Demir Yolu Çocukları

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

2. BÖLÜM
PETER’İN KÖMÜR MADENİ

Karanlıkta masanın üstündeki kibrit kutusunu arayan anne, “Bakın hele!” dedi. “Kim bilir ne korkmuştur zavallı farecikler. Onların sıçan olduklarını hiç sanmam.”

Kibrit kutusunu buldu. Mumu yaktı. Titreşen ışıkta herkes birbirine baktı. “Evet…” diye devam etti. “Bir şeyler olmasını hep isterdiniz. Oldu işte. Bu da bir serüven, değil mi? Bayan Viney’e ekmek, tereyağı, et ve daha başka şeyler almasını, akşam yemeğini hazırlamasını söylemiştim. Herhâlde yemek odasındadır aldıkları. Gidip bakalım.”

Yemek odasına mutfaktan geçiliyordu. Ellerindeki tek mumla yemek odası mutfaktan daha karanlık göründü çünkü mutfağın duvarları beyaz badanalıydı. Yemek odasının duvarları ise döşemeden tavana kadar koyu renk tahta ile kaplanmıştı. Tavanda da boydan boya ağır, siyah kirişler uzanıyordu. Odayı karışık, bir yığın tozlu eşya doldurmuştu. Bunlar kendilerini bildiklerinden beri yaşadıkları eski evlerinden getirilmiş olan kahvaltı odasının eşyalarıydı. O günler sanki çok gerilerde ve çok uzaklarda kalmış gibiydi.

Odada bir masa ve sandalyeler vardı ama akşam yemeği diye bir şey bulamadılar. Anne, “Öbür odalara bakalım.” dedi. Baktılar. Her odada aynı şaşırtıcı eşya yığını, ocak demirleri ve çanak çömlek, yerlerde bir yığın öteberi gördüler; ağza atılacak hiçbir şey yoktu.” Kilerde bile tek buldukları, paslanmış bir kurabiye tenekesiyle içinde alçı karıştırılmış kırık bir tabaktı. Anne, “Ne kötü bir yaşlı kadın bu!” dedi. “Parayı cebine atıp gitti ve bize yiyecek almadı.”

“Yemek yiyemeyecek miyiz öyleyse?” diye sorarak sıkıntıyla bir iki adım geri atan Phyllis bir sabun tabağına basarak kırdı.

Anne, “Yiyemeyecek olur muyuz?” dedi, “Yalnız, bodruma koyduğumuz büyük sandıklardan birini açmamız gerekecek. Bastığın yere lütfen dikkat et, olur mu Phil? Peter, ışık tut bana.”

Bodruma mutfaktan iniliyordu. Beş tane tahta basamak vardı… Çocuklar burasının hiç de iyi bir bodrum olmadığını düşündüler çünkü tavanı, mutfağınki kadar yüksekti. Tavana bir domuz gerdanı ve bel kemiği asılmıştı. İçeride odun, kömür ve büyük sandıklar vardı.

Anne büyük bir sandığı açmaya çalışırken Peter de mum tuttu. Sandık çok sağlam çivilenmişti. Peter, “Çekiç nerede?” diye sordu.

Anne, “Bana da o gerekli.” dedi. “Sanırım, çekiç de bu sandığın içinde. Şurada kömür küreğiyle ateş karıştırma demiri var.” Bunlarla sandığı açmaya uğraştı. Peter bu işi kendisinin daha iyi yapabileceğini düşünerek, “Ben bir deneyeyim.” dedi.

İnsan birisini ateş karıştırırken, kutu açarken ya da bir sicimdeki düğümü çözmeye çalışırken görünce hep böyle düşünür. Roberta da, “Ellerini acıtacaksın anne…” dedi. “Bırak ben yapayım.”

Phyllis, “Babam burada olsaydı, çoktan açmıştı sandığı.” diye söylendi. “Neden tekmeliyorsun beni Roberta?”

“Ben tekmelemedim.”

Bu sırada sandıktaki büyük çivilerden ilki gıcırtıyla çıkmaya başladı. Derken bir çıta kalktı. Onu, mum ışığında demir dişler gibi ışıldayan uzun çiviler uçlarında olduğu hâlde öbür çıtalar izledi. Anne, “Yaşasın!” dedi. “Mumlar var burada. Önce onları ele alalım. Kızlar, siz mumları yakın. Tabak gibi bir şeyler bulun. Biraz mum yağı damlatın. Mumları da dikine gelecek şekilde bu yağların üstüne yerleştirin.”

“Kaç tane yakalım?”

