde yol yeni yapılıyordu.

Eskiden İliç’e gider, oradan Fırat’ın kenarından dağları yara yara tepeye çıkar, oradan köprüyü geçer Eğin’e girerdik. Şimdi Divriği tarafından tünellere ulaşan bir yol yapıldı. Yapılan yol dört saatlik mesafeyi yarım saate indirdi. Biz de Atilla Maraş, Mehmet Sılay, Mehmet Doğan, Şükrü Karatepe’nin de içinde olduğu Yazarlar Birliği heyeti ile Ankara-Yozgat-Sivas-Divriği-Eğin-Erzincan-Erzurum güzergâhından giderek, Nurettin Topçu’yu buralarda andık. O yolculukta Trabzonlu bir arkadaş, “Ya Karadeniz’e bir yol yapmazlar, bu dağın başına yolun ne gereği var?” diye şikâyet etti. Fakat o da Eğin’i gördükten sonra hak verdi ki o yol gerekiyor. Çünkü Eğin aynı zamanda tarihî İpek Yolu’nun konaklama yeridir. İpek Yolu kervanları burada konaklarlar. Eski kervanlar katırlarla taşımacılık yapıyorlardı. Ticaret hayvanları patika yollardan giderdi. Eğin bölgenin güvenli yerlerindendi. Orada bankerler vardı. O bankerler Ermeniler ve belki aralarında Yahudiler de olan kişilerdi. Kervanlar paralarını o güvenli buldukları Eğin’deki bankerlere yatırırlardı. Tehcir sırasında Taşnak Cemiyeti, Eğin’in tepesindeki Kırkgözeler’de gizli bir toplantı yapıyor. Kırkgözeler’de pınarlardan sular fışkırıyor. Taşnakçılar cuma günü akşamı toplanmışlar. Örgüt Eğinli Ermenileri kışkırtıp terörize edecek, arkasından da Cuma namazında eli silah tutan bütün Müslüman erkekleri yakmak istiyorlar. Eğin’in ortasında bir cami var, içinden su akar. Cuma namazında cemaat o camide toplanıyor. Tabii Kırkgöze’de uyuyan çoban konuşulanları duyuyor ve sabah namazında merkez camisine gelip haber veriyor. Dolayısıyla da Taşnakçılar tuzağa düşüyorlar ve orada hallediliyorlar.

Dedem, anlattığım bu Eğin’den alınıp 1905’te Abdülhamit tarafından ilçe yapılan Kuruçay’a belediye reisi yapılmış.

Eğin’de olduğu gibi, Kuruçay’da da iki tane Ermeni aile varmış. Ama Müslümanlarla iyi geçiniyorlar. Ben bunu daha sonra “Güllü” diye roman yaptım. Bir Güllü teyzemiz vardı; bu üç beş yaşlarındayken Ermeni tehciri oluyor. Müslümanlar, yolda telef olur diye ailesinden çocuğu bırakmasını istiyorlar. Mal müdürünün çocuğu yokmuş, ailesi çocuğu ona bırakıyor. O adam da rüşvetten görevden atılıyor, o arada yakında bir köy var, oradan çiftlik alıp yerleşiyor. Orada kendini içkiye vurmuş ve çocuğa kötü davranmaya başlamış. Belediye reisi olan Asım dedem de çocuğun bu hâlini görünce, adamdan alıyor kendisi büyütüyor. O sırada da Ermenilerin Erzurum’da yaktıkları Taşhan’daki camide babası ölen adı Taştan olan biri de Kuruçay’a geliyor. Dedem, Güllü 15 yaşına gelip biraz serpilince göze batmasın diye onu bu Taştan amca ile evlendiriyor. Kuruçay’ın biraz dışında Elmalık diye bir yer var, onlara oradaki çiftlik evini veriyor. Daha sonra doktor Taştan amcayı sağlıkçı olarak yanına alıyor. Bu arada gelen kadınlarla ilgilenecek bir kadın lazım olunca, Güllü teyzeyi de yanına alıyor. Daha sonra İliç’e istasyon kurulunca Taştan amca istasyon şefi yani makasçı oldu. Orada bir lojmanı vardı. Taştan amca ile Güllü teyze o lojmanda yaşadı. Biz de daha sonra Kuruçay’ı ziyarete gittiğimizde İliç’te istasyonda iner, oradan ciplerle, kamyonetlerle ya da kamyonlarla Kuruçay’a giderdik. Kuruçay’da o zaman köprü yoktu. Araçlar, derenin içinden geçerdi karşıya.

