Ferdi ve Şürekâsı

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

2

Ferdi Efendi, babasının ölümünden sonra Unkapanı’ndaki kereste depolarını elinde bulundurmakla beraber, bu yerdeki fakir evi bırakarak ticaret merkezine yakın güzel bir ev yaptırmaya karar vermişti. Bu karar sonucu olarak Yenicami çevresindeki ev yapıldığı zaman sağlığından şikâyetçi Ferdi Efendi, işlerin başında olmak, depolara kadar gitmek zorunda kalmamak için orada birkaç memur bırakarak yazıhaneyi buraya getirtmişti. Evin yapı biçimi buna dayanıklı olduğundan Ferdi Efendi, evinin birinci katının sofasını, bir büyük bir küçük odasını, şu dört memurla bir uşağa ayırarak evinden çıkmadan iş yerinde bulunmak fırsatını kolaylıkla hazırlamıştı.

Eşi, bir kız bıraktıktan sonra hastalıklı durumunun yalnız kalmasını zorunlu kıldığı Ferdi Efendi’yi yalnız bırakarak öldüğünden bu büyük ev, özellikle bir kızıyla kendisine ve birkaç hizmetçiye kalmıştı.

Ferdi Efendi, parasından sonra kızını severdi ama bu sevgiyi, o paranın mirasçısına sevgi şeklinde yorumlamak, gerçeğe daha yakındır. Ferdi Efendi’nin Hacer’e karşı şefkatinde yüz bin liralık bir gelecekteki servet sahibine duyulan saygıdan bir eser vardı.

İçeriye girdiği zaman Ferdi Efendi’yi kızı karşıladı, Ferdi, Hacer’in elinden tuttu, biraz eğilerek “İçin rahat etsin!” dedi.

Hacer güldü:

“Aman! Baba!”

3

Mehmet Rıfkı ile Osman Şevket ayrılmışlardı, Hasan Tahsin Efendi, İsmail Tayfur’a Babıali Caddesi’ne kadar eşlik etti. Her akşam ikisi de buraya kadar gelirler, birbirine dörtyol ağzında veda ederler, yaşlı adam ince bacaklarıyla yokuşu tırmanır, İsmail Tayfur caddeyi izlerdi. Bu gece ayrıldıktan sonra genç adam durdu, bir süre yaşlı arkadaşını gözleriyle izledi; yaya kaldırımından yavaş yavaş çıktığını, karanlıkta kanatlarını çırpan güvercinler gibi oynaşan kar parçaları arasından sekerek kaybolup gittiğini seyretti; etrafına baktı, karanlık… Bu karanlık içinde yalnız karların donuk beyazlığı vardı. Dört tarafından yollar, karanlık bir denizde köpüklerden meydana gelmiş bir geçit gibi uzanıp gidiyordu. Babıali Caddesi, birbirinin üstüne yıkılmış bulutlar gibi yükseliyor; yükseldikçe binaların gölgelerine, gökyüzünün çatılara dökülen sislerine karışarak genç adamın gözlerinde karanlık ve beyazlıktan oluşmuş belirsiz, karışık bir tablo uzanıyordu.

Sayısız alaylardan meydana gelmiş kelebekler gibi gökyüzünü dolduran kar parçaları etrafına dökülüyor; bazıları ayaklarına gelip atılıyor, bir kısmı şemsiyesinin üstünden kayıp akıyor, üç dört tanesi kollarının üstünde dolaşıyor, bir ikisi yüzünü okşuyor; gökyüzünün bir bahçesinden dökülen bu çiçekler düşüyor, hep düşüyordu…

İsmail Tayfur, bu görünümden; başının içinde kaynayan beynine, derisinin altında yanan kanına değmesiyle hoş bir duygu veren bu soğuktan; beyazlıklar altında kalan bu karanlıklardan, karanlıklara karışan bu beyazlıklardan; kulaklarına başka bir dünyanın garip esintisi gibi vuran o rüzgârdan; kalbe evreni bütün şiir vahşetiyle gösteren bu kış gecesinden sarhoş oldu. İstemsiz bir hareketle döndü, aşağıya doğru ilerledi, gözünün önünde açılan beyaz yol, bir noktada bitiyordu. Burası, başka bir görünümün başlangıcıydı. İsmail Tayfur, deniz kenarındaydı; şimdi deniz, gözünün önünde korkunç, çok büyük, dehşetli bir uçurum gibi açılıyor; karlar, sanki gökyüzü erimiş de parça parça bir yokluk uçurumuna dökülüyormuş gibi düşüyordu…