Anne keyifle, “Kaç tane isterseniz.” dedi, “Yeter ki neşeli olalım. Baykuşlarla farelerden başka kimse karanlıkta neşeli olamaz.”

Kızlar mumları yaktı. Phyllis’in çaktığı ilk kibritin başı fırladı ve eline yapıştı. Fakat Roberta’nın dediği gibi bu yalnızca küçük bir yanıktı. Bereket versin, böyle işkencelerin moda olduğu Eski Roma zamanında değillerdi, Phyllis’in bütünüyle yanması gerekirdi o zaman.

Yemek odası on dört mumun ışıltısıyla pırıl pırıl olunca Roberta kömür ve odun getirerek ocağı yaktı. Sonra büyüklüğe özenen bir ifadeyle: “Mayıs ayı için hava çok soğuk.” dedi.

Ocağın ve mumların aydınlığı, yemek odasının havasını çok değiştirmiş, duvarları kaplayan tahtalardaki süs oymalarını ortaya çıkarmıştı.

Kızlar çabuk çabuk odayı bir düzene soktular. Sandalyeleri duvar boyunca sıraladılar, öteberiyi bir köşeye yığıp görünmesin diye de önüne, babanın yemekten sonra oturmayı alışkanlık hâline getirdiği deri kaplı büyük koltuğu çektiler.

İçinde yiyecek dolu bir tepsiyle içeri giren anne, “Aferin çocuklar!” dedi. “Oda bir şeye benzedi. Ben bir masa örtüsü bulayım da…”

Masa örtüsü, doğru dürüst kilidi olan bir sandıktaydı. Sandık, kürekle değil, anahtarla açıldı. Masanın üstüne örtü yayıldı, ziyafet sofrası hazırlandı.

Herkes çok yorgundu fakat akşam yemeğinin değişik ve şirin görüntüsü onları keyiflendirmişti. Neler yoktu ki bu sofrada: çeşitli bisküviler, kutu sardalyaları, zencefil reçeli, kuru üzüm, şekerleme ve marmelat. Anne, “Emma Teyze’nin bunları sandığa koyması ne iyi oldu.” dedi. “Phil marmelat kaşığını sardalyaların içine koyma!” Phyllis, “Peki anne.” diyerek kaşığı bisküvilerin arasına koydu.

Roberta birdenbire, “Bardaklarımızı Emma Teyze’nin onuruna kaldıralım!” dedi. “Emma Teyze bunları paketlememiş olsaydı ne yapardık? Emma Teyze’ye…”

Bardaklar olmadığı için suları koydukları çay fincanlarını kaldırdılar.

Emma Teyze’ye karşı pek iyi davranmamış olduklarını hatırladılar. Emma Teyze, anne gibi insanın boynuna sarılma isteği duyacağı bir kimse değildi ama pekâlâ onları aç bırakmamayı becermişti.

Emma Teyze yatak örtülerini de hazırlamış, eşyaları taşıyan adamlar da karyolaları bir arada denk yapmışlardı. O bakımdan yataklar çabuk hazırlandı. Anne, “İyi geceler yavrularım.” dedi. “Evde hiç sıçan olmadığına güvenim var ama kapımı açık bırakacağım. Eğer bir fare gelecek olursa yalnızca bağırın yeter. Ben ona yapacağımı bilirim!”

Anne böyle dedikten sonra kendi yatacağı odaya doğru gitti.

Roberta, yolculuk esnasında kullandığı çalar saatinin sesiyle uyandı. Çok uzaklarda bir kilise çanının sesi gibi geldi ona. Bu arada hâlâ odasında dolaşmakta olan annenin ayak seslerini de duydu.

Roberta ertesi sabah hafifçe fakat amacına ulaşacak bir biçimde saçlarını çekerek Phyllis’i uyandırdı. Hâlâ uykudan ayılamamış olan Phyllis, “Ne… Ne var?” diye mırıldandı. “Haydi uyan artık, uyan! Yeni evdeyiz, unuttun mu? Ne hizmetçi var, ne bir şey. Kalkıp iş yapalım. Hiç gürültü etmeden kalkalım ve annem uyanmadan her şeyi hazırlayalım. Peter’i uyandırdım; biz giyinene kadar o da kalkmış olacak.”

Gürültü etmeden hızlıca giyindiler. Odalarında su yoktu elbette. Onun için aşağı indikleri zaman, avludaki tulumbadan fışkıran suyla yeterince yıkandılar. Biri tulumbayı çekiyor, öteki yıkanıyordu. Su üstlerine de sıçrıyordu ama ilginç bir yıkanma biçimiydi bu.