Kuruçay’a gittiğimizde hep onların evinde kaldığımız için Güllü teyzeyi akrabamız zannederdim. 15 yaşıma geldiğimde annem Güllü teyzemin hikâyesini anlattı. Güllü teyze beş vakit namazında bir insandı. Benim “Ninemden Dinlediklerim” diye yazdığım masalların bir kısmını Güllü teyzeden dinledim. O kadar Türk kültürüne vâkıf, Türk ailesinden olmuştu. Müslüman olarak öldü zaten. Ben o Güllü teyzenin hayatını film de yapmak istiyorum. Yani böyle anıları var Eğin’in, Kuruçay’ın.


“PAL SOKAĞI ÇOCUKLARI” ROMAN ADI DEĞİLMİŞ

Babanızın tayinleri sebebiyle Anadolu’yu teneffüs etmişsiniz. Belli ki hiç yabancılık çekmemişsiniz yeni ortamlara. İnsanlara kolay alışan bir yapınız olsa gerek. Zira, her gittiğiniz yerde yeni bir hayat ve yeni bir çevre ile karşılaşıyordunuz.

Arkadaş canlısı bir yapım vardır. İnsanlara ve ortama kolay uyum sağlarım. O yüzden Turhal’a gidince uyum sağlamakta zorluk çekmedim. Turhal Şeker Fabrikasını Almanlar yapmıştı. Bu yüzden şeker fabrikasının villa tarzında iki katlı taş yapılı lojmanları vardı. O taş yapılı iki katlı kâgir villaların mutfak ve yemek odası birdir. Orada kuzine gibi bir sobası vardı. Diğer odalarda da radyatör vardı. Bir odada yanan sobadan bütün odalar ısınırdı. O zaman için bize ilginç gelen bir ısıtma tekniği idi. Lojmanımızın geniş bir bahçesi vardı. Ortaokul birinci sınıftayken ben oraya bir kümes yaptım. Duyduğuma göre hâlâ o kümes duruyormuş.

Sizin tarıma olan ilginiz o zamandan mı başladı?

Biraz o dönemden geliyor tabii. Turhal bir tarım ve sanayi kasabasıdır. Orada ortaokul talebesiyken güreşe de başladım. Şekerspor’un güreş takımının dünya şampiyonları Mehmet Uzun, Hasan Sevinç buradan yetişti. Şeker fabrikası, çiftçiye tarımı öğrettiği gibi, kültür ırkı üstün hayvanları da çiftçiye şeker şirketi kazandırdı. Aynı zamanda sözleşmeli tarım tekniğini ilk şeker şirketi uyguladı. Şeker şirketi, pancar ziraatı yaptırırken münavebeli diğer tarım tekniklerini köylüye öğretti.


Turhal’da sulama kanalına balıklama atlayış


Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği’nin işlevini modelleyerek mi yaptılar bu görevi?

Onu kat kat geçti. Türkiye’nin 18 yerinde modern tarım tekniklerini kazandırmada Tarım Bakanlığı kadar işlev gördü diyebilirim. Modern çiftçiliği, münavebeyi, avansla iş yapmayı şeker şirketi öğretti. Münavebe denilen pancarla değişime giren mısır, ayçiçeği, yonca, yem bitkileri gibi ürünlerin ekim nöbetini bu kurum öğretti. Matris dediğimiz bir işletmede hayvan sayısı ile o hayvanların beslenmesi için ihtiyaç duyulan ürün miktarını da şeker şirketi öğretti. Bir işletmeye bir hayvan girerse dört dönüm de yem bitkisi arazisi girmesi lazım. Bu şeker şirketinin bilimsel olarak yaydığı bir tekniktir.

