Çankırılı Hoca – Cumhuriyet’in Öteki İnsanları – Bir Köy İmamının Hayatı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Aynı gökte uçarlar ama kuzgunun dünyası başka, şahinin dünyası başkadır.

Muhammed İkbal

Babam, Bir Hengâmeye Doğan Nesildendi

Atatürk, Ulus’ta, bugünkü hipodromda onuncu yıl nutkunu okurken ben de kendi serüvenimi yaşamak üzere dünyaya gözlerimi açmışım. İçinde ahır ve samanlığı da olan, geniş bir avlu içinde, iki gözlü bir evde dünyaya gelmişim. Belki de Türkiye Cumhuriyeti’nin 15 milyonuncu üyesiydim. Dünyaya geldiğim ev, köye hâkim bir tepenin yamacına kurulu mezarlığın başındaydı.

Babam, 1306 doğumluydu. Miladi takvimle 1890’a denk geliyordu. Onlar kavganın ve kargaşanın içine doğmuş bir nesildi. Dünyanın telaşı onların başındaydı. Memleket öyle bir girdabın içindeydi ki kimse kendi istikbalini düşünecek hâlde değildi.

 
On yıl var ayrıyım Kınadağı’ndan
Baba ocağından, yar kucağından
Bir çiçek dermeden sevgi bağından
Huduttan hududa atılmışım ben
 

Faruk Nafiz Çamlıbel’in “Han Duvarları” şiirinde geçen dize, sanki babamgilin nesli için yazılmıştı.

Anadolu’da gurbete çıkma yaşı askerlikle başlardı. Babamın gurbetle tanışması da askerlikle birlikte olmuş. Askere gittiğinde kendinden bir yaş küçük olan annemle evliymiş. Daha terhis olmadan Balkan Savaşı çıkmış. Ardından Birinci Dünya Savaşı başlamış. On sekiz yaşında askere giden babam, otuz bir yaşında ancak evinin yolunu bulabilmiş. Bu 13 yıllık ayrılığın dört yılı esarette geçmiş.

Babam öyle konuşkan biri değildi. Biraz da asabiydi. Eskilerin, çocuklarıyla sohbet etme âdeti yoktu. Buyurgan bir dilleri vardı. Bu yüzden askerde yaşadıklarına ilişkin bildiklerimiz sınırlıydı. Gerçi aklımız da ermezdi. Irak nere, Rusya nere, “cihan” ne ki? Cihan Harbi olunca ne olur? Bunlar, çocuk hâlimizle algı sınırlarımızı aşıyordu.

Babam esaret yıllarını Rusya’da geçirmiş. 1915 yılında Doğu Cephesi’nde Ruslara esir düşen babam, dört yıl boyunca bu ülkede esir kalmış. Götürüldükleri yerlerde çiftliklere dağıtılmışlar. Onu da çalışmak üzere bir çiftliğe vermişler. Orada çiftçi olarak çalışan babam, Rusçayı da öğrenmiş. Hatta evlenmiş ve çocuk sahibi olmuş.

Rusya’da Kızıl Devrim olduğunda esirlerin üzerindeki baskı kalkmış. Bulundukları yerlerde daha rahat hareket edebilir hâle gelince, bu durumu kaçmak için fırsata dönüştürmüşler. Daha doğrusu kaçmalarına biraz da göz yumulmuş.

Babam esir düştüğünde aynı köyden üç kişi daha onunla berabermiş. Babamın ismini hatırladığı Hasan Çavuş ve diğer iki kişiyle birlikte birbirine yakın çiftliklerde çalıştırılmışlar. Hasan Çavuş, Rusya’da devrim olduğunu duyunca babamın yanına gelmiş, “Nuri, hudutlar açılıyormuş. Hadi artık kaçalım!” demiş. Aralarında plan yapmışlar ve sahip oldukları ne varsa geride bırakarak yola düşmüşler. Hatta kaçarlarken Rus kadınları, gizlenmeleri için onlara yardımcı olmuş.

O vakitler erkeklerin çoğu asker olduğu için hayatın yükü büyük ölçüde kadınların üzerindeymiş. Kadınlar kocalarının yokluğunda, ayaklarının üzerinde durmak için, benim diyen erkeğe taş çıkartırlarmış. Babamın yokluğunda tarlaları annem sürmüş, hayvanlara annem bakmış. Hatta seferberlik sırasında diğer kadınlarla birlikte, kağnıyla Kalecik’ten Çankırı’ya yaralı taşımış.