İsmail Tayfur, karanlık derinlikleri gökyüzünü yutacakmış gibi açılan bu denize; bakışını oynak bir duvar gibi kısıtlayan kar dalgalanmasına gözlerini dikti: Ara sıra, karşısında küçük bir ışık gülümsüyor, sonra bir kar sağanağıyla örtülüyor, karanlık içinde başka bir ışıldak göz açılıyor, ansızın kapanıyor, bir süre hafif bir fısıltıyla düşen karlardan başka bir şey görülmüyor, sonra bir iki ışık daha İsmail Tayfur’a gözünü kırpıyormuş gibi açılıp kapanıyordu…

İsmail Tayfur, acı ve hülyayla dolu gözlerini, hoşluk ve yabanilikten oluşarak bir alaşım meydana getiren bu görünüme, karanlıkların içinde uçuşan beyaz karlara, karşı kıyıdan geceleri mezarlık servilerinin sıklığı arasında parıldayan baykuşların kızıl gözleri gibi ışıldayan ışıklarla kıyasladı. Doğanın şiir diline özgü bir fışırtıyla kıyıyı okşayan, karların sessizliği altında fısıldayan dalgaların ezgisi kulaklarını okşuyor, beynini hayalle dolu bir beşikte sallıyordu.

Burada, rüzgârların birbiriyle çarpıştığı bu iskelede, bu kar altında, bu deniz karşısında, soğukta, uzun uzun düşünmek; doğanın bu yabani şiiriyle duygularını çevirmek istedi. İskelenin sonundaki bir babanın üstüne oturdu. Şemsiyesini kapadı, kalbini taşıran duyguları dökmeye muhtaç olan bu adam, karların altında, kışın bu gecesinde, gecenin bu zamanında, orada, yapayalnız, korkunç bir hayal gibi duruyordu.

Zavallı genç adam! Sabahın karanlığında evinden çıkan, gecenin onuna kadar defterlerinin üstünde çalışan, güneşin neşe veren ışığından yoksun olan bu adam, hiç olmazsa gecenin kara yas rengini seyretmek istemişti.

İşte şimdi üç yıl oluyordu; babası, o otuz yıllık yaşlı muhasebeci, yoksul çalışma hayatının son sütununa bir son çizgisi çekmiş, daha annesinin korumasına ihtiyacı olan İsmail Tayfur’un kolları üstünde beslenecek bir ana bırakıp gitmişti. İsmail Tayfur, o zaman daha okuldaydı, daha öğreniminin bitmesine iki yıl isterdi. Babasının ölümü, genç adam için bir yıldırım çarpışı niteliğindeydi; kafasını süsleyen umut köşkü parça parça oldu; okula; duygularına, düşüncelerine dost ve ortak olan arkadaşlara; gençliğinin ufkunda gülümseyen umuda; genç kalbini mutlulukla dolduran isteklere veda etmek, babasının öldüğü yere gidip o kapıyı çalmak, babasını öldüren o meslekten ekmek istemek gerekti.

Ah! O zaman İsmail Tayfur, ayağının altında yerin çatladığını, derin bir uçurumun açıldığını görmüştü.

Genç adam, o günkü hâlini görüyorum sandı. Hayatının bu anıları birer canlı resim gibi düşüncesinde yaşamaktaydı. O gün, daha gözleri babasının yas yaşlarıyla yanarken, Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’ne gitmişti. Ama ara sıra babasını görmek için serbest girdiği bu kapı, o gün kendisine ürküntü vermiş, epey zaman bu eşikten geçmeye cesaret edememişti. Dört kez bu ıssız sokağı baştan başa boylamış, insanın korktuğu şeyleri ertelemek isteğine benzer bir duyguyla içeriye mümkün olduğu kadar geç girmeye çalışmıştı. Ama oraya girmeye, ancak sekiz on kez gözlerini kaldırıp bakmaya cesaret edemeyerek görebildiği Ferdi Efendi’nin huzuruna çıkmaya, “Anneme ekmek verecek babam kalmadı. O adamın ailesinin ekmeğini sizden istemeye geliyorum!” demeye mahkûm değil miydi?

