Ölüm

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

İki yüzyıl boyunca bir yargıç soyu Béraud du Châtel’i ağırlayan, Saint-Louis Adası’ndaki babasının kasvetli evinde geçen çocukluğunu hatırladı. Sonra “Rougon” soyadını, yerden altın kazıyan bir tırmığınki gibi kulak tırmalarcasına o iki heceli “Saccard” soyadına satan bu adamla ve o fakir zihnini günden güne bulandıran zenginlik içindeki ani evliliğini düşündü. Daha sonra çocuksu bir neşe ile aklına, küçük kız kardeşi Christine ile eskiden oynadığı keyifli tüy top oyunları geldi. Bir sabah, son on yıldır içinde yaşadığı hayal dünyasından uyanacak; kocası hakkındaki vurgunculuk yaftalarından sebep itibarının zarar görmesine çok sinirlenecekti. Bu düşünceler, önsezi gibi beliriverdi. Ağaçların iniltileri yükseldi. Bu utanç ve cezanın rahatsızlığında Renée, derinlerde bir yerde uykuya dalmış saygın burjuva ailesinin içgüdülerini uyandırmış ve bu kara geceye, kumaş parçalarına artık bir servet harcamayacağına ve yatılı okuldaki mutlu günlerinde, kızlarla hep birlikte çınar ağacının altında yuvarlanırlarken söyledikleri, Artık ormana gitmeyeceğiz şarkısında hissettiği gibi masum zevkler bulacağına dair söz vermişti.

O sırada merdivenlerden inmek üzere olan Céleste’in, Madam’ın kulağına: ‘‘Mösyö sizi aşağıda bekliyor, şimdiden birkaç konuk salona teşrif etmiş bile.’’ fısıldaması ile Renée ürperdi. Omuzlarını donduran keskin havayı fark etmemişti. Aynasının yanından geçerken durdu ve kendine şöyle bir baktıktan sonra, istemsiz bir gülümseme ile aşağı indi. Neredeyse tüm konuklar gelmişti. En önce yirmili yaşlarında, incecik beyaz elbisesi ile kız kardeşi Christine’i gördü. Daha sonra sırası ile altmışlı yaşlarında, siyah saten elbisesinde son derece zarif, Aubertot noteri ile evlenen dul halası Élisabeth; zayıf, tatlı ve yaşını belli etmeyen, hafif donuk tenli ve seçtiği elbise rengi ile daha da donuk görünen kocasının kız kardeşi Sidonie Rougon; Mareuil ailesi ve eşinin ölümünün yasından yeni çıkmış, uzun boyu, bitkin ve ciddi yüzü ile uşak Baptiste’in yakışıklılığına sahip Mösyö de Mareuil ve onun on yedi yaşında, cılız, hafif kamburu çıkık, kırmızı puantiyeli elbisesi ve beyaz fuları ile hastalıklı bir zarafete sahip kızı zavallı Louise; şık giyimli, ciddi görünümlü, solgun yüzlü ve pek konuşmayan bir grup adam; sarı elbisesi ile Markiz d’Espanet ve sarışın, morlar içinde kıyafetinde Madam Haffner’in ayrılmaz ikilisi olduğu yüksek sosyete beş altı kişilik bir kadın grubunun etrafında dört dönen çapkın tipleri ve ardına kadar açık yelekleri ile bir grup genç erkek ve son olarak Renée’nin selamını almadığı, karşılıksız bir aşkın hüznüne sahip gözleriyle bir süvari… Halıyı süpüren etek kuyruklarının ortasında ise ertesi gün Saccard’ın bir işini halledecek olan iki zengin duvar ustası müteahhit Mignon ve Charrier; ayaklarında botları, siyah fraklarının arkasında bağlı elleri ile ağır ağırdolanıyorlardı.

Kapının yanında duran Aristide Saccard, bir yandan resmî görünümlü adamlarla güney lehçesi ve genizden konuşması ile sohbet ederken bir yandan da gelenleri selamlıyordu. Konuklarla el sıkışan, onlara methiyeler yağdıran ve karşılarında kukla gibi eğilen bu kısa boylu, sıska adamda dikkat çeken tek şey; gösterişli nişan kurdelesiydi.

Renée’nin salona girişi, bir hayranlık mırıldanması ile karşılandı. Birbirlerine sarmaşıklarla bağlanmış menekşelerden bir demetle süslü ön kısmı, bol fırfırlı eteğinin arkası ve özel İngiliz dantelleri ile işli zarif, saten, yeşil elbisesinde Renée; ilahi bir güzelliğe sahipti. Büstü, omuzlarında biten menekşe demetlerinin ardında açık kolları ve göğüs uçlarına kadar dekolteli bu zengin elbise; kutsal meşe ağacından çıkan bir orman perisi edasında tül ve satenleri aralayarak tüm çıplaklığı ile beyaz gerdanı ve narin bedeninin bu yarı özgürlükten öylesine mutlu göründüğü, elbisenin geri kalanının da neredeyse kayıp gitmesine izin vereceği eşsiz bir zarafet ile taşıyordu. Tepeden, bir sarmaşık sapı ile dolanarak bir menekşe düğümüne tutturulan miğfer şeklinde topuz toplanmış sırma sarısı saçları; tüm bu çıplaklığı ensesinde de vurguluyordu. Boynunda, kusursuz şeffaflıkta bir kolye ve alnında pırlantalı gümüş dallarla örülmüş bir başlık vardı. Birkaç saniye, ışıkların altında nemlenmiş omuzları ve büyüleyici elbisesi ile eşikte öylece durdu. Hızla aşağı indiği için nefes nefese kalmıştı.