Annem uzun süre babamdan haber alamayınca onun şehit düştüğünü düşünmüş fakat ölü ya da dirisinden haber alamadığı için yine de belki dönüp gelir diye bir ümit beklemiş. Nihayetinde annemin ümitleri boşa çıkmamış. Babamla birlikte cepheye giden yüz yirmi gençten sadece dördü köye dönebilmiş.

Bir insan köprü kurar, bin insan geçer.

Özbek Atasözü

1933’te Köyümüz Kasaba Kadardı

Türkiye’nin kırsal nüfusunun genel nüfusa oranının yüzde yetmişlere yaklaştığı 1930’lu yıllarda köyümüzün nüfusu, bugünkünün dört katıydı. Benim doğduğum yıl olan 1933’te köyümüzün nüfusunun dört yüz hane olduğu söylenir. O zaman en küçük hanede en az sekiz on kişi yaşıyordu. Hane denildiğinde bugünkü anlamda kapı numarası olan bir ev anlaşılmıyordu. Bir babanın kanatları altında yaşayan bütün nüfus, hane olarak kabul ediliyordu.

Türkiye’de ilk nüfus sayımı 1927’de, ikinci nüfus sayımı 1935’te yapıldı. İlk sayımda olduğu gibi ikincisinde de hâlihazır nüfusu tespit etmeye dönük bir sayım tekniği uygulandı. Alınan sonuçlara göre Türkiye’nin nüfusu; 8 milyon 221 bin 248’i kadın, 7 milyon 936 bin 770’i erkek olmak üzere 16 milyon 158 bin 18 kişi olarak belirlendi.

Bu sayıma göre kadınlar genel nüfusun yüzde 51’ini, erkekler yüzde 49’unu oluşturuyordu. Bu oran, 1927’de erkekler için yüzde 48, kadınlar için yüzde 52 olarak tespit edilmişti. 1935 sayımı ülkedeki okur yazar oranının yüzde 19,2 olduğunu ortaya koydu. Aynı oran 1927’de yüzde 11 olarak belirlenmişti.

1927’de kilometrekareye 18 kişi düşerken, 1935’te bu rakam 21’e yükseldi. Nüfusun iktisadi etkinlik kollarına göre dağılımı ise Türkiye’nin bir tarım ülkesi olduğunu ortaya koyuyordu. Buna göre nüfusun yüzde 79’u tarım, yüzde 7,8’i sanayi, yüzde 12,3’ü ise hizmet sektöründe çalışıyordu. İkinci genel nüfus sayımında, bir önceki sayımdan bu yana ülkeye gelen göçmenlerin sayısı da 207 bin 350 olarak belirlendi.

İl nüfusu sıralamasında İstanbul başı çekiyordu. Onun ardından İzmir, Konya ve Ankara geliyordu. 1927’deki sayımda İstanbul’un nüfusu 699 bin 796 iken, 1935’te 739 bin 171 olarak belirlendi. Ankara’nın nüfusu, 1927’de 74 bin iken, son sayımda 123 bin olarak tespit edildi.

Az şey bilirsek bir şeyin doğruluğundan emin olabiliriz, bilgi artınca şüphe de artar.

Goethe

Okula Girseydin Gâvur Olacaktın

Köyde okumak denilince camiye gidip hocadan elif cüzünü öğrenmek anlaşılıyordu. Ben de Kur’an okumayı öğrenmek için ilk olarak köyün sayılan hocalarından biri olan Hüseyin Hoca’ya gitmiştim. İsteyen çocuk, aynı zamanda köyün imamlığını da yapan Hüseyin Hoca’dan Kur’an öğrenebiliyordu.

Babam değirmencilik işini iyi biliyordu. Kendi değirmeni olmasa da başkalarının değirmenlerini kiralayarak işletiyordu. Ben de elim biraz iş tutar hâle gelince, özellikle sonbahar aylarında vaktimin çoğunu değirmende geçiriyordum.

Bugünkü çocuklara büyüdüklerinde ne olacakları sorulduğunda verecekleri bir cevapları vardır. Kimi öğretmen olacağını, kimi polis olacağını söyleyerek kendine gelecekte bir hedef belirleyebiliyor. Üstelik yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında. Biz o zaman gelecek hayali kuramazdık. Gelecek, yaşadığımız hayattı. Anne babaların ise çocuklarını büyütmekten başka hiçbir hedefi yoktu.