Roberta, “Leğende yıkanmaktan çok daha eğlenceli.” dedi. “Taşların aralarındaki otlara ve çatıdaki yosunlara bakın, nasıl da ışıldıyorlar… Hele çiçekler…”

Mutfağın arka yanına düşen tavan eğim yapıyor ve saçak çok aşağılara iniyordu. Tavan sazdan yapılmıştı; üstünde yosunlar, saksıgüzelleri, dam koruğu, bahçe şebboyları, saçağın uzakça bir yerinde de bir tutam mor bayrakçiçeği vardı. Phyllis, “Burası Edgecombe Villası’ndan çok, hem de çok daha güzel.” dedi. “Acaba bahçe nasıl?”

Roberta büyük bir içtenlikle, “Şimdi bahçeyi düşünmenin sırası değil. Eve girip işe başlamamız gerekiyor.” karşılığını verdi.

Ocağı yakıp üstüne çaydanlığı oturttular. Kahvaltı için kap kacağı hazırladılar. Aradıkları her şeyi bulamadılar ama söz gelişi, cam bir kül tablası mükemmel bir tuzluk oldu. Şöyle yenice bir fırın tepsileri olsaydı, ona da ekmek koyarlardı.

Yapabilecekleri daha başka bir şey kalmadığını görünce yeniden taze, parlak sabah aydınlığına çıktılar. Peter, “Şimdi bahçeye gideceğiz.” dedi.

Ama nedense bahçeyi bulamadılar. Evin çevresini dolanıp durdular. Arka yanı avlu kaplıyor, avlu boyunca ahırlar ve dış yapılar uzanıyordu. Evin öteki üç yanı da tarlalarla çevriliydi. Evi bu tarlalardan ayıran hiçbir şey yoktu. Bir akşam önce eve geldikleri zaman bahçe duvarını görmüşlerdi oysa.

Tepeleri bol olan bir topraktı burası. Aşağılarda demir yolu ve bir tünelin nar gibi açılmış ağzı görünüyordu. İstasyon görünürlerde yoktu. Ayak kemerleri vadinin bir ucunda uzanan büyük bir köprü vardı. Peter, “Bahçeyi boş verin!” dedi. “Aşağı inip demir yolu kıyısında bekleyelim. Geçen trenleri görürüz.”

Roberta alçak sesle, “Trenleri buradan da görürüz.” dedi, “Oturalım biraz.”

Otların arasından fırlamış büyükçe, yatık, boz renkli bir tasın üstüne oturdular. Tepenin yamacı boyunca bu taşlardan çok vardı. Kendilerini arayan anne, saat sekizde yanlarına geldiği zaman, onları, güneşin sıcaklığı altında, mutlu bir biçimde derin bir uykuda buldu.

Çocuklar ocakta güzel bir ateş yakmışlar, çaydanlığı da ateşin üstüne saat beş buçuk dolaylarında oturtmuşlardı. Saat sekiz olduğu zaman ise ocaktaki ateş sönmüş, çaydanlıktaki su kaynayıp kaynayıp tükenmiş, çaydanlığın dibi tutmuştu. Çocuklar kahvaltı sofrasını hazırlarken kap kacağı yıkamayı da akıl edememişlerdi. Anne, “Ama zararı yok.” dedi. “Yani, kap kacağın… Çünkü bir oda daha keşfettim… Unutmuştum ben böyle bir oda daha olduğunu. Nefis bir oda. Çay suyunu da tencerede kaynattım.”

Unutulan odaya mutfaktan geçiliyordu. Bir gece önceki telaş ve yarı karanlıktan oda kapısını dolap sanmışlardı. Dört köşe, küçük bir odaydı bu. Masasının üstüne de derli toplu bir biçimde söğüş et, ekmek, tereyağı, peynir ve bir pasta konmuştu. Peter, “Kahvaltı için pasta!” diye bağırdı. “İnanılır şey değil!”

Anne, “Ama bu senin sevdiğinden değil.” dedi. “Elma pastası. Biliyor musunuz, bütün bunlar dün gece hazırlanmış. Bayan Viney giderken bir de not bırakmış. Damadı kolunu kırdığı için eve erken gitmek zorunda kalmış. Bu sabah saat onda gelecekmiş.”

