İşitilmedik Hikâyeler

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

“Buna dikkat etmek hiç aklıma gelmedi.” dedim.

Dupin devam etti:

“Bir ‘bulmaca’ oyunu vardır. Bu, bir coğrafya haritasıyla oynanır. Oyunculardan biri diğerine herhangi bir kelime, mesela bir şehir, bir nehir, bir hükûmet veya bir imparatorluk ismi tutmasını rica eder. Hülasa haritanın rengârenk ve karışık sahası içinde herhangi bir kelime tutulur. Oyunun acemisi olan bir kimse genellikle karşısındakinin kolay bulamaması için haritada en küçük harflerle yazılmış isimleri tutar. Hâlbuki oyunda mahir olanlar haritanın bir ucundan öbür ucuna kadar uzanan büyük harflerle yazılmış kelimeleri seçerler. İşte büyük harflerle yapılan ilanlar gibi bu harflerle yazılan kelimeler de son derece meydanda olmaları dolayısıyla gözden kaçarlar. Burada da maddi unutkanlık; müptezel ve göze girecek kadar meydanda ve el ile tutulacak bir hâlde olan mülahazaları gözden kaçıran bir fikrin manevi dikkatsizliğine tamamıyla mümasildir. Lakin öyle görünür ki bu durum polis müdürünün zekâsının biraz altında veya üstünde bir durumdur. O, nazırın mektubunu, herhangi bir şahsın görmesine mâni olmak için herkesin gözüne sokacağını hiçbir zaman imkân ve ihtimal dâhilinde zannetmedi.

Lakin ben D…’nin cüretkâr, seçkin ve parlak fikrini ve mektubu istediği zaman kullanmak üzere daima el altında bulundurmak mecburiyetinde olduğunu ve polis müdürünün bize verdiği kati tafsilat üzerine mektubun alelade ve usulü dairesinde yapılan araştırmalar sahasında olmamasının tabii bulunduğunu ne kadar düşündümse o kadar kani oldum ki nazır mektubunu gizlemek için dünyanın en mahirce, en geniş bir çaresine tevessül ederek onu saklamak teşebbüsünde bile bulunmayacaktır.

Bu düşünceler üzerine gözüme yeşil camlı bir gözlük uydurdum ve bir sabah bir tesadüf eseri imiş gibi nazırın konağına gittim. D…’yi evinde buldum. Esniyor, avare avare dolaşıyor ve son derece canı sıkıldığını iddia ediyordu. D… belki bugünün hakikaten en kudretli adamlarından biridir. Lakin bu kudret kendisini kimsenin görmediğine emin bulunduğu zamana mahsustur.

Ondan geri kalmamak için gözlerimin zaafından ve gözlük takmak mecburiyetinde bulunduğumdan şikâyet ettim. Lakin gözlük camlarının arkasından bütün apartmanı dikkatle ve inceden inceye teftiş ediyor, aynı zamanda ev sahibi ile konuşmaya dalmış gibi görünüyordum. Bilhassa onun önünde oturduğu geniş bir yazı masasına dikkat ediyordum. Bu, masanın üstünde birtakım mektuplar, kâğıtlar karmakarışık duruyor ve bir de bir iki musiki aleti ve birkaç kitap bulunuyordu. Uzun bir tetkikten sonra burada şüphelerimi uyandıracak hususi hiçbir şey görmedim.

Nihayet odayı gözden geçirirken gözüm dantele ile süslenmiş pek adi bir kart cüzdanına ilişti. Bu, kart cüzdanı kirli bir mavi kurdele ile ocak siperinin üstünde küçük bir düğmeye asılmıştı. Üç dört gözü olan bu kart cüzdanının gözlerinde beş altı kartvizit ve tek bir mektup vardı. Bu mektup pek ziyade buruşmuş, kirlenmiş ve sanki kıymetsiz bir şey imiş de önce yırtılıp atılmak istenmiş lakin sonra vazgeçilmiş gibi ortasından ikiye ayrılacak derecede yırtılmıştı. Mektubun üzerinde gayet aşikâr görünen ‘D…’ markasıyla geniş bir siyah mühür vardı. Adres nazıra hitaben yazılmıştı. Yazı gayet ince bir kadın yazısı idi. Sanki ehemmiyetsiz bir şeymiş gibi gelişigüzel kart cüzdanının üst gözüne atılıvermişti.

Gözüme ilişir ilişmez aradığım mektubun bu olduğuna hükmettim. Görünüşte tabii polis müdürünün bize o kadar inceden inceye tarifini okuduğu şekilden büsbütün başka idi. Burada mühür geniş ve siyah ve aynı zamanda ‘D…’ markasını taşıyordu. Öteki tarifte ise mühür küçük, kırmızı ve dukalığın aile markası olan ‘S…’ harfini taşıyor olması lazımdı. Burada adres gayet ince bir kadın yazısıyla nazıra yazılmıştı. Tarifte ise cüretli, azimkâr bir el ile bir haşmetpenaha yazılmış bulunacaktı. İki mektup yalnız ebat itibarıyla birbirine benziyordu. Lakin neticede esas olan bu mübalağalı fark, yani kâğıdın kirliliği ve hazin hâli, buruşukluğu ve yırtıklığı D…’nin o kadar intizamperver olan hâliyle bir tezat teşkil ediyordu ve gösteriyordu ki bundan maksat bunu tamamıyla kıymetsiz bir vesika şeklinde göstererek bir meraklıyı aldatmaktı. Ziyaretçilerin gözü önünde bırakılmış olmasını, benim evvelce ettiğim muhakemeden aldığım neticelerle karşılaştırınca diyordum ki bütün bunlar, şüphe üzerine eve gelen bir kimseyi aldatmak için yapılmış olduklarını teyit eder.