Günümüzde olduğu gibi o yıllarda da köydeki mektebin önü çocukların oyun bahçesi gibiydi. Ben de onlarla birlikte bahçede oynarken çocuklardan biri, “Herkes mektebe yazılıyor, biz de yazılalım.” dedi. Eski dilden alışkanlık olsa gerek, o yıllarda okumuşlar “okul” der, köylüler “mektep” derdi. Ben de öğretmene gidip okula yazılma isteğimi söyledim. O zaman öğrencileri sokakta kaydederlerdi. Öğretmen eline bir defter alır, öğrencilerin kaydını yapardı.

Türkiye’de okullar önce üç yıllıkmış. Sonra beş yıla çıkmış. Daha sonra tekrar üç yıla inmiş. Üç yıllık okulların öğretmenlerine eğitmen denirdi. Onların işi sadece okuma yazma öğretmekti. Ereğez’in ilk öğretmeni Çingen Fatma denilen bir kadındı. Kocası daha sonraki yıllarda Çankırı’da attariye dükkânı açtı. Ondan sonra Bakırlılı Nurettin Korkut diye bir öğretmen geldi köye.

Aslında çocuklar okula gitmeye hevesliydi. Ben de gitmek istedim. Diğer çocuklarla onun yanına vardım ve “Beni de kaydet.” dedim. Evinin arkasında bizi okula kaydetti. Daha önce de belirttiğim gibi babam, “Eğer içeri girseydin gâvur olacaktın. Camide Hasan Hoca ne diyor duymadın mı? ‘Bebelerinizi komünist okullarına yazdırmayın!’ diye bas bas bağırıyor, duymuyor musun oğlum?” dedi.

“Köyün içindeki okul, komünist okulu olur mu baba!” dedim ama babam dinlemedi. “Seni sabah doğru Kalfat köyüne götüreceğim.” dedi. Böylece benim ilkokul serüvenim daha başlamadan biterken, okula kayıt olma girişimim hayatımı da başka bir çehreye büründürdü.

Hüseyin Hoca halim selim bir adamdı. Hasan Hoca gibi okullara dair cemaate telkinde bulunmazdı. Namazını kıldırır, Kur’an öğretirdi.

Aslında babamın Hasan Hoca’nın dediklerini tekrar etmesi sadece bir bahaneydi çünkü, daha önce Recep ve Yakup ağabeylerimi okula göndermişti. Beni hafızlığa yönlendirmesinin nedeni Karakoçaş köyünde değirmen işletirken, Kur’an okuyuşlarını çok beğendiği üç çocuk imiş. Beni hafız olarak yetiştirmeye heveslenmiş. Bu nedenle o gün akşam yatmadan önce, “Hanım yarın eşeği hazırla, Mehmet Ali’yi Kalfat’a götüreceğim.” dedi. Annem, “Kime götüreceksin?” diye sordu. Babam, “Cennet var ya! Cennet’e götüreceğim!” diye cevap verdi.

Günümüzde dayak eğitim sisteminden safha safha uzaklaştırılırken, insan hakları, çocuk hakları, hasta hakları gibi haklar manzumesi çok yaygınlaştı. İnsanlar çok bilinçlendi. O yıllarda dayak eğitimin tamamlayıcı parçasıydı. En çok duyduğumuz sözlerden biri “Dayak cennetten çıkmadır.” idi. Babamın beni Kalfat’a götürmesinin bir nedeni de o çocuk hâlimle Hüseyin Hoca’dan yediğim tokat olmuştu. Hocanın damında ders yaptığımız bir gün, yaramazlık mı yaptım, dersi mi bilemedim, artık ne olduysa yüzüme sert bir tokat vurdu. Tokatı yememle damdan aşağı, hayvan pisliklerinin üzerine düşmem bir oldu. Üstüm başım pislik içinde kalmıştı. Gerçi o pisliğin üstüne düşmem bir açıdan da iyi oldu. Oraya değil de bir başka yere düşseydim bir yerlerim kırılabilirdi. O hâlimi gören annem hocaya çok kızdı: “Kör olasıca, bacak kadar bebeye böyle vurulur mu!” diyerek bir daha beni onun yanına göndermeyeceğini söylemişti. Hatta Hüseyin Hoca’nın o tokadından sonra kulağımda ağrı olmuştu. Görünür bir arıza olmadığı için ne olduğunu pek anlayamamıştım.