Monceau Parkı’nın karanlığının gölge düşürdüğü gözlerini, ani bir ışık parlaması ile miyobunun sebep olduğu tereddütle kırpıştırırken müthiş görünüyordu. Küçük Markiz onu görür görmez koltuğundan fırlayıp koşar adımlarla Renée’ye doğru ilerleyerek iki elinden tutmuş; kadını baştan aşağı inceledikten sonra yumuşak bir sesle: ‘‘Ah, bu ne güzellik böyle?’’ demişti. O sırada salonda büyük bir hareketlilik vardı. Tüm konuklar Renée’yi, Madam Saccard’ı selamlıyorlardı. Tüm beyler ile tokalaştıktan sonra, kardeşi Christine’e sarıldı. Christine, Monceau Parkı yanındaki bu konağa hiç uğramayan babalarını sordu. Kolyesine ve saçına tutturduğu başlığına yöneltilen bakışların altında Renée, hiçbir şey söylemeden yüzünde bir tebessümle kardeşini sarmalamaya ve başıyla kalabalığı selamlamaya devam etti.

Sarı saçlarıyla Madam Haffner, uzun uzun Renée’nin mücevherlerine baktıktan sonra merakına karşı koyamayarak ona doğru yaklaştı ve imalı bir ses tonuyla: ‘‘Şu kolye ve başlığa da bakın…’’ dedi. Renée, nispet yaparcasına başını kolyesine doğru eğdi. Bunun üzerine tüm kadınlar Renée’nin etrafına doluşarak bu büyüleyici, kutsal güzellikteki mücevherlere methiyeler yağdırmaya başladılar. Kalabalığın dağılması ile kadınlar büyük bir kıskançlık içinde Mösyö Saccard’ın, Laure d’Aurigny’nin satışından aldığı bu mücevherleri Renée gibi ucuz bir kadının üzerinde görmelerinin kendileri gibi soylulara hakaret sayıldığından yakındılar. Yakınışlarında tüm Paris’in bir fahişenin vücudunda gördüğü mücevherleri, belki kulaklarına bu kadının rezilliklerinden birkaçını fısıldayacakları düşüncesi ile kendi tenlerinde hissetme arzularının acınası yankısı duyuluyordu. Ardından göz kamaştırıcı kaşmir ve dantellerden bahsetmeye başladılar; Renée’nin üzerinde taşıdığı neredeyse her parçanın fiyatını biliyorlardı. Başlık on beş bin frank, kolye ise elli bin franktı. Markiz d’Espanet, Mösyö Saccard’ı harcadığı servetin heyecanıyla yanına çağırdı. Aristide Saccard yaklaşırken ‘‘Sizi kutlamama izin verin! Ne harika bir kocasınız…’’ cümlelerini duyunca mütevazılığını hanımların önünde eğilerek göstermek istedi ancak yüzündeki sırıtma, gizlemeye çalıştığı kıvanca ihanet ediyordu. Bir yandan da göz ucu ile birkaç adım ötede durmuş mücevherlere harcanan paraları saygıyla dinleyen iki servet sahibi duvar ustası müteahhide bakıyordu. O anda siyahlara bürünmüş Maxime salona girdi ve babasının yanına geçip içtenlikle omuzuna yaslanarak karşılarında duran iki müteahhiti işaret etti. Aristide Saccard’ın yüzünde, ayakta alkışlanan bir aktörün ihtiyatlı gülümsemesi vardı.

Birkaç konuk daha gelmişti. Şimdiden salonda en az otuz kişi vardı. Konuşmalardan yükselen uğultuların kısa süreli sessizliklerinde, duvarların arkasından gümüş sofra takımlarının takırtıları duyuluyordu. Kısa bir süre sonra Baptiste, iki kanatlı kapıyı görkemli bir şekilde açarak bir tören sunarcasına: ‘‘Akşam yemeği hazır, Madam…’’ dedi. Kalabalık, yavaşça yemek salonuna gitmek üzere toplandı. Kolunu Markiz d’Espanet’nin omuzuna atmış Aristide Sac-card, herkesin saygı ile önünde eğildiği yaşlı bir adam olan Senatör Gourad’nın koluna girmiş Renée ve babasının ricası üzerine gönülsüz bir şekilde kolunun altına aldığı Mareuil ailesinin kızı Louise ile Maxime’i, en sonda kollarını sıyırarak ilerleyen iki müteahhit ve diğer konuklar, çift sıra hâlinde takip ettiler.