Ziyaretimi, mümkün olduğu kadar uzattım ve nazırın daima şiddetle alakadar olduğunu bildiğim bir nokta hakkında onunla gayet hararetli bir mübahaseye7 giriştim. Mütemadiyen gözümü mektuptan ayırmıyordum. Bir taraftan bu tetkikatı yaparken bir taraftan da mektubun haricî manzarasını ve kart cüzdanındaki vaziyetini düşünüyordum. İşin sonunda öyle bir keşif yaptım ki zihnimdeki en ufak bir şüphe bile zail oldu. Kâğıdın kenarlarını tetkik ederken bunların gayritabii bir surette tarazlanmış olduklarını gördüm. Kırılan bir mukavvanın kenarlarına benziyordu. Sanki mukavva bir ‘kâğıt kesecek’le bükülmüş, sonra aynı hat üzerinde tekrar kıvrılmıştı. Bu keşif benim için kâfiydi. Mektubun bir eldiven gibi tersine çevrildiği, tekrar bükülüp tekrar mühürlendiği meydanda idi. Birdenbire nazırı selamladım ve altın bir sigara tabakasını masasının üzerinde kasten unutarak ayrıldım.

Ertesi sabah sigara tabakasını aramak için tekrar geldim. Bir gün evvelki konuşmaya tekrar hararetle başladık. Lakin konuşma başladığı sırada konağının penceresinin altında gayet kuvvetli bir silah sesi duyuldu. Silah sesinden sonra halkın çığlığı ve küfürleri aksetti. D… pencereye koştu. Açtı ve sokağa baktı. Ben o anda kart cüzdanına doğru gittim. Mektubu aldım. Cebime koydum ve onun yerine haricî manzarası tamamıyla mektubun aynı olan diğer bir mektup koydum. Ben bu mektubu evimde büyük bir özenle hazırlamış ve ona ekmek içinden yaptığım ‘D…’ markasını basmıştım.

Sokaktaki gürültü, silahlı bir kaçığın aklına eserek bir kadın ve çocuk kalabalığı içinde silahını boşaltmasından ileri gelmiş lakin silahta kurşun olmadığı için ona bir kaçık, bir meczup ve bir sarhoş nazarıyla bakılarak yoluna devam etmesine müsaade edilmişti. Adam gidince D… pencereden çekildi. Ve kıymetli mektubun cebimde olduğunu bir daha kontrol ettikten sonra hemen ben de onu takip ettim. Biraz sonra da ondan ayrıldım. Deli zannolunan adam tarafımdan para ile tutulmuştu.”

Dostuma sordum:

“Maksadınız ne idi ki aldığınız mektubun yerine bir sahtesini koydunuz? İlk ziyaretinizde mektubu alıp, hiçbir tedbire müracaat etmeden çıkıp gitmeniz daha sade olmaz mıydı?”

Dupin cevap verdi:

“D…, her şeyi yapabilen bir adamdır. Sonra da sağlam bir adamdır. Zaten konağında kendine sadık hizmetçileri var. Eğer sizin söylediğiniz garip hareketi yapmış olsaydım evinden sağ çıkmazdım. Paris ahalisi artık benden bahsolunduğunu işitmezlerdi. Lakin bu mülahazaları bir tarafa bırakalım, benim hususi bir maksadım vardı. Siz, benim siyasi temayüllerimi bilirsiniz. Bu işte ben mevzubahis kadının taraftarı sıfatıyla hareket ettim. İşte on sekiz aydır ki nazır onu avucu içinde tutuyor. Şimdi de o kadın, nazırı hükmü altına almıştır. Çünkü nazır mektubun artık kendi evinde olmadığını bilmiyor. Mutadı olan şantajına yine başlamak isteyecek ve behemehâl bu teşebbüs siyaseten yıkılmasına sebep olacak. Düşüşü de pek çabuk ve pek maskaraca vukuya gelecektir. Açıkça inmenin çıkmaktan daha kolay olduğu söyleniyor. Lakin tırmanmak hususunda Catalani’nin terennüm hakkındaki sözü söylenebilir: ‘Çıkmak, inmekten daha kolaydır.’ Bu işte benim düşecek olan D…’ye hiçbir meylim hatta merhametim yoktur. Bu seciyesiz bir dâhidir. Bununla beraber, size itiraf edeyim ki polis müdürünün herhangi bir kimse dediği zat tarafından nazıra meydan okuyup da nazırın, kart cüzdanına bıraktığım mektubu açmaya mecbur olduğu zaman neler düşüneceğini iyice öğrenmek isterim.”

“Nasıl! Siz o mektuba başka bir şey mi yazdınız?”