 

Daima ara, bugün altın ararken bakır bulursun, yarın bakır ararken altın bulursun.

Cenap Şahabettin

Hasan Hoca Eski Düzenin Sembolüydü

Türkiye, 1923’te eski düzeni değiştirdiğini bütün dünyaya ilan etmişti. Yapılan bu ilanla eski anlayışın da değişeceği duyurulmuştu.

Yeni düzen, yeni kurallar demekti. Bu kurallar da safha safha insanlara duyuruluyordu. Gerçi Ankara’da alınan kararların şehirlerdeki yankısı ile taşradaki yankısı bir olmuyordu. Ankara devrim yaptığını söylüyordu ama köyler daha devrimin ne olduğunu bilmiyordu. Taşrada kurallar teamüle dönüştüğü için yeniliklerin kabulü ve kavranması öyle kolay olmuyordu.

Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu köylerde yaşıyordu. Kentlerin büyük bir bölümü de köylerden farklı değildi. Tarım ve hayvancılık esas geçim kaynağı idi. İçe dönük üretim yapıldığından pazar ekonomisi nedir bilinmiyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nde ilk ziraat sayımı 1927’de yapılmıştır. 1927 yılında Türkiye’de 13,5 milyon insan yaşıyordu. Bu insanların 9 milyonu aşkın kesimi geçimini çiftçilikle temin ediyordu. Aynı yıllarda yapılan ilk sanayi sayımına göre Türkiye’de 62 bin iş yeri vardı ve bu işyerlerinde çalışan işçi sayısı 257 bin idi. O tarihte memlekette fabrika denilebilecek işletmelerin sayısı, bir elin parmakları kadar azdı. Mesela, İstanbul, Bursa, İzmir, Adana ve Mersin’den başka hiçbir yerde fabrika denilebilecek tesis yoktu.

Dolayısıyla yapılan devrimlerin iktisadi anlamda sınıfsal bir etkisi söz konusu değildi. Dahası bizdeki devrim daha çok eğitim ve kültür alanında olduğu için devrimden etkilenen insanlar ziyadesiyle medrese mensuplarıydı çünkü eğitimin birleştirilmesiyle işsiz kalan kişiler onlar olmuşlardı. Kılık kıyafet devrimi de bunun tuzu biberi olmuştu.

Medrese mensuplarının toplumsal bir statüleri ve buna bağlı olarak saygınlıkları vardı. Toplumsal statülerinin sembolü de başlarına sardıkları sarıkları, sırtlarına geçirdikleri abalarıydı. Üstelik geçimlerini yaptıkları işten temin ediyorlardı. Dolayısıyla devrim, doğrudan onların geçimliklerini hedef almış görünüyordu. Devletin tercihleri ile toplumun ihtiyaçları paralel değildi. Her ne kadar bu kişiler işlevsiz bırakılsalar da toplum kanaat önderi olarak onları görüyordu. Zamanla onların yerine öğretmenler ikame edilmeye çalışılsa da etkileri uzun yıllar sürdü. Pek çok insanın zihin mozaiğinin boncuklarını onlar döşedi.

Hasan Hoca’dan evvel, yukarı mahallede Ömer Hoca vardı. Mısır’da tahsil görüp gelmiş büyük bir âlimdi. Bir de Zalif Hoca ile Şaban Hoca vardı. Bunlardan önce, köyde Emine Hoca diye bir de kadın hoca varmış, büyük bir âlimmiş. Bu insanların hepsi birer emsaldi. Bunlar köyün en yaşlıları idi. Köy odasında toplanırlardı. Bayram günlerinde köydeki diğer odalara gidenler önce onların bulundukları odada toplanırlardı. Mahalledeki her evden sinilerle odaya yemekler gelirdi. Odanın önü yemekle kakılıydı. Orada yenilir içilir ondan sonra sırayla, oda oda gezilirdi.