Yemek odası cilalı armut ağacı ile tavana kadar kaplı, ince altın şeritlerle süslenmiş büyük, kare bir odaydı. Duvarda dört büyük natürmort tablo asılacak kadar alan boş duruyordu. Kuşkusuz, sanata yapılacak harcamalar Aristide Saccard için mücevherler kadar önem arz etmiyordu. Tabloların yerine gerilmiş koyu yeşil bir kadife kumaş; mobilya, perde ve kapılarda devam ediyor ve avizelerden yayılan ışığın tüm ihtişamını yemek masasına yoğunlaştırmak için önceden düşünülmüş gibi odaya bir ağırlık ve ciddiyet kazandırıyordu. O anda, ayak seslerini bastıran koyu renkli İran halısının ortasında, avizelerden yayılan parlaklığın altında altın geçişli siyah arkalıklı sandalyelerin karanlığıyla kuşattığı göz kamaştıran beyaz örtüsü üzerinde kristallerin ve gümüş sofra takımlarının berrak yansımalarının çarpıştığı masanın çevresi, otuz kişiyi ibadete kabul eden bir sunak gibiydi. Oymalı sandalye arkalıklarının arasından, hantal büfenin ahşap işçiliği ve etrafında asılı kadife parçaları havada asılı puslu bir gölgenin ardındaymış gibi güçlükle seçilse de gözler doğal olarak yalnızca masanın görkemine çevriliydi. Masanın ortasında, melekleri kaçıracak kadar parlak bir sarı renkte oymalı mat metalden masa süsü duruyordu. Yanında ise bir boynuzdan salkımlar hâlinde uzanan çiçek demetleri ve bir koluyla baygın bir kadın, diğer koluyla da on mumlu meşale taşıyan satir4 tasvirinden iki şamdan duruyor ve şamdanlardan yükselen ışık, avizenin yakıcı parlaklığı ile buluşuyordu. Süslerin arasında büyüklü küçüklü simetrik olarak dizilmiş ısıtıcı fırınların yanlarında, ordövrlerin içinde bulunduğu deniz kabuğu şeklinde tabaklar; aralarına serpiştirilmiş Çin porselenleri ve kristal vazolar; çatal bıçak takımları ve çoktan masaya getirilmiş tatlı takımlarını tutan tepeleme meyvelerle dolu kâseler duruyordu. Uzayıp giden tabak takımları, bardaklar ordusu, su ve şarap sürahileri ile küçük tuzluklardan oluşan tüm bu kesilmemiş kristalden servis takımı; bir muslin kadar ince, hafif ve şeffaftı ki gölgeleri dahi yoktu. Şamdanlardan yayılan ışık bir alev topunun kıvılcımları gibi yemek takımlarının üzerine koşuyordu. Çatallar, kaşıklar ve sedef saplı bıçaklar ateşten çubuklara dönüşürken oluşan renk cümbüşü bardakları dolduruyor ve bu alev yağmurunun ortasında bir akkor kütlesi, bembeyaz masa örtüsünü kırmızıya boğuyordu.

 

Yemek odasına, hanımları kollarının altına alarak giren beylerin yüzlerinde gizemli bir mutluluk ifadesi vardı. Çiçekler, konağın boğuk havasına bir canlılık getiriyordu. Pişen yemeklerin kokusu, gül kokularına karışıyordu. Kerevitlerin keskin kokusu, limonların ekşi kokusunu bastırıyordu. Konuklar, menü kartının arkasında adlarını bulup yerlerine geçerlerken ipek elbiseleri buruşturan sandalyeler gıcırdıyordu. Siyah elbiselerle kuşanmış omuzlarda elmaslar, süt beyazı masanın yüzünde bir gülümseme gibi parlıyordu. Yemek servisi başladığında konukların arasında geçen gülüşmelerin ani sessizliğinde, kaşıkların şangırtısı kulakları sağır ediyordu. Baptiste bir devlet adamı ciddiyeti ile başkâhyalık görevini yerine getiriyordu. O gece emrinde; konağın iki uşağı haricinde, yalnızca özel akşam yemeklerinde görev alan dört uşak daha çalışıyordu. Baptiste çıkan yemekleri odanın köşesinde tabaklara bölüştürdükten sonra üç uşak, onları alıp ellerinde tabaklarla masanın etrafında dolaşarak alçak sesle konuklara yemekleri servis ediyordu. Diğer uşaklar da ekmekleri hazırlıyor ve şarapları sürahilere dolduruyorlardı. Başlangıç ve ana yemek servisi, kadınların inci gibi gülüşleri şarap eşliğinde daha da keskinleşmeden sessizce sunuldu ve kaldırıldı.

Kalabalık o kadar fazlaydı ki her kafadan başka bir ses çıkıyordu. Başlangıç ve ana yemeklerin yerini rosto ve tatlı öncesi hafif atıştırmalıklar; Léoville ile Chatêau-Laffite gibi hafif şarapların yerini Bourgogne, Pommard, Chambertin marka ağır şaraplar aldıkça yükselen kahkahalar incecik kristalleri çınlattı.