“A canım! Mektubun içini tamamıyla boş bırakmanın pek de muvafık olamayacağını zannettim. Çünkü bu ona bir hakaret olacaktı. Vaktiyle D…, Viyana’da bana fena bir oyun oynadı. Ben de ona tamamıyla latife tarzında, bu oyunu unutmayacağımı söyledim. Bunun için bu defadaki oyunu kendisine kimin oynadığını öğrenmek isteyeceğini bildiğimden ona herhangi bir emare bırakmamak yazık olur diye düşündüm. D…, benim yazımı pek iyi tanır. Ben de sahifenin tam ortasına şu kelimeleri yazdım:

 
Bu derece meşum bir suiniyet
Atre’ye değilse Tiyest’e layık 8
 

Siz bu mısraları Crebillon’nun ‘Atre’sinde bulursunuz.

ALTIN BÖCEK

Birkaç sene evvel Mister William Legrand’la sıkı dost olmuştum. Bu eski bir Protestan ailesindendi. Vaktiyle zengin imiş. Lakin bir sıra felaketler onu sefalete, zarurete düşürmüş; felaketlerinin sebep olacağı zilletten kaçınmak için ecdadının memleketi olan New Orleans’ı terk etmiş; Güney Carolina’de, Charleston civarındaki Sullivan Adası’nda oturmaya başlamıştı.

Bu ada en garip adalardan biridir. Denizin kumlarından teşekkül etmiştir. Takriben üç mil uzunluğundadır. Enliliğine gelince ancak bir meylin dörtte biri kadardır. Karadan görünür görünmez bir boğazla ayrılmıştır. Bu boğazın suları bir saz kütlesi arasından süzülür. Sazlık karatavukların mutat karargâhıdır. Adada tenebbüt9 tahmin edileceği üzere pek fakirdir yahut daha doğrusu cüce ve cılızdır. Orada biraz yükselmiş ağaç yoktur. Adanın batı müntehasında10 Moultrie istihkâmının yükseldiği ve sefil birkaç ahşap barakanın bulunduğu mahalde vakıa birkaç cüce hurma ağacı vardır. Buradaki barakalar yazın Charleston’un tozundan, sıtmasından kaçan kimselerin meskenleridir. Adanın bu batı ucu müstesna olmak üzere sıkıntılı ve beyazımtırak bir saha deniz kenarını kuşatır. Kenarı, sık bir çalılık ve İngiliz bahçıvanlarının o kadar itibar ettikleri kokulu mersinlerle örtülüdür. Çoğu ağacın boyu, on beş yirmi kademi geçmez. Bunlar orada hemen geçilmez bir baltalık teşkil eder; havayı koku ile doldururlar.

 

Bu baltalığın en derin yerinde, adanın doğu müntehasında Legrand bizzat bir kulübe yapmıştı ve ben kendisiyle ilk defa tanıştığım zaman burada oturuyordu. Bu tanışma kısa bir zamanda dostluğa inkılap edecek derecede olgunlaştı. Çünkü muhakkak bu aziz münzevide alaka ve hürmet uyandıran bir hâl vardı. Onda kuvvetli bir terbiye gördüm. Bu terbiye, herkeste görülmeyen ruhi kabiliyetlerle bir kat daha kuvvet bulmuştu. Lakin merdümgirizlik11 bunu ihlal ediyor ve fena hâlde üst üste melankoli ve heyecan nöbetleri geçiriyordu. Evinde birçok kitap olmakla beraber bunlarla nadiren meşgul oluyor; başlıca eğlencesi balık avlamak ve sahilde mersin ağaçları arasında dolaşarak deniz hayvanları kabuklarını aramak ve haşerat toplamaktan ibaret bulunuyordu. Onun haşerat koleksiyonu Hollandalı meşhur Swammerdamm’ı hasede düşürecek derecede mükemmeldi. Ekseriya gezintilerinde Jüpiter isminde ihtiyar bir zenci ona refakat ediyordu. Bu zenci, aile felakete uğramadan evvel azat edilmiş lakin ne tehditler ne vaatler ona efendisini terk ettirememişti. Onu her yerde takip etmeyi kendisi için bir hak addediyordu. İhtimal ki Legrand’ın ailesi onun aklında biraz bozukluk olduğuna hükmederek firarinin yanında bir nevi bekçi olsun diye Jüpiter’in inadını teyit etmişlerdi.

Sullivan Adası’nın arz derecesinde kışlar nadiren şiddetli olur. Bununla beraber 18.. senesi ekiminin ortalarına doğru bir gün çok şiddetli bir soğuk oldu. Tam güneş batmazdan evvel baltalık içinden geçerek dostumun kulübesine gittim. Kendisini birkaç haftadan beri görmemiştim. O vakit ben adadan dokuz mil uzakta Charleston’da oturuyordum. Adaya gidip gelmek bugünkü kadar kolay değildi. Kulübeye gelince âdetim üzere kapıya vurdum. Cevap alamadığım için nerede saklandığını bildiğim anahtarı aradım. Kapıyı açtım, içeri girdim. Ocakta güzel bir ateş yanıyordu. Bu şüphesiz, beklenilmeyen fakat çok hoş bir tesadüftü. Paltomu çıkardım, alev alev yanan ateşin yanına bir koltuk sürdüm. Kemal-i sabırla ev sahiplerinin geri dönüşünü bekledim.