İsmail Tayfur, girmekte duraksamışken annesinin hayalini görmüş; bu hayalin emredici bir tavırla, “İçeriye gir! Ekmek gerek!” dediğini işitir gibi olmuştu. O zaman kalbinde ne büyük bir cesaret duymuş, o eşiği nasıl bir atılganlıkla geçmişti! Hasan Tahsin Efendi! O saygıdeğer yaşlı adam! Eğer o olmasaydı herhâlde İsmail Tayfur geri dönecekti; gidip annesinin kollarına atılarak, “Yapamayacağım, anneciğim! Yapamayacağım!” diyecekti. Ama Hasan Tahsin Efendi, otuz yıllık arkadaşının yetimini gördüğü zaman kalbinin en saf, en yüce noktasından kopan büyük bir acımayla onun elinden tutmuş; ziyaret amacını sökercesine almış, onu Ferdi Efendi’nin yanına götürmüş, “Abdülgafur’un oğlu! Babasının hak kazandığı ödülü, oğlunu buraya kabul etmekle vermiş olacaksınız.” demişti.

Yine bu yaşlı adam, İsmail Tayfur’un şu boş yaşamına üzülürdü. Genç adam daha kulaklarında çınlayan şu sözcükleri düşündü: “Sende biraz umut ışığı, biraz hülya pırıltısı olsa…”

Hasan Tahsin Efendi, bu sözünü bitirememişti ama bitirmeye ne gerek var? Zaten onun söyleyeceğini İsmail Tayfur düşünmüyor mu? Ah! Bir umut ışığı, bir hülya pırıltısı! Bir zamanlar genç adamın düşüncesinde ve kalbinde bundan başka bir şey yoktu, ama ne yazık! Şimdi o nur sönmüş, o ışık uçmuş, o umut ve hülya, kanatları kırık bir kuş gibi yerlere, çamurlara düşmüştü. Şimdi hayat, İsmail Tayfur için işte şu karşısında düşündüğü gece gibi değil miydi? Büyük, karanlık bir ufuk üzerinde karların arasız düşmesi! Ne olacak? Ne yapacak? Hayatında daha birer can bulmamış tohum hâlinde kalan bütün emellerine yokluktan acılı son bakışını attığı zaman kalbinden bir rahatlama damlası duyacak mı? Hayat! Hayat onun için şu ayaklarının karanlıkları altında dalgalanan uçurum gibi değil miydi?

Ama İsmail Tayfur’un bütün bu bakışını kısıtlayan siyah rengin arasında parlayan ışıklar gibi bir şiir nuru gözüküyor; düşüncesi, küçük bir girdabın çevresinde dönüp de hep bir noktaya gelen bir yaprak gibi, bütün bu umutsuz anıların akışı içinde, bir cismin etrafında dönüyordu. Şimdi İsmail Tayfur, orada, bir bulutun kenarında tan vakti gibi saydam, duru bir yüzün parlak kara gözlerle kendisine baktığını görüyor; şimdi karlar, bu yüzün üstüne düşen nurlar gibi karşısında parlıyordu. Zavallı Saniha! Zavallı küçük kız! İsmail Tayfur, o kimsesiz, sığınaksız mutsuzu nasıl mutlu etmek isterdi! İşte hayatının biricik gülümsemesi, biricik pırıltısı o değil miydi? Fakat fakir, yoksul İsmail Tayfur, onun için ne yapabilir? Onu nasıl mutlu edebilir?