İşte orada lojmana yerleştiğimiz gün, sobaya lazım olan odunları biraderimle bahçede tasnif ederken, mahallenin çetesi tarafından taşa tutulduk. O çete, ilk gelenlere ellerindeki sapanla saldırırmış. Bir nevi “hoş geldin” anlamına geliyormuş.

 

Dönemin tanışma yöntemi olsa gerek…

“Pal Sokağı Çocukları” gibi. “Pal Sokağı Çocukları”nı sadece okumadık, aynı zamanda yaşadık. Onlar taşa tutunca ben de peşlerinden odunla koştum. Yakaladığımı dövdüm. Sonra o çetenin reisi oldum. İyi arkadaş olduk. Nazmi, Lokman, Altay ve iki Murat vardı. Güzel bir arkadaşlığımız oldu. O çeteyle biz, “Küçük Prens”i, “Pal Sokağı Çocukları” gibi çocukluğumda okuduğum kitapları yaşadık. Daha sonra Akasya Sokağı’nda arkadaşlarım vardı, bunlar fen lisesini kazandılar. Biz Turhal Ortaokulundan üç kişi Ankara’ya imtihana gittik. O zaman imtihana girecek öğrencileri okullar seçerdi. Fakat ben test tekniğini bilmediğim için, iki çizgi arasını işaretleyeceğime, yuvarlak içine aldığım için imtihanı kazanamadım.

O tarihlerde kurs filan yoktu tabii…

Şimdi İstanbul’da tıp profesörü olan Yavuz Eryavuz, yıllar sonra benim şarkımı TRT’den dinlemiş; böylece beni arayıp buldu. Telefonda konuştuk. “Sen çocukluğunda da bizleri toplar, sinema oynatır, şarkı söyletirdin.” dedi. Ben öylece çocukluğuma döndüm. Sık sık tayin olduğumuz için eşyalarımızı koyduğumuz ambalaj sandıklarımız vardı. Ben bu sandıklardan ikisini bir araya getirdim, bir sinema perdesi yaptım. Üzerine Amerikan bezi ile bir perde yaptım ve kutuya açtığım delikten eski sinema filmlerinden topladığım filmleri ışıkla perdeye yansıttım. Sinema salonuna kapı da yaptım. Girene elimizle yazarak hazırladığımız bilet de keserdim. O zaman gazete 25 kuruştu, sinemaya giriş de 25 kuruştu. Filmde 10 dakika ara da verirdim. O arada da külahlarda çekirdek yeme mecburiyeti vardı. Turhal Şeker Fabrikasının futbol takımı, güreş takımı gibi sinema salonu da vardı. Filmleri sinema salonunun eskiyen filmlerinden, çöpe attıklarından topluyordum. Onları kesiyor, yapıştırıyor ve yeniden montajlıyor ve kendi yazdığım senaryo ile perdeye yansıtıyor ve Hacivat-Karagöz gibi kendim seslendiriyordum.

Ondan sonra mahallede ticarete atıldık. Mahallenin bütün gazetelerini toplayıp kese kâğıdı imal ediyorduk. Bazen ticaret gözümüzü bürürdü, ağır olsun diye yapışkan olarak kullandığımız hamura küçük taşlar koyardık. Sonra bakır telleri toplayıp satmaya başladık. Topladığımız telleri, Yeşilırmak’ın aşağısındaki mahallede bir tefeci kadın vardı, ona satardık. Orta ikinci sınıfa gittiğim o yaz Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” kitabını okudum.

O zaman fen lisesini kazanan arkadaşlarım birbirlerine Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal’in kitaplarını alıp verirlerdi. Ben okumaktan çok yaşamayı sevdiğim için böyle bir hayatımız oldu. Futbol oynadım, güreş yaptım. Babam fötr şapkalı SS subayı gibi bir memurdu. Annem sanat öğrensin diye mahallenin kunduracısına çırak verdi. Onlar körüklü çizme yapabilen iki ustaydı. Romanımda da anlattım onları. Biri 60 yaşında biri 59 yaşında. Aralarında bir hiyerarşi vardı. Bir yaş büyük olan daha güzel giyinirdi. Öbürü giyinmezdi bilerek. Ölçüyü usta alırdı. Usta yoksa kalfa ölçü almak istemezdi. Aynı işi yapıyorlardı. Onlar bana tespih ve takke vermişlerdi. Onlarla beraber camiye giderdik. Fazla bahşiş almamı bile engellerlerdi.