Gece olduktan biraz sonra onlar da geldiler. Ve bana pek samimi bir kabul gösterdiler. Gülerken ağzı kulaklarına varan Jüpiter uğraşıyor ve akşam yemeği için bir karatavuk yemeği hazırlıyordu. Legrand kendi heyecan nöbetlerinden birine tutulmuştu. Hakikaten buna başka ne denilebilirdi? O, istiridye cinsinden görülmemiş bir hayvan bulmuştu. Bu, yeni bir cins teşkil ediyordu. Daha iyisi Jüpiter’in yardımıyla tamamen yeni zannettiği bir hunfesa avlamıştı.12 Bu böcek hakkında ertesi sabah benim fikrimi öğrenmek istiyordu. Ateşin karşısında ellerimi ovuşturarak ve içimden Bütün hunfesa nevilerini şeytanlar götürsün! diyerek sordum:

“Niçin yarın sabah da bu akşam değil?”

Legrand dedi ki:

“Ah! Sizin burada olduğunuzu bilmiş olsaydım! Lakin sizi çoktan beri görmedim. Tam bu gece beni ziyaret edeceğinizi nasıl tahmin edebilirdim. Kulübeye gelirken İstihkâm Zabiti Mülazım G…’ye tesadüf ettim, büyük bir gafletle böceği ona ödünç olarak verdim. O suretle ki böceği yarın sabahtan önce görmeniz kabil olmayacak. Bu gece burada kalınız, sabah güneş doğar doğmaz Jüpiter’i gönderir, aldırırım; bu, Hakk’ın en büyüleyici bir mahluku.”

“Ne? Güneş doğar doğmaz mı?”

“Hayır, ah ne diyecektim! Hunfesa, parlak altın renginde, iri bir ceviz büyüklüğündedir, sırtının en nihayetinde siyah kehribar renginde iki leke var. Üçüncü bir leke de ötekine doğru uzanmış. Lamiselerine13 gelince…”

Jüpiter sözünü keserek dedi ki:

“Üzerinde kalay yok Mösyö Will! Hunfesa altın bir böcek. Bir ucundan öbür ucuna kadar som altın. Ben ömrümde bunun yarısı kadar bir hunfesa görmedim.”

Bana öyle geldi ki, Legrand vaziyetin icap ettiği dereceden daha sert bir tarzda cevap verdi:

“Pekâlâ! Tutalım ki haklısınız. Lakin bir pire için bir yorgan yakılır mı? Haşerenin rengi (bana dönerek) Jüpiter’in fikrini doğru telakki ettirebilir, siz bu hayvanın kanatlarındakinden daha ziyade madenî parlaklığı hiçbir yerde görmemişsinizdir. Lakin bunu ancak yarın anlayabilirsiniz. O vakte kadar haşerenin şekli hakkında bir fikir vermeye çalışacağım.”

Söz söylediği sırada küçük bir masanın önüne oturdu. Masanın üstünde kalem ve mürekkep vardı. Lakin kâğıt yoktu. Bir çekmecede kâğıt aradı fakat bulamadı.

Nihayet dedi ki:

“Ne ehemmiyeti var, bu kifayet eder.”

Yeleğinin cebinden bir şey çıkardı. Bu, bana çok pis bir parşömen parçası gibi geldi. Bunun üstüne kalemle kroki gibi bir şey yaptı. Bu esnada ben ateşin karşısındaki yerimden ayrılmadım. Çünkü hâlâ çok üşüyordum. Resmi bitince ayağa kalkmadan bana verdi. Krokiyi elinden alırken kuvvetli bir homurtu ve akabinde kapının tırmalandığı duyuldu. Jüpiter kapıyı açtı. Legrand’ın büyük ternöv cinsi iri köpeği içeri hücum etti, omuzlarıma sıçradı, beni nevazişleriyle14 ezdi. Çünkü evvelki ziyaretlerimde onunla çok meşgul olmuştum. Köpek yaltaklanmasını bitirdiği zaman kâğıda baktım. Doğrusunu söylemek lazım gelirse dostumun resmi beni oldukça şaşırttı.

Birkaç dakika resmi seyrettikten sonra dedim ki:

“Evet, bu garip bir hunfesa. İtiraf ederim ki benim için yeni bir şey… Ben buna benzer bir şey görmedim. Bu bir kafatasına veyahut bir ‘ölü başı’na benziyor. Bunlardan başka benim tetkik ettiğim haşerattan hiçbirisine benzetmek ihtimali yok.”

Legrand tekrar etti:

“Ah, evet, bir ‘ölü başı’… Kâğıttaki resimde ona benzeyen cihetler var. Anlıyorum. Üstteki iki siyah leke göz gibi duruyor. Daha alttaki uzunca leke bir ağız zannını veriyor, değil mi? Zaten umumi şekli de beyzidir.”15

Dedim ki:

“Bu belki böyledir. Lakin Legrand, korkarım ki sizin ressamlığınız da noksan olmasın. Ben haşereyi görünceye kadar bekleyeceğim, o zaman şekli hakkında tam bir fikir edinirim.”

Biraz canı sıkılarak dedi ki:

“Çok iyi. Bilmem nasıl oluyor. Ben oldukça güzel resim yaparım. Hiç olmazsa iyi resim yapmalıyım. Çünkü çok iyi üstatlardan ders aldım. Kendimin büsbütün kabiliyetsiz olduğumu da iddia edemem.”