O zaman daha küçük, pek küçük bir çocuktu. Bir gün, yine böyle bir kış günü babası, akşamüzeri eve geldiği zaman İsmail Tayfur, yanında çamurlara batmış, paçavralarla giydirilmiş, küçük, pek küçük bir çocuk görmüştü. Bu uzun siyah saçlı, parlak kara gözlü, pis su içinde açılmış bir leylak gibi saf, bulut arasında doğmuş bir parlak yıldız gibi parıltılı bu çocuk kim? Hiç! Toplumun bir fırtınasına rastlamış, dalından kopmuş bir yaprak gibi savrulmuş, oraya düşmüş bir kız; dört yaşında bir çocuk! O zamandan beri ikisi beraber büyümüşler, bütün çocukluk hayatlarını beraber geçirmişlerdi. Şimdi bu çocuk genç bir kızdı! Küçücük ellerini İsmail Tayfur’un omzuna koyup da “Seviyorum! Yalnız seni seviyorum!” dediği zaman genç adam, hayatının umutsuzluğu, gözle görülmeyen bir aydınlıkla parlamış da bu genç kızın pembe dudaklarında, “Yaşa! Hayat, işte sana şakıyan şu aşktan ibarettir!” diyormuş sanırdı.

 

Bu dudakların üstünde titreyen aşk haykırışını bir öpücükle toplamaya, bu ışıklı gözlerden akan aşkı içmeye cesaret edemez; sanki mutluluk, orada kanatlarını indirmiş duruyor da ufak bir dokunuştan korkup kaçacak sanırdı.

Genç adam, dişlerinin arasından kendi kendisine “Zavallı Saniha! Zavallı İsmail Tayfur!” dedi.

Gözünün önündeki karanlık girdaba atılmak için her zaman birbirini kovalayan karlar, hafif bir dalgalanmayla oynaşan sular; “Zavallı Saniha! Zavallı İsmail Tayfur!” ünlemini tekrarlıyormuş gibi fısıldıyordu…

4

İsmail Tayfur, aylık denge cetvelini Ferdi Efendi’nin büyük yazı masasının üstüne koydu, biraz çekilerek durdu.

Ferdi Efendi, arkasına dayanmakta olduğu sandalyeden doğrulmaksızın elini uzattı, liralarının iyi ürün verdiğine inanmış, mutlu bir tüccara özgü umursamaz bir davranışla kâğıdı çevirdi; gözleri önemsemeden sayıları süzerek sütunun son rakamını meydana getiren basamağa kadar indi. Bu sırada sol eli, dudakları üstünden sarkan sarı bıyıklarının bir parçasını dişlerinin arasına sokmakla uğraşıyordu.

İsmail Tayfur, iki adım ötede, servetini önemsemeden seyreden bu zengine bakarak duruyordu. Ah! Şu servetin bir parçası kendisinde olsa neler yapardı!

Yeşillikler arasında bir mutluluk yuvası gibi sıkışmış bir köşk… Ağaçları güneş ışınlarına set çeken bir bahçe… Çimenlerin üstünde yuvarlanan altın başlı iki çocuk… Küçük pembe şemsiyesi altında elindeki kitabı unutmuş, çocuklarını sevgiyle seyre dalmış bir genç anne…

Birdenbire Ferdi Efendi, iskemlesinde doğruldu, cetveli kapayıp kaldırdı, yazıhanenin bir köşesine attı, hafifçe dönerek İsmail Tayfur’a “Sizi görmek istediğimi dün söylemiştim. Hizmetinizden, gayretinizden memnun olduğumu söylemek isterdim…” dedi.

İsmail Tayfur, ilk kez böyle bir gönül almayla karşılaşmıştı.

“Bu memnun oluşumu size göstermek isteğindeyim…” Ferdi Efendi, konuşmasında güç bir cümle açıyormuş gibi, yavaş bir sesle, ekledi: “Aylığınız on iki lira değil mi? Bu kadar parayla kolay geçinmenin mümkün olamayacağını düşündüm… Size, ticaretimizin net gelirinden yüzde yarım pay ayırıyorum.”

Ferdi Efendi, bu iyiliğin bıraktığı etkiyi anlamak istiyormuş gibi durdu. İsmail Tayfur, bir teşekkür cümlesi mırıldanan genç adam, gözlerinin akına kadar kızarmıştı.