Şımarır diye mi?

Evet. Yani 2,5 lira iyi bahşişti. Beş lira veren olurdu almazdım. Öyle ustalara çıraklık yaptım. Ben hâlâ bir ayakkabı yapabilirim. Çünkü bir yaz boyu çalıştım ayakkabıcıda. Güreşte iyiydim. Hasan Sevinç’in oğlu ile güreş tutardım. Bir o yenerdi, bir ben yenerdim. Babam benim bu hâlimi görünce anneme şöyle dediğini duydum: “Çocuk güreşe gidecekse onu sanat okuluna verelim.” Hasan Sevinç’in oğlu Türkiye şampiyonu oldu.

O zaman “Sanat okuluna verelim.” demek en büyük hakaretti. Normal lise değil de sanat okuluna vermek sanki aşağılayıcı ifade idi.

Benim orta ikide Sivaslı bir öğretmenim vardı. Beli kırılıp ayağa kalkmış dünyadaki yedi kişiden biriydi. Böyle biraz kambur yürürdü. Biliyorsun Muharrem Şemsek de tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kaldı. O dünyadaki yedi kişiden biriydi. Bir gün derse girdiğinde Lütfi oku.” dedi. Ben 10. Yıl Nutku’nu Mustafa Kemal’in sesinden okurdum. Nutku okumam 10 dakika sürerdi. Hepsini ezberden okurdum. 10 dakika hoca ağlardı, 10 dakika da ders işlerdik. Türkçe derslerimiz böyle geçerdi. O yaz geleceği zaman bir ödev verdi. Bir yerli roman, bir yabancı roman özeti çıkartmamızı istedi. Ben de hocayı seviyordum. O zaman sıkı Atatürkçüydük. Ben Kemal Bilbaşar’ın “Cemo” ve Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanlarını aldım. “Suç ve Ceza”yı okuyunca o yaz kendimi romanın kahramanı Raskolnikov zannettim.



Bakır telleri toplayıp kilosunu 2 liraya tefeci kadına satıyorduk ya. Ondan aldığımız paralarla 17 kilometre ötedeki Zile’ye giderdik. Turhal’dan daha az gelişmiş bir ilçe ama, niyeyse Zile’ye pastaneye gidiyorduk. Arada da “Alevi” köyleri vardı. Niyeyse onlar o zaman önümüzü kesiyordu. Bazen bizden biri esir olurdu, ben onlara dalardım. Ama ben esir olduğumda onlar beni kurtarmazlardı. Arkadaş kazığını ilk ben oralarda yedim. O zaman pastanelerde pilav da satılıyordu. Zile’ye vardığımızda pastanede pasta yemez, pilav üstü kuru fasulye yer, kola içerdik.

Bir gün işi büyütelim dedik. Daha fazla bakır bulmak için elektrik direklerindeki bakıra yöneldik. O telleri kesmek için de şeker fabrikasının bahçıvanının makasını çaldık. Elektrik direğinin ortasında da kurukafa var. Yani çıkarsan ölürsün diye bas bas bağırıyor. Tabii çetenin reisi olarak gözü karartıp direğe ben çıktım. Önce telin bir ucunu kestim. Sonra diğer direğe çıktım ve onu da kestim. Tel küt diye yere düştü. Onu plastiğinden sıyırdıktan sonra tefeci kadına götürdük. Biz kadının daha pahalı almasını beklerken kadın daha önceki fiyatın yarısını teklif etti ve kilosunu 1 liraya alacağını söyledi. “Daha önce siyah siyah telleri 2 liraya alıyordun. Bunun 4 lira olması lazım.” dedim. “Şimdi polise haber veririm!” deyince “Lanet olası kadın!” diyerek telleri oraya bırakıp kaçtık. Romanda Raskolnikov, tefeci kadını öldürüyor ya, ben de kadını öldürmeyi planladım. Kendimi Raskolnikov zannettim. Kadını öldürmüş gibi “Suç ve Ceza” ritüelleri yaşadım. Kendime suç biçtim ve ceza verdim. O yaz benim Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanını içselleştirme dönemim oldu. Çocukluğumun o devresinde Tanrı’nın varlığına ilişkin iç dünyamda çok tartışma yaptım. Ateist, anarşist, existansiyalist düşünceye daldığım anlar çok oldu.