Dedim ki:

“O hâlde aziz arkadaşım! Siz latife ediyorsunuz. Bu oldukça iyi bir kafatası resmidir. Hatta teşrihteki16 kemik bahsinin bu kısmı hakkında almış olduğum fikirlere nazaran mükemmel bir kafatası diyebilirim. Sizin hunfesa ise dünyadaki hunfesaların en garibidir. Eğer buna benziyorsa bunun üzerine heyecan verici bir hurafe tesis edebiliriz. Ben tahmin ediyorum ki siz haşerenize ‘scaraboeus caput hominis’ [insan başı şeklinde hunfesa] ismini vereceksiniz. Yahut buna yakın bir isim koyacaksınız. Tabii bilimler kitaplarında bu neviden birçok isimler vardır. Lakin bahsettiğiniz lamiseler nerede?”

Anlaşılmaz surette kızışan Legrand dedi ki:

“Lamiseler mi? Sizin, lamiseleri behemehâl görmeniz lazım. Ben buna eminim. Ben onları aslındaki kadar göze çarpacak bir tarzda yaptım.”

Dedim ki:

“Hele şükür! Lamiseleri yaptığınızı kabul edelim. Lakin doğrusu ben onları göremiyorum.”

Onun sabrını tüketmemek için bir söz ilave etmeyerek kâğıdı kendisine uzattım. İşin aldığı şekilden dolayı pek mütehayyirdim. Haşere krokisine gelince: Hakikaten görünürde lamise yoktu. Heyet-i umumiyesi şüphesiz alelade bir ölü başına benziyordu.

Canı sıkılmış bir tavırla kâğıdı aldı. Buruşturdu, şüphesiz sobaya atmak üzere iken tesadüfen gözü resme ilişti ve oraya dikildi, kaldı. Bir müddet yüzü kıpkırmızı oldu, sonra bembeyaz kesildi. Birkaç dakika yerinden kımıldamadı, resmi inceden inceye tetkike koyuldu. Sonra ayağa kalktı. Masanın üstünden bir şamdan aldı, gitti, odanın öbür ucunda bir sandığın üstüne oturdu. Orada kâğıdı evire çevire merakla tekrar tetkike başladı. Bununla beraber hiçbir şey söylemiyor ve hareketi benim son derece hayretimi mucip oluyordu. Lakin gittikçe artan hiddetini yeni bir tefsir ile ifrata vardırmamak için ihtiyatlı davranıyordum. Nihayet elbisesinin cebinden bir cüzdan çıkardı. Kâğıdı dikkatle cüzdana yerleştirdi ve hepsini bir yazıhaneye koydu ve anahtarla kilitledi. O andan itibaren hâli daha sakinleşti. İlk heyecanı tamamıyla kayboldu. Kendinde bir dargındık hâlinden ziyade bir toplanış hâli vardı. Gecenin saatleri ilerledikçe hayallerine bir kat daha dalıyordu. Hiçbir söz onu bu dalgınlıktan ayıramadı. O gece, gecemi kulübede geçirmek niyetinde idim. Bunu birçok kereler yapmıştım. Lakin ev sahibinin hâlini gördükten sonra müsaade almayı daha muvafık buldum. Beni alıkoymak için hiçbir harekette bulunmadı. Mutattan daha ziyade bir nezaketle elimi sıktı.

Bu sergüzeştten takriben bir ay sonra -bu müddet zarfında Legrand’dan bahsedildiğini bile duymadım- Charleston’da, hizmetçisi Jüpiter beni ziyarete geldi. Ben bu iyi kalpli ihtiyar zenciyi hiç bu kadar meyus, bu kadar düşkün görmemiştim. O anda dostumun ciddi bir felakete uğramış olmasından korkmaya başladım.

Dedim ki:

“Hoş geldin Jüp! Yeni bir şey mi var? Efendin nasıldır?”

“Vallahi doğrusunu söylemek lazım gelirse sıhhati istenildiği kadar iyi değil.”

“İyi değil ha! Hakikaten bu haber beni çok müteessir etti. Neden şikâyet ediyor?”

 

“Ah, işte mesele burada! Hiçbir şeyden şikâyet etmiyor. Lakin ne olursa olsun çok hasta!”

“Çok hasta Jüpiter, öyle mi? Bunu hemen neye söylemedin; yatakta mı?”

“Hayır, hayır, yatakta değil. O, hiçbir yerde değil, işte beni endişeye düşüren hâl de bu! Fikrim zavallı Mösyö Will hakkında çok endişeli!”

“Jüpiter! Bütün bu söylediğin sözlerden bir şey anlamak istiyorum. Efendin hasta diyorsun. Neden muzdarip olduğunu sana söylemedi mi?”

“Oh mösyö! Bunun için zihin yormanın hiç faydası yok. Mösyö Will hiçbir rahatsızlığı olmadığını söylüyor lakin o hâlde niçin düşünceli, gözü yere dikilmiş, omuzları kamburlaşmış, rengi kaz tüyü gibi bembeyaz, uçuk, serseri serseri dolaşıyor? Niçin daima rakamlar döküyor?”

“Ne yapıyor, Jüpiter?”

“Bir taş tahta üzerine rakamlar döküyor, hiç görmediğim garip garip işaretler yapıyor. Ne olursa olsun ben korkmaya başladım. Yalnız gözlerim ona bakmalı; başka hiçbir yere bakmamalı. Geçen gün güneş doğmadan elimden kaçtı. Allah’ın bütün bir günü görünmedi. Eve döndüğü zaman onu adam akıllı dövmek için bir sopa hazırladım. Lakin ben o kadar budalayım ki geldiği zaman dövmeye cesaret edemedim. O kadar meyus bir hâli var ki…”

“Ah, sahih mi? Öyle ise işin sonunda zavallı adama karşı müsamahalı davranmakla daha iyi ettin. Onu kırbaçlamamalı Jüpiter! İhtimal ki tahammül edecek hâlde değildir. Lakin bu hastalığa, daha doğrusu hâlindeki bu değişime sebep olan şey hakkında bir fikrin var mı? Sizi gördüğüm günden sonra başına bir felaket mi geldi?”