Ferdi Efendi, memurlarına söz söylerken hiç yapmadığı şeyi yaptı: Ayağa kalkarak ilerledi; ta yanında, söyleyeceği şeyin ancak yavaş sesle söylenecek şeylerden olduğunu gösterircesine, “Bana edilebilecek en güzel teşekkür, bundan sonra daha büyük armağana hak kazanmanızdır. Sizin için Ferdi ve Ortakları Ticaretevi’nin önemli bir organı olmak imkânı bulunduğunu unutmayınız.” dedi.

Ferdi Efendi, konuştuğu insanı bundan fazla memnun edemeyeceğini belirtecek şekilde durdu. İsmail Tayfur, teşekkür etti. Genç adam, tam odadan çıkacağı sırada Ferdi Efendi, “Bunu arkadaşlarınıza söylemeyi gerekli bulmayınız.” dedi.

İsmail Tayfur, duyduğu şeylerden sarhoş olmuş gibi beyni çalkalanarak odadan çıktı.

Daha kapı gıcırdayarak kapanmıştı ki odanın hareme açılan kapısının yeşil perdesi titredi, Hacer, bir fırtına gibi içeriye saldırdı, babasının yanına kadar koştu, annesiz büyümüş kızlara özgü bir tavırla kollarını babasının boynuna attı, “Teşekkür ederim, baba!” dedi.

Bugün Hasan Tahsin Efendi’yle İsmail Tayfur işlerini pek erken bitirmişlerdi, ikisi akşamüstü çıkabildiler. Böyle erken çıktıkları günler bu yaşlı ve genç arkadaş Köprü’ye giderler, biraz yaşadıklarını duyabilmek için kalabalığın içine atılırlar, bir süre kendilerini Köprü’den dalgalı bir nehir gibi geçen bu halkın çalkantısına salıverirler, hayatın böyle iki taraflarından akıp geçtiğini görmekten tat alırlardı.

Bugün havada hoş bir yumuşaklık vardı. Kış akşamlarına özgü sarı bir güneş, erimeye başlayan karların üstünde donmuş sanılan koyu bir yansımayla oynaşıyordu.

İkisi de paltolarının yakalarını kaldırarak, ellerini ceplerine sokarak, artık yapacak bir işi kalmamış da biraz havayı koklamak isteyenler gibi yürüyorlardı.

Bu iki arkadaş birbirinin yanında bulunmaktan aldıkları zevki hiçbir şeyden duymazlardı; Hasan Tahsin Efendi, gençliğini farkına varmaksızın geçirmiş yaşlı bir adam olduğu için İsmail Tayfur’un eşliğinden bir gençlik kokusu alır, bundan tat duyardı. İsmail Tayfur için, Hasan Tahsin Efendi’nin altmış beş yılı kendisinin gençlik baharına karşıt sayılamazdı. O da yaşlı bir adam değil miydi? Böyle birbirinin yaşlılığını, gençliğini paylaşarak iki arkadaş, saatlerce düşünürler, saatlerce konuşurlardı.

Bugün, Köprü’yü geçerken kalabalığın, ıslak tahtalar üstünden gök gürlemesi gibi geçen gürültüsü arasında İsmail Tayfur, arkadaşına sokularak şöyle dedi:

“Size garip bir şey söyleyecektim!” Hasan Tahsin Efendi, hayatında garip şeylere pek az rastlayan tecrübe sahibi şüphecilere özgü bir gözle baktı. “Bugün cetveli içeriye götürdüğüm zaman ne dedi, bilir misiniz?”

“Evet! Sayılarının daha düzelmediğini söylemiştir.”

“Hayır! Tahmin edemeyeceğiniz bir şey! Öyle bir şey ki, bunu sizlere tekrar etmemem konusunda beni uyardığı hâlde, işte söylüyorum…”

İsmail Tayfur, bu başlangıçla, giriştiği sözünü sürdürdü; Ferdi Efendi ile arasında geçen konuşmayı tümüyle anlattı; bitirdiği zaman, Hasan Tahsin Efendi düşünüyordu.