Peki geleneksel yaşam biçiminin dışında sizi inanç dünyamızın ritüelleri ve umdeleriyle tanıştıran başka bir etken var mıydı? Yazın Kur’an kursuna gitmek gibi.

Her yaz Kur’an kursuna mutlaka giderdik. Ama Kur’an kursundan kaçardık. Sadece mahallemizdeki yaşlı ninenin evinden kaçmazdık. Bize çok iyi davrandığı için ondan kaçmadık.

Kuruçay’daki hocanın uzun bir değneği vardı. Onunla vururdu. Aslında onun vurması bahaneydi, yaz gelince dışarı daha güzel gelirdi. O yüzden dereye gidip çimmek varken, cami bize sıkıcı gelirdi. Dayak da kaçmamıza bahane olurdu. Gümüştepe’ye çıkar, orada otururduk. O tepede hakikaten gümüş var zannederdik. Domuz avlardık.

Aslında bu gazetecilik deneyimini de ilk Turhal’da “Gelincik” adında bir gazete çıkartarak yaşadım. Babam muhaberat şefi olduğu için onun bürosunda kopya kâğıtlarını yürütürdüm. Kopya kâğıdı da en fazla üç beş nüsha çoğaltmaya izin veriyordu. A4 kâğıda da gelincik resmi, günün sözü, başyazı, fotoroman, arkada Karaoğlan gibi bir fotoroman ve makaleler yer alırdı. Karikatür çizimini de ben yapıyordum.

Bunların hepsini A4 kâğıt üzerinde uyguluyordum. O zaman günlük bir gazete 25 kuruştu, bu gazete 35 kuruştu. Ciddi bir mahallî yayındı. Sokağımızın dergisiydi “Gelincik” ve 35 kuruşa evlerde satardık. Mesela, orada Pancar Amca vardı. Sokağa tükürürdü. Onu gazetede neşrettik. Ondan sonra tükürmemeye başladı. Bazen yılbaşı gecelerinde Noel Baba olurdum evlere damlardım.

Noel Baba size nereden sirayet etti? Herhangi bir tepki görmez miydiniz? Kapısını çaldıklarınızdan kızanlar olmaz mıydı? Biliyorsunuz bir dönem Noel Baba konusu Türkiye’de çok tartışma konusu oldu. Özellikle taşrada yılbaşı kutlamalarına pek sıcak bakılmazdı.

Niye kovalama olsun ki! Noel Baba olurdum, evlere hediye götürürdüm. İleri bir halktı lojmanda yaşayanlar. Gerici yaklaşımlar yoktu o zaman!..

Turhal’dan ne zaman ayrıldınız?

1970 yılında babamın tayini Ankara’ya çıktı. Ankara Etimesgut’taki şeker fabrikasına tayin oldu. Daha doğrusu Şeker Şirketinin kurduğu makine fabrikasına. Bir nevi fabrika yapan fabrika. Fabrika yapan fabrikalar kurmak idealimiz değil mi? O fabrika şeker fabrikalarının makine aksamının yüzde 80’den fazlasını yapıyordu. Lojmana yerleştikten kısa süre sonra babam trafik kazası geçirdi. İşyerine giderken, fabrika sahasındaki işyeri yemekhanesine ekmek götüren ekmek arabası ona çarptı ve kaburgaları ezildi. O yüzden ciğerleri su topladı. Aynı kazaya benzer kazayı ben de 1987 yılında şeker fabrikasının kavşağında geçirdim. Benim de kazadan sonra ciğerlerim su topladı. O kazadan sonra dikiş tutmadı. Ben de ondan sonra dikiş tutmadım.