Masanın ortasında Renée, sağında Baron Gouraud, solunda eskiden mum imalatçılığı yapmış şimdi ise belediye meclis üyesi, Bağcılık Kredisinin yöneticisi ve Fas limanlarının yönetim kurulu üyesi Mösyö Toutin-Laroche vardı. Madam d’Espanet ve Madam Haffner’in karşısında oturan Mösyö Saccard ise pohpohlayıcı bir sesle, ‘‘Sevgili ortağım, sayın yöneticim…’’ naraları atıyordu. Masanın devamında politikacılar yer alıyordu. Yılın sekiz ayını Paris’te geçiren Vali Mösyö Hupel de la Noue, geniş Alsaslı yüzü ile Mösyö Haffner’in de aralarında bulunduğu üç milletvekili, sonra yakışıklı bir genç delikanlı olan Mösyö de Saffré, bir Bakan sekreteri Mösyö Michelin, karayolu dairesi başkanı ve diğer kıdemliler… Daimiler Komitesi adayı olan Mösyö Marceuil, gözlerini diktiği Vali’nin karşısında oturuyordu. Mösyö d’Espanet’e gelince karısına hiçbir sosyal etkinlikte eşlik etmezdi. Saccard ailesinin kadınları, en önde gelen şahsiyetlerin arasına yerleştirilmişti. Aristide Saccard; kız kardeşi Sidonie’yi masanın sonuna, sağında Sör Charrier, solunda da Sör Mignon olacak şekilde iki müteahhidin arasına özellikle oturtmuştu. Büro şefinin esmer ve tombul eşi Madam Michelin ile Mösyö de Saffré yan yana oturuyor; alçak sesle sohbet ediyorlardı. Masanın her iki ucunda ise Danıştay denetçileri, veliahtlar, giderek zenginleşen genç milyonerler, Renée’ye umutsuz bakışlar atan Mösyö de Mussy, gönlünü sağında oturan Louise de Mareuil’e kaptırmış gibi görünen Maxime ve gençler bulunuyordu. Aralarında yükselen kahkahalarının neşesi giderek tüm masaya yayıldı.

Tam o sırada Mösyö Hupel de la Noue kibarca, ‘‘Bu gece Ekselanslarını görme şerefine erişecek miyiz?’’ diye sordu. Saccard önemli bir sırrı gizliyormuş gibi panikle: ‘‘Korkarım ki hayır. Ağabeyim şu sıralar oldukça meşgul. Özürlerini iletmek için bu geceye, sekreteri Mösyö de Saffré’yi gönderdi.’’ cevabını verdi. Madam Michelin’in tekeli altında olan genç sekreter, adını duyar duymaz başını kaldırarak bir cevap vermesi gerekiyormuşçasına rastgele: ‘‘Evet, evet. Bu akşam saat dokuzda Mühürdar ile toplantısı var.’’ dedi. Bir anda sözü kesilen Mösyö Toutin-Laroche, belediye meclislerindeki saygın sessizliğe hitap ediyormuş gibi ciddi bir tavırla: ‘‘Sonuçlar harika. Bu şehir kredisi, çağın en iyi finansal operasyonlarından biri olarak hatırlanacak. Ah, beyler!’’ derken sesi bir kez daha masanın diğer ucundan yükselen kahkahalarda boğulmuştu. Bu kahkaha tufanının ortasında yalnızca, bir fıkra anlatan Maxime’in sesi duyuluyordu: ‘‘Bir yol bekçisi tarafından durdurulan Amazon kadınının, onunla evlenmek istediği söylenir. Evlenebilmek için de adamı kallavi bir eğitimden geçirdiği anlatılır. Sırf dizindeki beni, kocasından başkası göremesin diye…’’ Kahkahalar tekrardan yükseldi. Louise’in katıla katıla gülüşü, beylerin sesini dahi bastırıyordu. Bu eğlencenin arasında her bir uşak, sağırlarmış gibi ciddi bir kayıtsızlık ile konukların arasında ızgara yaban ördeği servisini yapıyordu.

Aristide Saccard, Mösyö Toutin-Laroche’a yapılan saygısızlıktan rahatsız olarak: ‘‘Şehir kredisi diyordunuz…’’

Mösyö Toutin-Laroche, olanları saygı ile karşılayacak kadar ince bir adamdı. Tüm naifliği ile kahkahalar biraz olsun dindiğinde:

‘‘Ah, beyler! Yönetimimizin dün gece alçakça bir saldırı ile karşı karşıya kalması bizim için bir teselli oldu. Konsey, şehri yıkıma götürmek ile suçlanıyor ve görüyorsunuz ki şehir kredi açar açmaz bu sızlayanlar da dâhil olmak üzere herkes parasını bize getiriyor.’’

Aristide Saccard: ‘‘Harikalar yaratıyorsunuz. Paris, tüm dünyanın başkenti hâline gelecek.’’ dedi.

Mösyö Hupel de la Noue, Saccard’ın sözünü keserek:

‘‘Evet, gerçekten harikulade! Gerçek bir Parisli olarak benim, memleketimi artık tanıyamadığımı hayal edebiliyor musunuz? Harikulade bir iş çıkartıyorsunuz, harikulade!’’ Şimdi ise masa, büyük bir sessizliğin hükmünde idi. Tüm konuklar, can kulağı ile Mösyö Toutin-Laroche’u dinliyordu.