Şimdi, yürüyüşlerini biraz yavaşlatmışlardı. Hasan Tahsin Efendi, hep düşünüyordu; genç adam sormak zorunda kaldı:

“Ne düşünüyorsunuz? Bir şey demediniz…”

Hasan Tahsin Efendi, arkadaşının elinden tuttu, Köprü’nün kenarına çekti. Burada ikisi de durdular. O zaman yaşlı adam, İsmail Tayfur’un gözlerinin içine bakarak “Bir kez şurasını aklına koymalısın ki, Ferdi, bu iyiliği, bir iyilik olmak üzere yapmamıştır. Amacı her hâlde bir çıkar izlemektedir. Sorun, bu çıkarın ne olabileceğini bulmaktır. Sen, bunun üzerinde hiçbir görüşe varmadın mı?” dedi.

İsmail Tayfur’un dudaklarına bir sözcük geldi, sonra kızardı, düşündüğünü söylemiyormuş gibi kekeleyerek:

“Düşünce biçiminiz pek doğrudur… Hatta inanmanızı, isterim; Ferdi Efendi, bana bu iyiliği müjdelediği sırada kalbimde tuhaf bir korku vardı… Bu korku yine sürüyor… Bir şey olacak, bir fenalık gelecek, bunun altında bir fesatlık var da ortaya çıkacak sanıyorum… Oysa ne olabilir?

Ferdi Efendi… O, yüz bin liralık adam! Ben, İsmail Tayfur, ayda birkaç liraya hayatını satmış, ekmeğe muhtaç bir yoksul! Aramızda bir ilişki göremiyorum ki, üstelik bu ilişkide gizli bir amaç olsun.”

Hasan Tahsin Efendi, sesini çıkarmadı. Şimdi güneş batımının ilk karartısı olarak çevreyi ince bir sis kaplıyordu. Saf rengi, yarı saydam örtüsü altında az sezilen bu hafif bulutlu kış göğünün bir köşesinde güneşin kızıl çehresi süzülüp akıyor, Haliç’in durgun suları üstünden yavaş yavaş çekiliyordu.

Yaşlı adam, düşünceli bir bakışla bu görünüme daldı; sonra birdenbire aklına bir şey gelmiş gibi İsmail Tayfur’a “Hacer’i hatırlıyor musun?” dedi.

Genç adam, kalbinin en gizli bir şüphesinden yakalanmıştı:

“Kuşkusuz!”

Hasan Tahsin Efendi, birtakım eski anıları canlandırıyormuş gibi gözlerini süzdü; bakışı, ufkun bulutları üstünde gün batısının ışık kalıntılarının uçtuğu bir noktaya döndü:

“Bu kız, iki yıl önce… Daha çocuk sayılacak bir yaştayken veya babasının gözüne daha öyle görünecek kadar büyümüşken bizim muhasebe odasından, özellikle senin yanından ayrılmazdı… Hem de bir gün, bilmem hatırına geliyor mu? Senin yanına o kadar sokulmuş, o kadar sokulmuştu ki, belki bu on iki yaşındaki kızın sarı saçlarından veya beyaz teninden çıkan bir koku, bir ısı senin yüzünü sarartmış, dudaklarını titretmişti. O zaman sana dikkat etmiş, bunu anlamıştım; o zamana dek Hacer’in artık büyüdüğünü ben de görememiştim… Yaşlılar, çocukların büyüdüklerine o kadar güç inanırlar ki… Ama ondan sonra!”

İsmail Tayfur, gözlerini indirerek “Bilmem, niçin bunlardan söz ediyorsunuz?” diye sordu.

Yaşlı adam, durumunu değiştirmeden sürdürdü:

“Öyle! Sanıyorum ki, bu anılarla çözümlemek istediğimiz sorun arasında bir ilişki, bir bağlantı var… Bir gün sabahleyin… Ben böyle şeyleri unutmam… Yaşlılar, kalpleri artık aşka, şiire uzak kaldığı için başkalarının kalbindeki aşkı, düşüncesindeki şiiri özel bir özenle yoklarlar… O zaman ben de sizi öyle yoklardım… Hiç kuşkusuz onun için unutmamışım… Evet, bir gün sen, sabahleyin gelip de defterini açtığın zaman kâğıtların arasından birçok gül yaprağı dökülmüştü. Bunu, hepimiz görmüştük… Hepimiz sana dikkat ediyorduk… Sen kıpkırmızı olmuştun… Bunları saklamak, bize göstermemek istedin… Elinde mi? Sen, sayfaları çevirdikçe gül dökülüyor; bu, sayılardan başka bir şey görmeyen kâğıtlardan gül saçılıyordu… Defterin, bir gül sepeti olmuş gibiydi… Buradan beyaz, küçük, pembe tırnaklı, mavi damarlı, bir çift elin geçtiğini anlamak, uzun uzun düşünmeyi gerektirmiyordu. Bunu hepimiz anlamıştık… Daha konuşayım mı?”

İsmail Tayfur, durmasını rica eder gibi bir davranışla elini uzatmak istedi ama Hasan Tahsin Efendi, konuşmak istediği zaman kolay susturulamazdı:

“Bir gün sabahleyin… Bir bahar günüydü… Sabahın taze, kokuyla dolu, hafif bir yeli pencerelerin perdelerini titreterek yazıhaneye giriyor; tel sepetler içindeki mektupları, ötede beride sürüklenen hesap kâğıtlarını oynatıyordu. Bu rüzgâr estiği zaman, bilmem, gençlere ne gibi duygular anlatır? Sana hayran bir gözle bakan Hacer’in sarı saçlarını da bir tutam ışık gibi savurarak senin başına, yüzüne, dudaklarına yolluyordu; baharın kokularını yanı başındaki canlı baharın saçlarıyla karıştırarak öyle koku ve ışıktan meydana gelmiş bir demet gibi seni hoş dokunuşlarıyla okşayan bu rüzgâr sarhoş ediyordu; belliydi bu. Sonra, nasıl olduğunu iyi hatırlayamıyorum, senin yanından bir kâğıt parçası uçuyor gibi oldu; Hacer, bu kâğıdı tutmak istiyormuş gibi elini uzattı fakat seninki daha önce uzanmıştı; öyle ki Hacer’in küçük eli, senin titremeye başlayan elinin üstüne düştü; çocuk o küçük canavar, şimdi bu elin uçmasından korkuyormuş gibi pembe sedefli pençesini çekmekten çekiniyordu; bir süre birbirinize bakmaya cesaret edemeden kaldınız, sonra Hacer’in yüzü, elinin üstüne düştü, saçları, defterinin üstüne döküldü, gözleri sana dikildi. Oh… Gençlik! Gençlik! Hacer, seni o zamandan beri seviyordu… Emin olabilirsin ki Ferdi Efendi’nin seni bugün umutlandırdığı büyük armağan, Hacer’den başka bir şey değildir. Hacer ne demektir, bilir misin? (Yaşlı adam sinirli bir hareketle genç adamın elini tuttu.) Mavi gözlü, sarı saçlı, bir bahar bulutu gibi beyaz, bir su çiçeği gibi ince; on dört yaşında bir kız şeklinde yüz bin lira! Yüz bin lira! İşitiyor musun? Bu sözcüğün korkunçluğu seni titretmiyor mu? Yüz bin lira! Ah! Bu, o kadar büyük bir şeydir ki, adı ağzıma sığmıyor sanıyorum.”

İsmail Tayfur, küçümsemeyle dolu kaygılı bir bakışla baktı; omuzları, o yüz bin lirayı hor görürcesine yukarı kalktı; kararındaki kuvveti gösterecek bir sesle, “İnanınız ki, Hacer’i almayacağım!” dedi.

Hasan Tahsin Efendi, dünyada işittiği en garip düşüncelerin aşırısını görüyormuş gibi şaşkınlıkla dolu gözlerini açtı; bir süre sessiz, hayran, İsmail Tayfur’a baktı; bir şey söylemek için dudakları titredi, sonra aklına başka bir şey gelmiş gibi başını silkerek “İnan ki, Hacer’i alacaksın.” dedi.

Artık konuşmayı sürdürebilmek ellerinde değildi; yürümeye başladılar, şimdi sessiz, geri dönüyorlardı.

Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?