1940’lı yıllarda ciddi bir devlet otoritesi vardı. Benim hayatımda belirleyici bir etkisi olan Hasan Hoca, devlet otoritesinin hissedilmediği köyümüzde sarık ile gezerdi. Köyümüzün bağlı olduğu Şabanözü’nde alışveriş pazarı haftanın ilk günleri kurulurdu. Hasan Hoca, pazara gittiğinde köydeki sarığını pek takamazdı. O yüzden kayınpederimin pırtı sattığı yaygıdan bir şapka alır ve öyle gezerdi. Açıktan, aleni bir şekilde devletin aleyhine konuşamazdı ama köydeki sohbetlerde ve camide verdiği vaazlarda değişen yaşam anlayışına derin eleştiriler yöneltirdi.

O yıllar, aynı zamanda kıtlık zamanıydı. İnsanlar burnundan soluyordu. Bu yüzden öfkelerini yöneltecek bir sorumlu arıyorlardı. Esasında kıtlığın nedeni sadece üretim noksanlığı ya da tarlanın verimsizliği değildi. Aynı zamanda nakliye yasağıydı. Diyelim Kırşehir’de ekin var ve senin de o ekinin varlığından haberin var. O ekini Kırşehir’in dışına götürmek istediğinde götüremiyordun. Devlet öyle bir yasak getirmişti. Bir de adı değiştirilerek yeniden getirilen aşar vergisi söz konusuydu. Sen istediğin zaman harmanını savuramıyordun. Önce, “Milleti kendi malının hırsızı yaptılar!” diye tarif edilen aşarcılar gelirdi ve savrulacak ekini tespit edip üzerine işaret koyarlardı. Ardından savrulan ekini görürler ve içinden alacaklarını alırlardı. Aşarcılara vergi vermek istemeyenler ekinini geceleri kaçak maçak savurmaya çalışırlardı.

Kıtlığın olduğu senelerde altının gramı bir iki lira iken, ekinin hakı (yaklaşık 9 kg.) on liraya kadar çıkmıştı. Ekin o kadar pahalı olmasına rağmen insanlar “sen alacaksın, ben alacağım” diye dövüşürlerdi. Paran olsa bile ekin azdı. Bu nedenle de pahalıydı. Gayet iyi hatırlıyorum, mandalar dışkıladığı zaman insanlar o dışkıyı toplayıp yıkar ve içinden tanelerini ayırarak yiyecek yaparlardı. Kurtuluş Savaşı’nın çetin şartlarına vurgu yapmak amacıyla anlatılan o kıtlık hadiseleri esasında İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmıştı.

Türkiye öyle sıkıntılı bir dönemi bugüne kadar hiç yaşamadı. Bu yüzdendir ki yokluğun kıtlıkla birleşip milletin yakasına yapıştığı o dönemde insanlar, Hasan Hoca gibi kanaat önderlerinin eleştirilerine daha kolay inanıyordu. Aslında Hasan Hoca’nın yaptığı kendince bir direnişti. Eski statüsünü ve saygınlığını devam ettirme direnişiydi. Örneğin eğitimin birleştirilmesi kanunu çıkartıldığında Hasan Hoca gibi insanlar sistemin içine çekilip statü ve geçim kaygısına düşürülmeselerdi, belki toplumda yarattıkları yıkıcı etki daha sınırlı kalacaktı. Belki yeniliklerin benimsenmesi daha hızlı olacaktı.

İnsanın varoluşuna anlam katan her türlü meslek kutsaldır ve mesleğin tek bir ölçüsü, insana mutluluk vermesidir.

Ahmet Davutoğlu

Kur’an-ı Kerim’i Ezberlemeye Dokuz Yaşında Başladım

Kalfat köyüne okumaya gidişim, ilk gurbet yolculuğumdu. Kalfat, çevrede bilinen bir köydü. Hafızlık yapmak isteyenler genellikle o köye giderlerdi. Çevrede Kalfat’tan başka bir de Üyük köyü biliniyordu.

Kalfat köyünün bizim köy ile arası 25-30 kilometre vardı. Eşeklerle sabah çıktığımızda, ikindi vakti ancak varıyorduk. Şimdiki Gürpınar Göleti’nden yukarı doğru yürür, Devrez’e doğru giderdik. Devrez’e vardıktan sonra aşağı doğru iner, Kalfat’a varırdık.