‘‘Paris’in dönüşümü, imparatorluğun şanı olacak. İmparator’un ayağının altını öpmeleri gerekirken halk, nankörlük ediyor. Bu sabah konsey toplantısında da kredinin başarısını tartışırken söylediğim gibi beyler, bırakın muhalefetin gevezeleri ‘Paris’i yıkmak, onu verimli kılmaktır.’ naralarını diledikleri kadar atsınlar.’’ Aristide Saccard, bu deyişin özünü tatmak istercesine gözlerini kapatarak gülümsedi. Madam d’Espanet’nin sırtından Mösyö Hupel de la Noue’ya doğru eğilerek: ‘‘Tapılası bir zihin…’’ diye fısıldadı.

Paris’in değişimi ile ilgili konuşmalar ilerlerken Sör Charrier muhabbete katılmak istercesine boynunu uzatmış, ortağı Sör Mignon ise yalnızca Madam Sidonie ile ilgileniyordu. Aristide Saccard, yemeğin başından beri göz ucu ile izlediği bu iki müteahhide dönerek hoyratça bir pohpohlama ile:

‘‘Yönetimin destekçisi oldukça fazla. Herkes bu büyük projeye katkı sağlamak için can atıyor. Zengin şirketlerin yardımı olmasaydı şehir böyle hızlı bir ilerleme kaydedemezdi. Mösyö Mignon ve Charrier bu konu hakkında oldukça bilgi sahibi. Üzerlerine düşeni yaptılar ve şimdi bu zaferden paylarını alacaklar.’’

İki zengin duvar ustası bu inceliksiz iltifatı zevkle kabul ettiler. Mösyö Mignon kendisine o sırada, ‘‘Beni şımartıyorsunuz Mösyö, ne yazık ki pembe benim için çok genç kaçar.’’ diyen Madam Sidonie’nin sözünü Aristide Saccard’a cevap vermek için keserek; ‘‘Çok kibarsınız, biz sadece işimizi yaptık.’’ dedi. Mösyö Charrier daha işinin ehli bir adamdı. Kadehindeki Pommard marka şarabı yudumlarken:

‘‘Paris’in yenilenmesi, işçinin can damarı oldu.’’

Mösyö Toutin-Laroche cevap olarak: ‘‘Finans ve endüstriye müthiş bir katkı sağladıklarını söyleyebiliriz.’’ diye devam etti. Duyduğu gururun zevki ile Mösyö Hupel de la Noue:

‘‘İşin sanatsal boyutunu da unutmamak gerek. Yeni yapılan bulvarlar müthiş görünüyor.’’ Mösyö de Mareuil ise bir şeyler söylemiş olmak için mırıldanarak:

‘‘Evet, evet. Her şey harika.’’

Ciddi bir tavır ile önemli konular haricinde ağzını açmayan Vekil Haffner:

‘‘Giderlere gelince olması gerektiği gibi bedelini çocuklarımız ödeyecek.’’

Bunu söylerken az evvel güzel Madam Michelin’in gözlerini devirdiği Mösyö de Saffré’ye bakıyordu. Genç sekreter bu bakışın ardından bir şey söylemesi gerektiğini düşünerek: ‘‘Olması gerektiği gibi, kesinlikle.’’ diye ekledi.

Masanın orta kısmını oluşturan ciddi adamların hepsi artık gecenin sahipleri idi. Büro şefi Mösyö Michelin gülümseyerek başını sallıyordu. Onun iletişim kurma şekli gülümsemelerden ibaretti. Selamlamak, yanıtlamak, onaylamak, teşekkür etmek ve veda etmek için şüphesiz, terfi sürecinde sarf edeceği sözleri kontrol etmeye çalışmaktan daha kibar ve uygun bir yöntem olduğunu düşündüğü farklı gülümsemelerden oluşan bir koleksiyonu vardı. Masada, yemeğini uykulu bir öküz gibi ağır ağır çiğneyerek sessizliğini koruyan bir başka kişi daha vardı. Baron Gouraud, gece boyu tabağının seyrinde kaybolmuştu. Ona her türlü ilgiyi gösteren Renée, hafif memnuniyet homurdanmalarından başka bir şey işitmemişti. Başını kaldırıp yağlı dudaklarını sildikten sonra kurduğu, ‘‘Bir ev sahibi olarak daireyi tamamladığım ve boyadığım anda kirayı yükseltirim.’’ cümlesi herkesi şaşkına çevirmişti. Mösyö Haffner’in “Çocuklarımız ödeyecek.” söylemi, Senatör’ü heyecanlandırmayı başarmıştı. Herkes ihtiyatlı bir şekilde ellerini çırparken Mösyö Saffré haykırarak:

‘‘Ah, harika! Harika! Bunu yarın gazetelere göndereceğim.’’

Sör Mignon, Baron’un söylemlerinin coşturduğu gülümseme ve hayranlığı özetlemek adına: ‘‘Haklısınız, beyler! Güzel zamanlarda yaşıyoruz. Bu işten servet kazanan birkaç kişi tanıyorum. Görüyorsunuz, para kazanıldığı sürece her şey çok güzel.’’ dedi.