Kahvaltı nefisti. Kahvaltıya soğuk elma pastasıyla başlamak pek alıştıkları bir şey değildi ama pastayı söğüşe üstün tuttular. Peter biraz daha pasta istemek için tabağını uzatırken:

 

“Bu, kahvaltıdan çok öğle yemeği oldu.” dedi. “O kadar erken kalktık ki…”

Gün, sandık ve denkleri açmak, öteberiyi yerleştirmek için anneye yardımla geçti. Giyim eşyalarını, çanak çömleği ve daha bir yığın öteberiyi yerlerine taşırken altı küçük ayak da sağa sola koşmaktan bitkin düştü. Öğleden az sonra anne, “Evet.” dedi. “Bugünlük bu kadar yeter. Ben bir saat kadar uzanacağım ki yemek vakti bir tarla kuşu kadar neşeli olabileyim.”

Çocuklar bakıştılar. Üçünün de yüzleri aynı düşünceyi yansıtıyordu. Bu düşünce iki yönlüydü ve bir soru ile onun karşılığını kapsıyordu, “Nereye gidelim?”

“Demir yoluna.”

Böylece karar verilmiş oldu. Demir yoluna giderken de saklanmış olduğu yerde bahçeyi gördüler. Bahçe tam ahırların arkasındaydı. Dört bir yanı da yüksek duvarlarla çevrilmişti. Peter, “Boş verin şimdi bahçeyi!” diye bağırdı. “Annem bu sabah onun yerini söyledi bana. Yarma kadar bahçe bir yanda dursun. Biz demir yoluna gidelim şimdi.”

Demir yoluna giden yol bir inişteydi. Kısa çayırların örttüğü bu inişin orasından burasından da bir kurabiyenin tepesindeki şekerli meyve kabukları gibi katır tırnakları, boz ve sarı kayalar çıkmıştı.

Bu iniş sonunda dikleşiyor ve tahta bir çitle bitiyordu. Çitin ötesinde telgraf direkleri ve telleri, işaretler, pırıl pırıl parlayan çeliğiyle demir yolu uzanıyordu.

Çocuklar tahta çitin üstüne çıkmışlardı ki kendilerini demir yolu boyunca sağa, dik bir kayanın yüzünde açılan tünelin karanlık ağzına bakmaya iten gümbürtülü bir ses duydular. Az sonra tünelden acı acı bağırıp hırıldayarak bir tren çıktı. Gürültüyle yanlarından kayıp geçti. Çocuklar bu geçişin sarsıntısını bedenlerinde duydular. Tren geçerken demir yolundaki çakıllar da vagonların altında, yerlerinden oynayıp sesler çıkardı. Derin bir soluk alan Roberta, “Ohhh!” dedi. “Sanki koca bir canavar havayı yarıp geçiyor sandım. Alev saçan kanatlarıyla bizi yelpazelediğini fark ettiniz mi?”

Phyllis de, “Bir canavar ini de dışarıdan tıpkı bu tünele benzer, değil mi?” diye sordu.

Peter, “Yol alan bir trene böylesine yaklaşabileceğimizi hiç düşünmemiştim.” dedi. “Çok güzel bir sey bu.”

Roberta, “Oyuncak lokomotiflerden çok daha iyi, değil mi?”

“Bilmem ki… Onun da keyfi başka ama… Bütün bir tren amma da acayip ha! Ne de yüksek, değil mi?”

Phyllis, “Biz hep istasyonlardaki peronların ikiye böldüğü trenler gördük.”

Roberta, “Acaba bu tren Londra’ya mı gidiyordu?” diye söylendi. “Babamız Londra’da.”

Peter akıl verdi, “İstasyona gidip öğrenelim.”

Ve istasyona yöneldiler…

Demir yolu boyunca yürüyorlar; başlarının üstünde, telgraf tellerinin vızıltısını duyuyorlardı. İnsan trendeyken telgraf direkleri arasındaki açıklık öyle az görünür ve siz daha sayamadan direkler öylesine bir hızla birbiri ardına tellere asılır ki! Oysa yürürken telgraf direkleri hem daha azmış gibi gelir insana, hem de araları çok uzun sürer.

Ama, eninde sonunda çocuklar istasyona ulaştılar.

Daha önce içlerinden hiçbiri trene yetişmek, tren beklemek ve her seferinde bir an önce oradan uzaklaşmaktan başka istasyonlara karşı ilgi duymayan büyüklerin eşliğinde olmak dışında, böyle keyiflerince bir istasyonda bulunmamışlardı.

Daha önce hiçbiri, telleri görebilecek, makinenin sert, güçlü tıkırtılarından sonraki gizlemli “ping ping” sesini duyabilecek kadar bir işaret kulübesinin yakınından geçmemişti.

Keyifli bir gezi yolu olan rayların serildiği demir yolu traversleri, Roberta tarafından çabucak, köpürerek akan sel sularında atlama taşı görevi yapan bir oyun haline getirilmişti.