Babamın beni Kalfat’a götürmesinin nedeni ise Cennet halamın orada, Karaca ailesinin gelini olmasıydı. Cennet halam, o köyün ileri gelenlerinden Çakıroğulları ailesinde hizmetkârlık yapan Akbaba lakaplı bir adama kaçmıştı. Aile kalabalık olmasına karşın hepsi bir evde kalıyordu. O yüzden babam beni o ailenin yanına verdi. Aslında Cennet, babamın kız kardeşinin kızıydı. Benden büyük olduğu için ona da hala diyordum. Bu aile çok fakirdi. Ekmekleri, aşları, kışın yakacak odunları, tezekleri yoktu.

Kalfat’a gittiğim ilk gece babam da benimle kaldı. Ertesi gün, “Ben annenle bir daha gelirim.” diyerek bırakıp gitti. Arkasından bakakaldım. Köyde, Cennet halamdan başka sığınacağım kimsem yoktu. Giderken yatağımı yorganımı da götürmüştük. Bir de keçem vardı. Üstümdekilerden başka giyecek elbisem yoktu. Ayağımda da babamın eşeğin gönünden diktiği çarık vardı.

Ben o evde kaldığım için babam her ziyarete gelişinde bir eşek yükü erzak getirir eve yıkardı. Bu yüzden Cennet halam, benim evden ayrılmamı istemezdi. Karınlarını, çok kez babamın getirdikleriyle doyururlardı. İdare lambası bile olmadığından, akşamları karanlıkta kalırdık. O yüzden hava kararınca hemen yatardık. Sabah hava aydınlanmadan kalkar, çıra ışığında ders yapardım.

İdare lambası olmadığı için çıra en önemli aydınlatma gereciydi. Akşamları ders çalışmak için yaktığım çırayı bile babam getirirdi. Şimdi, geceler bile gündüz gibi. Hatta bir çok yerde hayat gece başlıyor. O tarihlerde akşam olduğunda evden çıkmak kâbustu. Tuvalet ihtiyacı falan gün kararmadan görülür, gece karanlığa kalınmak istenmezdi. Buna rağmen evden biri gece tuvalete çıkacağı zaman yanında bir başkası daha gider ve çıranın ışığıyla, evin arkasındaki tuvalette ihtiyaç görülürdü. Olur da gece vakti bir yere gidilmesi gerekirse duvarlara dokuna dokuna yürünürdü. Gece yolculuğu yağmurlu günlere rastlarsa belimize kadar çamura bulanırdık.

Akıllı konuşur çünkü onun istediği şeyler var, aptal da konuşur, zira kendisinin bir şeyler söylemek mecburiyetinde olduğunu sanır.

Platon

Kalfat’a Küçük Mısır Denilirdi

Kalfat köyü yaklaşık 500 haneli bir köydü. Orta kazasına yakın olan bu köyde 14-15 oda vardı. Köyün ortasından bir çay geçerdi. Hafız yetiştiriciliği ile ünlü olduğu için o zamanlar “Küçük Mısır” da deniyordu. Kalfatlı biri camiye gittiğinde eğer imam yoksa, “Nerelisin?” diye soranlara “Kalfatlıyım.” derse, “Geç imamlığı yap.” derlerdi. Bu köy çevrede o kadar ünlüydü. Her yıl onlarca talebe Şabanözü’nden, Kurşunlu’dan, Çerkeş’ten, Orta’dan hafızlık öğrenimi için Kalfat’a gelirdi. Gerçi o tarihlerde Kalfat, bugün bağlı olduğu Orta’dan büyüktü. 1960’lardan sonra Kur’an kursları açılınca talebelerin ayağı hocalardan çekildi. Köy kurslarının yerini imam hatip okulları, hocaların yerini imam hatip okullarının mezunları aldı. Şimdilerde ise Kur’an kurslarına gidecek talebe bulunamıyor.

Benim okuduğum Kalfat‘ın eski adı Halfet idi. Orta ilçesinin eski adı da Kari Pazarı idi. Osmanlı döneminde Kalfat dâhil bütün yerleşim yerlerinin çok detaylı kayıtları tutulmuştur. Öyle ki köylerdeki sülale ve kişi isimlerinden tutun da hane, hayvan, asker sayılarına kadar her konu belirtilmiştir. İleri gelen kişiler ve vakıflar kayda alınmıştır. 1530’lu yıllarda; bağ bahçe, çayır, mescit, cami, medrese, hamam, kervansaray, çiftlik, değirmen, muallimhane (öğretmen evi-lojman) ve dükkânlara dair hemen hemen bütün bilgiler mevcuttur.