“Hayır mösyö, o zamandan beri başına sıkılacak hiçbir şey gelmedi. Lakin o günden evvel geldi. Hatta korkarım ki sizin bulunduğunuz gün sıkılmış olmasın.”

“Nasıl? Ne demek istiyorsun?”

“Eh mösyö! Ben hunfesadan bahsetmek istiyorum, işte o kadar…”

“Neden?”

“Hunfesadan! Eminim ki bu altın hunfesa Mösyö Will’i kafasının bir yerinden soktu.”

“Böyle bir zanda bulunmak için ne gibi delilin var Jüpiter?”

“Böceğin sokacak kıskaçları var ya mösyö! Sonra ağzı da var. Ben hiç böyle sihirli hunfesa görmedim. Kendine yaklaşanları tutuyor, ısırıyor, önce Mösyö Will onu tuttu. Lakin pek çabuk bıraktı. Sizi temin ederim ki şüphesiz işte o zaman böcek onu ısırdı. Bu böceğin şekli, ağzı benim hiç de hoşuma gitmiyordu, muhakkak onun için parmaklarımla tutmak istemedim. Lakin bir kâğıt parçası aldım. Onunla avuçladım. Onu kâğıtla sardım. Ağızda küçük bir kâğıt parçasıyla… İşte ben böyle yaptım.”

“Demek ki sen efendinin hakikaten hunfesa tarafından ısırıldığını ve bu ısırmanın onu hasta ettiğini zannediyorsun, öyle mi?”

“Ben hiçbir şey zannetmiyorum. Biliyorum. Altın hunfesa tarafından ısırılmasından dolayı değilse niçin daima altını sayıklıyor? Ben evvelce de bu altın hunfesalardan bahsolunduğunu işittim.”

“Lakin onu sayıkladığını nasıl biliyorsun?”

“Nasıl mı biliyorum? Çünkü uykuda bile onu söylüyor, işte bunun için biliyorum.”

“Jüpiter hakikatte belki haklısın lakin senin bugünkü ziyaretinin sebebini anlayabilir miyim?”

“Ne demek istiyorsunuz mösyö?”

“Mösyö Legrand’dan bana bir haber mi getiriyorsun?”

“Hayır mösyö! Size şu mektubu getiriyorum.”

Jüpiter bana bir kâğıt uzattı. Kâğıtta şu satırları okudum:

Azizim,

Sizi bu kadar uzun bir zamandan beri niçin göremedim? Ümit ederim ki benim ufak bir huşunetime darılacak kadar çocuk değilsiniz. Lakin hayır, bu hiç de ihtimal dâhilinde değil.

Sizi gördüğümden beri büyük bir endişem var. Size söyleyecek sözüm olduğu hâlde nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum. Hatta bilmiyorum ki söyleyecek miyim?

Birkaç günden beri tamamıyla sıhhatte değilim, zavallı ihtiyar Jüpiter bütün hüsnüniyetleri ve dikkatleriyle beraber, tahammül edilmez derecede canımı sıkıyor. Geçen gün elinden kaçarak bütün bir gün karada, tepeler arasında dolaştığımdan dolayı beni dövmek için kocaman bir sopa hazırlamış, zannediyorum ki simamın bozukluğu beni sopadan kurtaran yegâne amil olmuştur.

Sizi gördüğüm günden beri koleksiyonuma hiçbir şey ilave edemedim. Eğer fazla mahzur yoksa Jüpiter’le beraber geliniz. Geliniz, geliniz. Gayet mühim bir mesele için bu akşam sizi görmek istiyorum. Sizi temin ederim ki iş son derece mühimdir.

Sadık dostunuz

William Legrand

Bu mektubun tarzında bir şey vardı ki bana büyük bir endişe verdi, üslubu Legrand’ın mutat üslubundan büsbütün başka idi. Acaba yine hayalinde ne münasebetsizlikler var? Acaba hangi kurt o kadar çabuk tahriş edilen beynini yiyip duruyor? O kadar ehemmiyetli olan hangi iş onun elinden gelebilir? Jüpiter’in verdiği malumat hiç iyi bir şeyi tahmin ettirmiyor. Ben dostumun düçar olduğu ızdırabın, sonunda onun büsbütün aklını zıvanasından çıkaracağı korkusuyla titriyordum. Bir dakika tereddüt etmeden zenciye refakat etmek için hazırlandım.

Rıhtıma vardığım zaman bir orak ve üç çapa gördüm. Bunların üçü de yepyeni idi. Bineceğimiz kayığın içine konulmuştu.

Sordum:

“Jüpiter bütün bunlar nedir?”

“Bunlar bir orak ve çapalardır mösyö.”

“Ben de görüyorum lakin bunların burada ne işi var?”

“Bu orakla bu çapaları Mösyö Will şehirden satın almamı emretti. Ben de onları çok pahalı olarak satın aldım. Bu bize dünyanın parasına mal oldu.”