Sonra, istasyona bilet alınan yönden değil de korsanlar gibi peronun eğik yanından girmek… Bu da başlı başına bir keyifti.

Lambaların durduğu, duvarında Demir Yolu Takvimi olan ve bir gazetenin ardında yarı uyur yarı uyanık bir hamalın bulunduğu hamallar odasına şöyle bir göz atmak da keyifti.

İstasyonda birbirini kesen birçok hat vardı. Bu hatlardan bazıları sanki işten yorulmuş da artık emekliye ayrılmak istermişçesine alıştırma yerine uzanıyor ve orada kesiliyordu. Buradaki rayların üstünde yük vagonları duruyordu. Bir yanda da koca bir yığın kömür vardı. Ev kömürlüklerindeki gibi ulu orta bir yığın değildi bu. Yığın, kömürden bir yapı gibi yükseliyor, çevresini, tarihteki eski şehir resimlerini andırır biçimde, tuğlaya benzeyen iri iri kömür blokları tutuyordu. Bu kömürden duvarın tepesine yakın yerde de kireçle çizilmiş bir çizgi vardı.

İstasyon kapısının üstündeki gongun iki kez arka arkaya çınlayarak yankılanması üzerine hamal tembel tembel dışarı çıkınca Peter en terbiyeli haliyle ona “Nasılsınız?” dedi ve acele acele kömürün üstündeki beyaz işaretin ne anlama geldiğini sordu. Hamal, “Eğer biri kömür çalmaya kalkmışsa farkına varalım diye.” karşılığını verdi. “Anladın ya, sakın kömür aşırmaya kalkma küçük bey.”

Bu söz o zamanlar Peter’e pek şakacı geldi ve hamalın içten bir kimse olduğu kanısına vardı ama daha sonra bu sözler Peter’e başka anlamda yeniden söylendi.

Fırın yandığı gün bir çiftlik evi mutfağına hiç girdiniz ve büyük hamur çömleğinin, kabarması için ateşe konduğunu gördünüz mü? Eğer gördünüzse ve o zamanlar her gördüğünüzle ilgilenecek kadar küçük idiyseniz, parmağınızı, dev bir mantar gibi çömlekte kıvrılmış yatan yumuşacık, yuvarlak hamurun içine sokmaktan kendinizi alamamışsınızdır. Hatırlayacağınız gibi parmağınız hamurda bir çukur açmış, sonra yavaş yavaş bu çukur kaybolmuş ve hamur, parmağınızı sokmadan önceki görünümünü almıştır. Ama eliniz kirliyse elbette hamurda küçük, siyah bir iz de kalmıştır.

İşte babanın gidişi ve annenin mutsuzluğu karşısında çocukların duyguları da böyle olmuştu. Önceleri bu durum onları çok etkilemişse de bu etki uzun süreli olmamıştı.

Hiç unutmamakla birlikte, babanın yanlarında olmayışına, okula gitmeme ve anneyi pek az görmeye alışmışlardı. Anne, şimdi üst kattaki odasında durmadan yazı yazıyordu. Çay saatlerinde alt kata iniyor ve yazdığı öyküleri yüksek sesle çocuklara okuyordu. Çok tatlı öykülerdi bunlar. o kayalar, tepeler, vadiler, ağaçlar, kanal ve hepsinin üstünde demir yolu onlar için öylesine yeni ve öylesine sevindiriciydi ki… Villada eski yaşantıları uzak bir düş gibi kalmıştı.

Anne onlara birkaç defa, artık yoksul olduklarını söylemişti ama bu da onları, iş olsun diye söylenmiş bir sözden öte etkilememişti. Büyükler, anneler bile sık sık, sırf bir şey söylemiş olmak için böyle pek bir anlamı olmayan sözler söylerlerdi. Pekâlâ yeteri kadar yiyecekleri vardı. Eskiden olduğu gibi güzel elbiseler giyiyorlardı.

Fakat haziranda üç gün arka arkaya bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı ve hava da çok, pek çok soğudu. Kimse dışarı çıkamıyor, tir tir titriyordu. Çocuklar üst kata çıkıp annenin oda kapısını vurdular. Anne içeriden, “Evet, ne var?” diye seslendi.

Roberta, “Ocağı yakayım mı anne?” dedi. “Yakmasını öğrendim artık.”

Annenin karşılığı şöyle oldu, “Hayır yavrum. Haziranda ocak yakmamalıyız. Kömür öyle pahalı ki… Üşüyorsanız, tavan arasına çıkın, koşup oynayın. Isınırsınız.”

“Ama, anne, ocağı yakmak için ne kadarcık kömür gerekir ki?”