Bu son cümlenin ardından masadaki ciddi adamlar donakaldı. Masadan çıt çıkmıyor, herkes yanındaki ile göz göze gelmekten kaçınıyordu. O sırada Aristide Saccard’a hoş bir gülümseme ile bakan Michelin, bir an için duvar ustasının söyledikleri konak sahibini hedef alıyor korkusu ile gülüşünü soldurdu. Sör Mignon ile göz göze gelen Madam Sidonie, bu fırsatı kaçırmayarak kesilen sözünü tamamlamak için:

‘‘Demek pembe rengini seviyorsunuz, Mösyö?’’

Saccard ise Madam d’Espanet’ye uzun iltifatlar ediyor; esmer ve kurnaz yüzü, arkasına yaslanmış kıkırdayan kadının süt beyazı omuzlarına değiyordu.

Sıra tatlı servisine gelmişti. Uşaklar, masanın etrafında hızlı adımlarla dolaşıyorlardı. Masa örtüsü meyve ve tatlılarla donatılırken bir duraksama oldu. Bir uçta, Maxime’in yanında oturan Louise’den huysuzca bir ses tonu:

‘‘Sizi temin ederim ki Sylvia, ‘Dindonnette’ rolünü canlandırırken mavi saten bir elbise giymiştir.”

Ardından çocuksu bir ses:

‘‘Evet ancak elbisenin üzerinde beyaz dantel işlemeleri vardı.’’

Yemek odasının yükselen ısısında kızaran yüzler, bir iç huzur ile yumuşamış gibi görünüyordu. İki uşak, masanın etrafında gezinerek Alicante marka İspanyol şarabı ve Tokaj marka Macar şarabını bardaklara dolduruyordu.

Renée, yemeğin başından beri dalgın görünüyordu. Yüzüne mıhladığı bir gülümseme ile konağın sahibesi görevini yerine getiriyordu. Maxime ve Louise’nin iki yakın arkadaş gibi şakalaşırlarken etrafa saçtıkları neşelerini imrenerek izliyordu. Ciddi adamlar ve muhabbetleri, Renée’yi usandırmıştı. Markiz d’Espanet ve Madam Haffner, onu umutsuz bakışlarla seyrediyorlardı. Aristide Saccard aniden Mösyö Hupel de la Noue’ya dönerek: ‘‘Önümüzdeki seçim hakkında neler düşünüyorsunuz?’’ dedi. Mösyö Hupel de la Noue gülümseyerek: ‘‘Çok iyi sonuçlanacağına eminim ancak adayımızı henüz belirlemedik. Zannediyorum ki Bakan’ın bu konuda tereddütleri var.’’ cevabını verdi. Bu konuda diken üzerinde olan Mösyö Mareuil, konuyu açtığı için göz ucu ile Saccard’a teşekkür etti. Vali’nin, ona doğru dönüp: ‘‘Ülke genelinde hakkınızda pek çok duyum aldım, Mösyö. Mülkiyetleriniz size çok sayıda arkadaş sağladı. İmparator’a olan bağlılığınız da herkesçe biliniyor. Şansınız oldukça yüksek.’’ sözlerini işitince yüzü kızardı ve mahcup bir baş selamı verebildi. Maxime masanın bir ucundan bağırarak: ‘‘Baba, küçük Sylvia’nın 1849’da Marsilya’da sigara sattığı doğru mu?’’

Aristide Saccard duymazlıktan gelirken genç adam kısık bir sesle: ‘‘Babam kendisini şahsen tanıyordu.’’

Bir süredir saklı kahkahalar yeniden duyuldu. Mösyö Mareuil mahcup selamlaşmasına devam ederken Mösyö Haffner’in tumturaklı sesi: ‘‘İçinde bulunduğumuz çıkarcı demokrasi günlerinde İmparator’a bağlılık, tek erdem ve tek vatanseverlik biçimidir. Her kim İmparator’u seviyorsa Fransa’yı seviyor demektir. Mösyö’nün meslektaşımız olmasından memnuniyet duyarız.’’ diye yükseldi.

Konuşma sırası kendisine gelince Mösyö Toutin-Laroche: ‘‘Mösyö kazanacaktır. Büyük servetler tahtın etrafında toplanmalıdır.’’