“Fakat dünyadaki bütün esrar namına senin Mösyö Will bu orakla bu çapaları ne yapacak?”

“Siz bana bilmediğim şeyleri soruyorsunuz. Kani değilsem beni şeytanlar götürsün. Bütün bunlar hunfesadan çıkıyor.”

Jüpiter’den hiçbir izahat alamayacağımı görerek kayığa atladım ve yelkeni açtım. Çünkü zencinin bütün düşüncesini hunfesa cezbetmişti. Güzel ve kuvvetli bir meltem bizi pek çabuk Moultrie siperinin kuzeyinde bulunan küçük köye sevk etti. Takriben iki mil mesafe yürüdükten sonra kulübeye vardık. Saat öğleden sonra üç vardı. Legrand büyük bir sabırsızlıkla bizi bekliyordu. Asabi bir tehalükle17 elimi sıktı. Bu bana endişe verdi ve uyanmaya başlayan şüphelerimi kuvvetlendirdi. Legrand’ın benzi bir hayalet siması gibi bembeyazdı. Gözleri tabii pek ziyade çukura gitmiş gayritabii bir surette parlıyordu. Sıhhatine dair birkaç sualden sonra söyleyecek başka söz bulamayarak Mülazım G…’nin hunfesayı kendisine iade edip etmediğini sordum. Pek ziyade kızararak cevap verdi:

“Oh! Evet, ertesi sabah böceği ondan aldım. Ne pahasına olursa olsun ben artık bu hunfesadan ayrılmam. İyice biliyor musunuz ki Jüpiter bu böcek hakkında tamamen haklıdır.”

Kalbimde müteessirce bir hissikablelvuku ile sordum:

“Ne hususta?”

“Hunfesanın hakikaten altından olduğuna hükmetmek hususunda.”

O, bu sözleri büyük bir ciddiyetle söyledi ve bana fena tesir etti ve devam etti:

“Bu hunfesa bana servet temin edecektir. O sayede ailemin kaybettiği emlaki tekrar elde edeceğim. Onun için bu böceğe bu kadar kıymet verişime hayret edilir mi? Mademki talih onu bana ihsan etti, ben de artık onu iyi kullanarak böceğin getireceği altına erişeceğim. Jüpiter! Şunu bana getir!”

“Ne o! Hunfesayı mı? Mösyö, ben hunfesa işine elimi sürmek istemem, siz onu kendiniz alınız.”

Bunun üzerine Legrand ağır ve azametli bir tavırla kalktı, böceği cam bir fanus altından aldı. Bu, o devirde tabiat âlimlerince bilinmeyen ve ilim bakımından büyük bir kıymeti olmak lazım gelen fevkalade bir hunfesa idi. Sırtının bir ucunda siyah ve yuvarlak iki leke vardı. Öbür ucunda uzunca diğer bir leke görülüyordu. Üst kanatları son derece sert ve parlaktı. Hakikaten esmerleşmiş altın manzarasında idi. Haşere şayanı dikkat bir derecede ağırdı. Ben her şeyi düşündükten sonra Jüpiter’i kanaatinden dolayı hataya düşmüş addedemezdim. Lakin Legrand bu hususta aynı fikirde bulunuyordu. İşte buna anlamak benim için kabil değildi. Hayatımı hasretsem bu muammayı halledemezdim.

Ben haşereyi tetkik edip bitirdiğim zaman o, azametli bir tavırla dedi ki:

“Ben nasihat almak için adam gönderip sizi çağırdım. Böcek hakkında yapılacak şeyler için sizin yardımınızı istiyorum.”

Sözünü keserek bağırdım:

“Azizim Legrand, siz şüphesiz rahatsızsınız, rahatsızlığa karşı tedbirler alsanız çok daha iyi edersiniz! Hemen yatağa giriniz, siz iyi oluncaya kadar, birkaç gün ben sizi beklerim. Nöbetiniz var ve…”

“Nabzıma bakınız.” dedi.

Nabzına baktım, doğrusu en ufak bir hararet alameti bulamadım.

“Lakin hararetiniz olmaksızın da hasta olabilirsiniz. Bu defalık olsun bana müsaade ediniz, size hekimlik edeyim. Her şeyden evvel hemen yatağa giriniz, sonra…”

Sözümü kesti:

“Aldanıyorsunuz, geçirdiğim şu heyecan zamanında bir insanda ne kadar iyilik tasavvur edilebilirse ben de o kadar iyiyim. Eğer siz beni tamamıyla iyi etmek isterseniz bu heyecanı teskin edersiniz.”

“Bunun için ne yapmalı?”

“Gayet kolay. Jüpiter’le ben karada, tepeler arasında bir tetkik gezintisine çıkıyoruz, katiyen itimat edebileceğimiz bir kimsenin yardımına ihtiyacımız var. İtimadımız olan yegâne adam sizsiniz. Teşebbüsümüz ister muvaffak olsun ister olmasın bende gördüğünüz coşkunluk sükûn bulacaktır.”

Cevap verdim:

“Her şeyde size hizmet etmek en büyük emelimdir. Sakin tepeler arasındaki dolaşmanızın bu uğursuz böcekle münasebeti olduğunu mu söylemek istiyorsunuz?”

“Şüphesiz evet.”

“O hâlde Legrand! Böyle, tamamıyla manasız bir teşebbüste sizinle birlikte çalışmak benim için kabil değildir.”