“O kadarcığı bile gözden çıkaramayız yavrum… Haydi gidin, oynayın. Çok işim var.”

Phyllis fısıltıyla Peter’e, “Annemin de hep işi var şimdi.” dedi. Peter karşılık vermedi. Omuzlarını silkti. Düşünüyordu.

Haydut mağarası yapılmaya çok uygun olan tavan arasında insanı başka bir düşüncenin uzun süre etkilemesine imkân yoktu. Haydut elbette Peter’di. Roberta da yardımcısı, çok güvendiği çetesi, aynı zamanda da hiç duraksamadan karşılığında büyük bir kurtarma parası -bakla- ödenecek olan kaçırılmış kız Phyllis’in ailesiydi.

Sahici dağ haydutları gibi heyecan ve neşe içinde çay için aşağı indiler.

Ama, Phyllis, tereyağı sürülmüş ekmeğine reçel de koymak isteyince anne, “Ya reçel ya da tereyağı yavrum.” dedi. “Hem reçel, hem de tereyağı değil. Şu sırada her türlü lüksten kaçınmak zorundayız.”

Phyllis sessizce tereyağlı ekmeğini bitirdi. Sonra reçelli ekmek yedi. Peter, açık çayını düşünceli düşünceli içti.

Çaydan sonra yeniden tavan arasına çıktıkları zaman Peter, kız kardeşlerine, “Ben bir şey düşündüm.” dedi.

Kızlar kibar kibar sordular, “Ne düşündün?”

Peter beklenmedik bir karşılık verdi, “Size söylemeyeceğim.”

Roberta, “Sen bilirsin.” dedi.

Phyllis de, “Söyleme!” diye atıldı.

“Bu kızlar da ne sabırsız şeyler oluyor.”

Roberta hor görürcesine konuştu, “Ya oğlanlar?.. Budalaca düşüncelerini sen kendine sakla.”

Peter, bir mucize gösterircesine, kızmayarak, “Bir gün öğrenirsiniz.” dedi. “Böyle kavga eder gibi konuşmasaydınız, sırf mertliğimden ötürü bir açıklama yapmak istemediğimi size söyleyebilirdim ama artık hiçbir şey öğrenemezsiniz benden, tamam mı?”

Peter’in bu konuda bir açıklama yapmaya kandırılması biraz zaman aldı. Yine de pek bir şey söylemiş olmadı, “Yapmayı düşündüğüm şeyi size söylemeyişimin tek nedeni, bunun belki de doğru bir şey olmaması. Böyle doğru olmayan bir şeye sizi de sürüklemek istemiyorum.”

Roberta, “Eğer yapacağın doğru değilse sen de yapma Peter.” dedi. “Bırak ben yapayım.”

Phyllis de, “Doğru olmasa bile sen yaptıktan sonra ben de yaparım Peter.” dedi.

Bu bağlılıktan oldukça etkilenen Peter şöyle konuştu, “Hayır, olmaz. Umutsuz bir iş bu. Benim tek başıma yapmam gerekir. Sizden tek istediğim, annem eğer benim nerede olduğumu sorarsa boşboğazlık etmemeniz.”

Roberta öfkeyle karşılık verdi, “Bir şey bilmiyoruz ki ne boşboğazlık edelim!”

Peter, elindeki baklaları parmaklarının arasından yere bırakırken, “Ne de olsa biraz biliyor sayılırsınız.” dedi. “Ama, ben size çok güvenirim. Yalnız başıma bir serüvene atılacağımı biliyorsunuz. Bazıları bunun doğru olmadığını düşünebilir. Ben öyle düşünmüyorum. Annem nerede olduğumu sorarsa madende oynadığımı söyleyin.”

“Ne madeni bu?”

“Siz yalnızca maden deyin, yeter.”

“Bize söylemen gerekir ama Peter.”

“Peki, söyleyeyim, kömür madeni. Sizi öldürseler de söylemeyeceksiniz.”

Roberta, “Kendini tehlikeye atman doğru değil Peter.” dedi. “Bizim de sana yardım etmemiz iyi olur.”

Peter alçak gönüllülük gösterdi, “Eğer bir kömür madeni bulursam, siz de kömürü arabayla taşırsınız.” Phyllis, “İstersen sırrını sakla yine.” dedi.

Roberta da ekledi, “Eğer saklayabilirsen.”

“Ben saklayacağım.”

Düzene çok düşkün ailelerde bile akşam çayıyla akşam yemeği arasında bir zaman vardır. Bu süre içinde anne genellikle yazı yazar, Bayan Viney de evine gitmiş olur.