Renée artık dayanamıyordu. Markiz d’Espanet, gözlerinin önünde esnemesini bastırmaya uğraşıyordu. Aristide Saccard lafa gireceği sırada tatlı gülümsemesi ile Renée: ‘‘Aman, dostum! Bize biraz acı ve biz kadınları politikanın gazabından kurtar.’’ dedi. Mösyö Hupel de la Noue, bir vali nezaketi ile kadınların haklı olduğunu belirterek kasabasında gerçekleşen edepsiz bir hikâyeyi anlatmaya başladı. Markiz, Madam Haffner ve diğer tüm kadınlar; hikâyenin bazı kısımlarına içtenlik ile güldüler. Vali, en masum ifadelere oldukça haylaz anlamlar yükleyen bol imalı, üstü kapalı ses tonlamaları ile oldukça etkileyici bir anlatım tarzına sahip idi. Sonrasında sırası ile Düşes’in ilk salı gününden, bir önceki gece oynanan burleskten, bir şairin ölümünden ve sonbaharın son yarışlarından bahsedildi. Eşref saatinde olan Mösyö Toutin-Laroche kadınları güllere benzetiyor; bir anda kapanan seçim konusunun kursağında kalan hevesi ile Mösyö Mareuil, yeni şapka modası hakkındaki söylemleri dinliyordu. Renée’nin dalgınlığı sürüyor; konuklar artık yemek yemiyordu. Sıcak bir rüzgâr masa boyu eserek bardakları bulandırmış, ekmeği ufalamış, tabaklardaki soyulmuş meyveleri karartmış ve servisin tüm nizamını yerle bir etmişti. Oyma gümüş saksılardaki çiçekler soluyordu. Konuklar tatlı artıklarının önünde, bir an için varlıklarını unutmanın mutluluğu ile ayağa kalkmaya cesaretleri olmaksızın öylece oturuyorlardı. Yarı bükülü bir kollarını masaya yaslamış, küçük yudumların ölçülü ve edepli sarhoşluğunda boş gözler ile etrafa bakıyorlardı. Gülüşler sönmüş, sesler dinmişti. Yemeği ve şarabı fazla kaçıran şık giyimli adamlar takımı, artık olduklarından daha da ciddiydiler. Kadınlar odanın ağır havasında, alınları ve boyunlarına kadar yükselen nemi hissettiler. Baş dönmesinin hafif soldurduğu yüzlerindeki ciddiyet ile oturma odasına doğru geçmeyi bekliyorlardı. Madam Haffner’in omuzları, bal mumu beyazlığına bürünmüş iken Madam d’Espanet kıpkırmızı olmuştu. Mösyö Hupel de la Noue bıçağının sapını inceliyor; Mösyö Toutin-Laroche kendisini yalnızca kafa sallayarak cevaplayan Mösyö Mareuil’e birbirinden alakasız şeyler anlatmaya devam ediyor; Mösyö Mareuil kendisine samimiyetsiz bir ifade ile gülümseyen Mösyö Michelin’e gözlerini dikmiş rüya görüyordu. Güzel Madam Michelin konuşmayı çoktan bırakmıştı. Yüzünde, masanın altından sarkıttığı elini şüphesiz bir cebir sorusu çözen adamın buruşuk yüzü ve çatık kaşları ile beceriksizce masaya yaslanmış Mösyö de Saffré tarafından tutmasının kızarıklığı vardı. Madam Sidonie süt ile yapılan her şeyi çok sevdiğini ve hayaletlerden korktuğunu anlatırken yüzlerini dirseklerine dayayarak güzel kadını dinleyen Sör Mignon ve Charrier mest olmuşlardı. Aristide Saccard bir ev sahibi olarak misafirlerini yerlerinden kalkamayacak kadar sarhoş ettiği bilincinin keyfine uzanmış Baron Gouraud’nun şehvetli yaşlı bir adamın kısa ve kalın parmakları, mor lekeler ve kızıl kıllar ile kaplı sağ eli ile beyaz örtülü masadan destek alarak akşam yemeğini sindirişini saygılı bir şefkat ile izliyordu.

 

Renée, kadehinin dibinde kalan son birkaç yudum şarabı hızla içti. Yüzünden alevler yükselmiş, alnındaki ve ensesindeki tüyler bir nefes üflenmiş gibi ürpermişti. Saf şarap içmiş bir çocuğun sessiz yüzü gibi dudakları ve burnu gerilmişti. Monceau Parkı’na düşmüş gölgeleri seyrederken aklına gelen yemekler, şaraplar, parlak ışıklar, rahatsız edici nefesler ve zevklerden oluşan iyi bir burjuva gecesi düşüncelerinden duyduğu rahatsızlığın ortasında boğuluyordu. Kendi hâllerindeki kız kardeşi Christine ve halası Élisabeth ile birbirlerine gülümsemiyor, neredeyse hiç konuşmuyorlardı. Bakışındaki merhametsizlik ile zavallı Mösyö de Mussy’nin gözlerini kendinden uzağa kaçırdı. Giydiği satenin hafifçe hışırdadığı sandalyesine yaslanarak arkasına dönmekten kaçınan kadının omuzları; konuşmaların ölmeye yüz tutmuş vızıltılarının ortasında Maxime ve Louise’in hâlâ eğlendikleri köşeden yükselen her bir kahkaha kopmasında, hafif bir ürpermeyi ele veriyordu.

Renée’nin arkasında, gölgelerin kenarında Baptiste; uzun boyu, bembeyaz teni, ciddi görünümü ve ev sahiplerini memnun eden bir uşağın kibri ile darmadağın masaya ve baygın konuklara hükmediyordu. Kadınların çıplak omuzlarının alevlerinin yanmadığı gözleri ile yitmeye yüz tutmuş onur zerrelerini korumaya çalışan Parisliler’e hizmet eden hadım uşak; bu sarhoş eden havada, avizeden saçılan sarı çiğ ışığın altında, boynunda gümüş zinciri ile dimdik duruyordu.