“Teessüf ederim, teessüf ederim! Çünkü işi görmeye yalnız başımıza teşebbüs etmek lazım geliyor.”

“Yalnız başınıza mı! Ah! Hiç şüphe yok bedbaht aklını kaçırdı. Lakin bana bakın, yokluğunuz ne kadar zaman sürecek?”

“Belki bütün gece, hemen hareket edeceğiz, herhâlde güneş doğmadan evvel dönmüş bulunuruz.”

“Şerefiniz üzerine bana vadeder misiniz ki bu heves geçtikten ve böcek işi halledildikten sonra eve döneceksiniz ve evde sizin tabibiniz gibi benim tavsiyelerimi dinleyeceksiniz?”

“Size vadederim. Şimdi hareket edelim. Çünkü kaybedecek vaktimiz yoktur.”

Müteessir bir hâlde dostuma refakat ediyordum. Saat dörtte yola çıktık. Legrand, Jüpiter, köpek ve ben. Jüpiter orakla çapaları aldı. Anladığıma göre bu aletleri efendisinin eline bırakmaktan korktuğu için bunları kendisi yüklenmek istemişti. Jüpiter, köpek tabiatında idi: Bütün seyahat müddetince melun hunfesa kelimelerinden başka, ağzından söz çıkmıyordu. Benim elimde iki hırsız feneri vardı. Legrand’a gelince; yalnız hunfesayı almakla kanaat etmişti. Böceği bir sicimin ucuna bağlamış, düğmesine raptetmiş, yürürken sihirbaz tavrı takınıyor ve böceği bağladığı iplik vücuduna sarılıyordu. Ben dostumdaki kaçıklık alametini gördükçe gözyaşlarımı güçlükle zapt ediyordum. Bununla beraber kendisine karşı muvaffakiyetle neticelenebilecek müessir bazı tedbirler alıncaya kadar dostumun deliliklerine mümaşat18 etmeyi daha muvafık görüyordum. Lakin beyhude yere bu seyahatin hedefini anlamak için dostuma sualler yöneltmekten de geri kalmıyordum. Kendisine refakat hususunda beni ikna etmişti ve artık bu kadar ehemmiyetsiz bir mevzu üzerinde benimle konuşmak istemiyor görünüyordu. Bütün suallerime yalnız “Dur bakalım, görürüz.”den başka cevap vermeye tenezzül etmiyordu.

Adanın ucundaki köyden bir kayıkla karşıki sahilin dağlık kısmına geçtik ve dağları tırmanmaya başladık. Son derece vahşi ve çıplak bir yerden geçerek kuzeybatıya doğru yola düzüldük, burada bir insanın ayak izine tesadüf etmek kabil değildi. Legrand, yolu azim ile takip ediyor ve yalnız bundan evvel kendisinin buralarda bıraktığı bazı işaretleri vakit vakit tetkik etmek üzere duruyordu.

Böylece iki saat kadar yürüdük, güneş battığı sırada şimdiye kadar gördüğümüz yerlerden nispet kabul etmez derecede daha fena bir mıntıkaya vardık. Burası eteğinden tepesine kadar ormanla örtülü, son derece sarp bir dağın tepesinde bir nevi yayla idi. Yerde gayet büyük kaya parçaları karmakarışık bir surette serpilmiş bulunuyordu. Eğer bu kayaların dayandıkları ağaçlar olmasaydı, birçoğu behemehâl aşağıdaki vadiye yuvarlanırdı. Derin vadiler muhtelif istikametlerde şuai19 bir surette uzanıp gidiyorlar ve bu manzaraya bir kat daha ihtişam ve dehşet veriyorlardı.

7Mübahase: Bir şeye dair iki veya daha çok kimse arasında olan konuşma. (e.n.)
8Atre: Yunan esatirinde biraderi Tiyest’e karşı olan kini ve ondan aldığı müthiş intikamıyla meşhur bir kral oğludur. Tiyest’in iki oğlunu kesmiş ve bir ziyafette babalarına yedirmiştir. Fakat üçüncü oğlu tarafından katlolunmuştur.
9Tenebbüt: Bitkilerin yerden çıkıp yetişmesi, yeşermesi. (e.n.)
10Münteha: Son, bitim. (e.n.)
11Merdümgiriz: İnsanlara karışmaktan hoşlanmayan, insanlardan kaçan kimse. (e.n.)
12Bu böceğe avam “bok böceği” ismini verir, kelime çirkin olduğu için ilmî terimini kullandım.
13Haşeratın başında avamın boynuz dedikleri bu lamise uzuvlarına Fransızca “anten” derler. Diğer taraftan aynı lisanda “eten” kalay demektir. Bu iki kelime arasındaki benzeyiş zenciyi yanıltmıştır.
14Nevaziş: İltifat, gönül alma, okşama. (e.n.)
15Beyzi: Yumurta biçiminde, söbe, oval.
16Teşrih: Bir sorunu veya konuyu ele alıp en ince noktalarına kadar gözden geçirerek anlatma, açımlama. (e.n.)
17Tehalük: Can atma, çok isteme.
18Mümaşat: Başkalarının zarar vermeyen fikirlerine uyarcasına hareket etmek. (e.n.)
19Şuai: Şuaya mensup, şua ile, ışınla, vektörle ilgili. (e.n.)