Kafasına o fikrin doğuşundan iki gece sonra, akşamın alaca karanlığında Peter gizemli bir biçimde kızları işaretle yanına çağırdı, “Gelin benimle. Romalı Arabası’nı da getirin.”

Romalı Arabası, arabalığın üstündeki çatı arasında, uzun emeklilik yılları geçirmiş çok eski bir çocuk arabasıydı. Çocuklar bunu hava lastikli bir bisiklet gibi hiç gürültü etmeyecek durumda yağlamışlardı. Araba, yeni olduğu zamanlardaki gibi her buyruğa boyun eğer hale gelmişti. Peter kızlara, “Korkusuz önderinizi izleyin!” diyerek istasyona doğru inmeye başladı.

Üç kayanın ortasındaki küçük bir çukurun üstü, dikenli çalılar ve fundalarla örtülmüştü.

Peter durdu. Çukurun üstündeki çalı çırpıyı ayağıyla yana ittikten sonra, “İşte Aziz Peter Madeni’nin ilk kömürü.” dedi. “Bu kömürü arabayla eve götüreceğiz. Servisimiz kusursuzdur. Bütün istekler dikkatle karşılanır. Parçalar müşterinin isteğine göre hazırlanmıştır.”

Araba tıka basa kömürle dolduruldu fakat Peter kendisini at gibi arabaya koştuğu, kızlar arkadan ittiği, o da bir eliyle sıkı sıkıya kemerini tutup çektiği hâlde, arabayı yokuş yukarı çıkaramadıkları için yükü boşaltmaları gerekti.

Peter’in madenindeki kömürü annenin bodrumdaki kömürüne eklemek için üç sefer yaptılar.

Sonra Peter yalnız başına gitti, simsiyah ve esrarlı bir hava içinde döndü, “Kömür madenime gittim.” dedi. “Kara elmasları yarın akşam arabayla eve getiririz.”

Bir hafta sonra Bayan Viney, anneye son kömürlerin çok iyi yandığını söylüyordu.

Çocuklar basamaklarda bu sözleri dinlerlerken gülmemek için kendilerini ve birbirlerini zor tuttular. Kömür madenciliğinin iyi bir şey olmadığına dair vaktiyle Peter’in bir kuşku duyup duymadığını unutmuşlardı bile.

Fakat istasyon müdürünün, ayaklarına yaz tatilinde deniz kıyısında giydiği bir çift eski kum ayakkabılarını geçirip çevresinde kireçten çizgisiyle kömür yığınının durduğu avluya sessizce girmesi üzerine korkunç bir gece başlamış oldu. İstasyon müdürü kömür yığınına yaklaştı ve bir fare deliğinin başında bekleyen kedi gibi beklemeye başladı. Yığının tepesinde küçük ve siyah bir şey, gürültü etmemeye çalışarak bir şeyler yapıyordu,

İstasyon müdürü, üstünde:

“G. N. and S. R,
34576
Hemen White Heather Yan Hatlarına Dön!”

yazılı bir yaftası olan küçük, teneke bacalı bir fren vagonunun gölgesine gizlendi ve yığının üstündeki küçük şey, gürültüyü kesip yığının kıyısına gelerek dikkatle kendini aşağıya bırakıncaya ve sırtında bir yükle doğruluncaya kadar gizlendiği yerde, pusuda bekledi. Sonra kolu kalktı. Eli bir yakaya indi ve sırtında kömür dolu bir marangoz çuvalı olduğu halde tir tir titreyen Peter’i yakaladı, “Sonunda elime geçtin ha, küçük hırsız?!”

 

Peter elinden geldiği kadar sesinin titremesini önlemeye çalışarak karşılık verdi, “Ben hırsız değilim, madenciyim.”

“Bunu külahıma anlat sen benim!”

“Kime anlatırsam anlatayım, doğru söylüyorum.”

“Çeneni tut da yürü merkeze benimle bacaksız!”

Peter, hiç de kendisininkini andırmayan üzüntülü bir sesle karanlıkta, “Hayır hayır!” diye bağırdı. “Karakola götürmeyin beni.”

İstasyon müdürü, “Karakola değil.” dedi. “Önce bizim merkeze gideceğiz. Bir çete işi bu. Kim var senden başka?”

Üstündeki yaftada, “Stavely Colilery”, beyaz tebeşirle de “No:1 Yola İsteniyor” yazılı başka bir vagonun gölgesinden çıkan Roberta ile Phyllis, “Yalnız biz…” dediler.

Peter öfkeyle onlara bağırdı, “Beni mi gözetliyordunuz siz!”