Aynı kayıtlarda Kalfat dâhil bütün yerleşim yerlerinin, adlarını Türk boylarından veya oraya yerleşen bey isimlerinden aldıkları görülür. Bunlar: Salur, Dodurga, Yuva, Kızılsakal, Erkeç, Kayı, Hacılar, Ören, Eymür, Türkmen gibi isimlerdir. Yine aynı kaynaklarda bugünkü Kalfat arazisinin o yıllarda ormanlık alanlardan oluştuğu belirtilmektedir. Dumanlı Dağları’nın bazı yüksek kısımlarında seyrek bitki örtüsü olduğu ve dolayısıyla bugünkü yayla yerlerinin aşağı yukarı o dönemde de kullanıldığı arşiv kayıtlarında yazılıdır. Yörede yaylalık alanlar hemen hemen sadece Kalfat arazisinde bulunmaktadır.

Üç şey sürekli kalmaz; ticaretsiz mal, tekrarsız bilgi, cesaretsiz iktidar.

Sadi

Hafız Olmak İçin Sabırla Ezber Yapmak Gerekiyor

Eskiden kışlar daha soğuk geçiyordu. Kasım ayı gelince evlerde sobasız oturulamıyordu. Biraz da bizim oraların rakımının yüksek olmasının bunda etkisi vardı. Ben de o aylarda gittiğim için soğuktan dolayı dışarıda ders yapamıyordum. Sabah erken kalkıp, evde çıra ışığıyla ders yapıyordum. Gündüzleri, benden bir yıl önce hafızlık eğitimi için Kalfat’a gitmiş olan Hatipgilin Mehmet’in kaldığı eve gidiyordum. O daha sıcak bir evde kalıyordu. Hatipgilin Mehmet benden bir yıl önce gitmesine rağmen hafızlığa birlikte çalışıyorduk. Benden sonra da Akmangillerin Sarı Hafız gelmişti. Hocalarımız ayrıydı. O Hafız Sadık’ta ben de Hafız Tığlı’da okuyordum.

Köyde Hafız Kasım, Hafız Sadık, Hafız İdris’ten başka, ismini hatırlamadığım başka hafızlar da vardı. Bunlar köyde bulunan dört beş ayrı odada ders verirdi. Bu insanların ne cemaatle ne de tarikatla işleri vardı. Tek işleri Kur’an öğretmekti. Onların yanında yetiştiğimiz için bizim de öyle cemaatlerle, tarikatlarla bir ilgimiz olmadı. Ne kurslarına gittik ne de dergâhlarına girdik. Bugün çok popüler olan bu cemaat ve tarikatlar, o zaman öyle yaygın da değildi. Olsalar bile bizim o taraflarda pek yaygın değillerdi.

O yıllarda, Kalfat’ta hemen her hafız hiç yoksa kırk elli talebe okuturdu. O zaman elif cüzü okunmasına kızarlardı. Köye gelen her devlet memuru aynı zamanda denetim görevlisi gibi çalışırdı. En çok jandarma gelirdi. Bir de tahsildarlar vardı ki onlar da denetim yapar gibi gelip bakarlardı. Jandarma, hocayı sıkıştırırdı.

Gelenlerin Arapça öğretmediğini düşünmeleri için hoca tahtaya yeni harfleri de yazar, “Ben Arapça değil, namaz surelerini öğretiyorum.” der, memurları gönderirdi. Zaten ders yaparken kapıda bir talebe nöbet beklerdi. Biri gelecek olduğunda cüzleri altımıza koyardık.

Denetime gelenler, namaz suresi öğrenmemize bir şey demezlerdi. Arapça, Farsça öğrenen olursa onlara kızarlardı. Arap harflerinin, latin harflerinin yerine yazışma dili olarak kullanılmasını kabul etmezlerdi. Odaya bir de tahta koyardı hoca, “Ben bunlara yeni yazıyı da belletiyorum.” derdi. Görevliler, “Tamam hocam, Arapça bellemesinler, namaz surelerini belleyebilirler.” diyerek giderlerdi.

 

Esasında jandarma öğrencileri kontrol etmez, hocayla muhatap olurdu. Hocanın beyanına itimat ederlerdi. Hoca kendisi de bilmezdi ama korkusundan tahtaya “A, B, C” yazardı. Böylelikle denetleyenler atlatılırdı.