Renée, gergin bir tavır ile ayağa kalktı. Ardından herkes peşine takıldı. Kahve servisinin yapılacağı odaya geçtiler. Konağın büyük salonu; bahçeye dönük tüm ön cepheyi kaplayan geniş, upuzun bir oda, âdeta bir köşkten diğerine geçiş sağlayan bir tür devasa koridordu. Yerden tavana kadar ulaşan iki kanatlı büyük bir Fransız penceresi verandaya açılıyordu. Bu devasa koridorun tamamı altın ile ışıldıyordu. Hafif kemerli tavan, koca altın madalyonların etrafını sardığı paladyum gibi parıldayan gerçek dışı payandalar ile destekleniyordu. Kırmızı ipeklere asılmış kemeri çevreleyen gül bezemeleri ile göz kamaştırıcı çelenkler, erimeye yüz tutmuş bir metal gibi duvar boyunca akarak aynaların kenarlarına düşüyordu. Cilalı yer boyunca uzanan bir Aubosson halısı, mor çiçeklerini salona sergiliyordu. Damasko mobilyaların kırmızı ipekleri kapı ve perdelerde buluşuyor; şömine rafındaki devasa taş işlemeli saat, konsollara yerleştirilmiş Çin vazoları, Floransa mozaikleri işli iki uzun masanın ayakları ve pencere mazgallarına konulmuş saksılar damla damla altın terliyordu. Odanın dört köşesi; nizamın zarafeti ile salınan bronz yaldızlı zincirlere asılı avizeler ile aydınlanıyordu. Tavanın ortasından, saçtığı mavi ve pembe ışık damlacıklarının alevi ile odadaki tüm altın kaplamaları yakıp kavuran kristal kolyeli üç avize uzanıyordu.

Beyler kısa bir süre sonra tütün odasına çekildiler. Mösyö de Mussy, bir aile ferdi samimiyeti ile altı yaş büyük olduğu hâlde kolej zamanlarından tanıdığı Maxime’in koluna girerek onu terasa çıkardı. Bir puro yaktıktan sonra Renée hakkında acı acı yakınarak:

‘‘Bu kadının derdi ne? Onunla daha dün birlikteydik ve tüm güzelliği ile oradaydı ancak bugün, aramızda hiçbir şey yokmuş gibi davranıyor. Ben ona ne yaptım, ha? Sevgili dostum, en azından onunla konuşabilir ve onun yüzünden ne kadar acı çektiğimi söyleyebilirsen içimi biraz da olsa rahatlatmış olursun.’’

Maxime gülerek: ‘‘Ah, dostum… Bunu yapamam. Bu aralar kendinde değil ve onun sağanağına tutulmak istemem. Aranızdaki anlaşmazlıkları birbiriniz ile çözmeniz gerekecek.’’ dedi.

Havana purosundan bir fırt aldıktan sonra: ‘‘Size bir iyilik yapmamı istiyorsunuz, değil mi?’’

Mösyö de Mussy arkadaşlıklarının samimiyetine dayanarak yalnızca Renée’ye olan sadakatini kanıtlamak için bir fırsat dilediğinden bahsetti. Renée’ye duyduğu aşkın derinliğinde yok oluyordu. Maxime sonunda: ‘‘Eh, anlaştık. Onunla konuşacağım ancak hiçbir şey için söz vermiyorum. Beni başından atacağı kesin.’’ dedi.

Tütün odasına dönerek iki büyük uzanma koltuğuna oturdular. Mösyö de Mussy yarım saat boyunca çektiği acıyı betimledi. Üvey annesine nasıl âşık olduğunu ve Renée’nin onu fark etmeye nasıl tenezzül ettiğini neredeyse onuncu kez tekrarlıyordu. Maxime, purosu bitmeye yakın Renée’nin nasıl bir kadın olduğunu anlattı ve onun kalbini kazanabilmenin yolları hakkında öğütler dizdi. Aristide Saccard odaya girip beylerin birkaç adım ötesine oturduğu sırada, Mösyö de Mussy sessiz kalırken Maxime: ‘‘Yerinde olsam ona karşı pervasız olurdum. O, bundan hoşlanıyor.’’ diyerek sözlerini tamamladı. Tütün odası büyük salonun sonunda, kulelerden birinin içine inşa edilmiş yuvarlak bir odaydı. Zengin parçalar ile döşenmiş olsa da aşırılıktan uzaktı. Duvarlarda imitasyon ince ve renkli deriler, Cezayir kumaşından perdeler ile kapı kaplamaları ve yerin ortasında bir İran halısı seriliydi. Mobilyalar; taba rengi deri ile kaplanmış koltuklar, sedirler ve odanın mimari yapısına uygun yuvarlak bir divandan oluşuyordu. Tavandaki küçük avize, tek ayaklı yuvarlak masanın üzerindeki süslemeler ve şöminenin üzerindeki biblolar; uçuk yeşil Floransa bronzundandı.

4Mitolojide, yarı insan yarı keçi bir kır tanrısı.