İstasyon müdürü, “Seni gözetlemenin sırası gelmişti.” dedi. “Haydi, yürü merkeze.”

Roberta, “Hayır, hayır.” dedi. “Bizi nasıl cezalandıracağınıza burada karar verin. Peter kadar biz de suçluyuz. Kömürün taşınmasına biz yardım ettik. Nereden aldığını da biliyorduk kömürü.”

Peter, “Hayır, bilmiyordunuz.” dedi.

Roberta diretti, “Biliyorduk. Hep bilmiştik aslında. Seninle eğlenmek için bilmiyor görünüyorduk.”

Bu söz Peter için bardağı taşıran son damla oldu. Kömür aramış, bulmuş, yakalanmış bunlar yetmiyormuş gibi şimdi de kız kardeşlerinin kendisiyle eğlendiklerini öğrenmişti, istasyon müdürüne, “Bırakın yakamı.” dedi, “Kaçacak değilim.”

İstasyon müdürü, Peter’in yakasını tutan elini gevşetti, bir kibrit çaktı, titreyen ışıkta çocukların yüzlerine baktı, “Bak hele!” dedi. “Siz tepedeki Üç Bacalar’da oturan çocuklar değil misiniz? Üstünüz başınız da iyi. Söyleyin bana, kim sizi bu yola iteledi? Siz hiç kiliseye gitmediniz mi? Kimse size ahlak kurallarını öğretmedi mi? Hırsızlığın ne kötü şey olduğunu söylemedi mi?” Şimdi sesi daha yumuşak çıkıyordu. Peter, “Ben bunun hırsızlık olduğunu düşünmedim.” dedi. “Emindim hırsızlık olmadığına eğer yığının dışından alırsam, belki hırsızlık olur diye düşündüm ama ortasından almak, madencilikti. Sizin bütün bu kömürü yakıp ortalara gelmeniz binlerce yıl ister.”

“Pek o kadar değil ya!.. Yani, eğlence olsun diye mi yaptın sen bu işi?”

Peter kızgınlıkla “Bunca ağır şeyi ta tepeye taşımak eğlence olsun diye yapılır mı?” dedi.

“Neden yaptın peki?” İstasyon müdürünün sesi şimdi öylesine sevecendi ki. Peter karşılık verdi, “O yağmurlu günü hatırlıyor musunuz?.. işte o gün annem, bizim ocak yakamayacak kadar yoksul olduğumuzu söyledi. Eski evimizdeyken soğuk havalarda hep yanardı ocak. Sonra…”

Roberta fısıltıyla onun sözünü kesti, “Yeter…”

İstasyon müdürü düşünceli düşünceli çenesini ovalayarak, “Bu seferlik sizi bağışlayacağım.” dedi. “Ama unutma delikanlı, demek ki bu maden senin değil, ister yaptığın şeye madencilik deyin ister başka bir şey; bu hırsızlıktır hırsızlık! Haydi, doğru eve şimdi.”

Peter heyecanla, “Sahi bize bir şey yapmayacak mısınız?” dedi. “Siz çok mert bir insansınız.”

Roberta da, “Siz çok iyisiniz.” dedi.

Phyllis de ekledi, “Çok tatlısınız.”

İstasyon müdürü uzatmadı, “Pekâlâ pekâlâ…”

Bunun üzerine birbirlerinden ayrıldılar.

Yokuş yukarı çıkarlarken Peter, “Benimle konuşmayın.” dedi. “Siz casus ve hainsiniz. Evet, casus ve hain.”

Kızlar, Peter’in sözlerine kızmayacak kadar onun özgür ve güven içinde kendileriyle birlikte olmasının ve polis merkezine değil de Üç Bacalarla gitmelerinin mutluluğu içindeydiler. Roberta tatlı bir sesle, “Biz bir şey demedik ki…” dedi, “Senin kadar bizim de suçlu olduğumuzu söyledik.”

“Öyle değildi ki ama…”

Phyllis, “Mahkemeye, yargıcın karşısına çıkarılsaydık, öyle olacaktı.” dedi, “Aksilik etmesene Peter! Senin sırlarını öğrenmek bu kadar kolaysa suç bizim mi?” Peter’in kolunu tuttu. O da ses çıkarmadı. “Bir dolu kömür var daha bodrumda.” dedi.

Roberta, “Söyleme böyle. Hiç de sevinilecek bir şey değil bu.”

Peter cesaretini toplamıştı, “Neden?” dedi. “Madenciliğin suç olduğuna yine de inanmıyorum ben.”

Ama, kızlar belli etmemekle birlikte, bunun suç olduğuna Peter’in de inandığını biliyorlardı.

Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?