Entelektüelin kutsal kitabı – modern kültür

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

T. S. Eliot

Anglo-Amerikan şair ve eleştirmen T. S. Eliot (1888–1965), şiirleriyle olduğu kadar çok sayıdaki önemli oyunu ve deneme yazıları ile de tanınmaktadır. The Waste Land gibi yapıtlarındaki sürreal ve sıklıkla rahatsız edici temalar modernist şiirin tipik özelliklerini içeriyor, I. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’yı kuşatan keder ve karmaşayı yansıtıyordu.


St. Louis’de doğan Eliot, Harvard’a gitti. Bir yıl kadar Paris’te okuduktan sonra 1914’te kalıcı olarak İngiltere’ye gitmeye karar verdi. Bu sıralar I. Dünya Savaşı patlak vermişti. Savaşın Avrupa’da yol açtığı yıkım çok büyüktü: Yaşananlar sırasında yok yere 10 milyon insan hayatını kaybetti. Savaşın anlamsızlığı Eliot ve çağdaşlarının Avrupa medeniyetinin geleceğini ve yaşama imkanını sorgulamalarına yol açtı.

Eliot’un en önemli eserlerinden olan “The Love Song of J. Alfred Prufrock” (1915) döneminin en çok okunan şiirlerindendi. Şüphelerle boğuşan ve felçli bir adamın monologu olan şiir -“Şeftali yemeğe cesaret edebilir miyim?” cümlesi ile ünlenmiştir- okuyucuların zihnini bulandıran ve kendisine hayran bırakan muğlak bir bilinç akışı portresi çizmektedir.

Eliot’un başyapıtı olan The Waste Land (1922), Batı’nın ve Eliot’un kendisinin savaş sonrasındaki ruhsal durumunu yansıtan uzun ve kinayeli bir şiirdir. Savaştan sonra Avrupa’ya çöken çoraklık hissiyle ilgili kafa karıştıran betimlemelerini yaratabilmek için antik ve Ortaçağ kaynaklarından ilham almıştır. Eliot’un unutulmaz cümlelerinden biri ile biten “The Hollow Men” (1925) şiiri de The Waste Land’in kötümser duyarlılıklarını tekrarlar: “Dünyanın sonu gelecek / Bir patlamayla değil ama, fısıltıyla.”

Ek Bilgiler

1- Sonraki yıllarda Eliot ünlü bir oyun yazarı oldu. 12. yy Canterbury piskoposu Thomas à Becket hakkında “Murder in the Cathedral” (1935) isimli bir oyun yazdı. “The Cocktail Party” (1950) ise sorunlar yaşayan evli bir çifti anlatıyordu.

2- Eliot’un çalışmalarının hepsi karmaşık değildi. Andrew Lloyd Webber (1948–) Eliot’un çocuk şiirleri derlemesi olan “Old Possum’s Book of Practical Cats”i (1939) “Cats” adıyla bir müzikal haline getirdi.

3- “Apocalypse Now” (1979) filminde Marlon Brando (1924–2004) tarafından canlandırılan karakter “The Hollow Men”den bir bölüm okur. Başucundaki sehpada Eliot’un çok sevdiği iki kitap durmaktadır: Sir James Frazer’ın (1854–1941)”The Golden Bough”u ve Jesse L. Weston’un (1850–1928) “From Ritual to Romance”ı.

4- Eliot Harvard’daki doktora tezini 1916 yılında tamamlar ama sözlü sunumda başarısız olur. Doktor unvanını hiçbir zaman alamayacaktır.

Billie Holiday

Asıl adı Eleanora Fagan (1915–1959) olan Billie Holiday, Philadelphia’da doğdu. Bekar bir genç annenin çocuğuydu. Marryland, Baltimore’da yoksulluk içerisinde büyüdü. Burada son derece travmatik bir çocukluk geçirdi. On bir yaşında tecavüze uğramıştı. Aynı yılın sonlarına doğru bir Katolik Reform Okulu’na gönderildi. Henüz genç bir kızken Harlem’de bir genelevde çalışmaya başladı. Holiday, Lady Sings the Blues adındaki otobiyografisinde yazdığına göre fahişelik yaptığı için yakalanmış ve başka bir iş bulmak zorunda kalmıştı.



Söylendiğine göre bir gün Harlem’de dansçı olarak çalışmak için bir meyhaneye gitmişti. Kendisine dansçı aramadıklarını ama bir şarkıcıya ihtiyaçlarının olduğunu söylediler. Umutsuz bir biçimde elinden geleni yapan Holiday’in şarkısı dinleyicileri gözyaşlarına boğdu. İşi almış ve sonunda New York City’deki çeşitli kulüplerde şarkı söylemeye başlamıştı. 1933 yılında CBS yapımcısı ve yetenek avcısı John Hammond (1910–1987) tarafından keşfedildi. Onunla bir albüm yapmak için sözleşme imzaladı.

Holiday plak kariyerine dönemin büyük gruplarıyla başladı. Bunlar arasında Benny Goodman (1909–1986), Count Basie (1904–1984) ve Artie Shaw (1910–2004) tarafından yönetilen gruplar bulunuyordu. Holiday’in kayıtlarında iç burkan etkileyici bir ses performansı vardı. Şarkı söyleme tarzı tamamıyla kendine özgüydü. En ünlü şarkılarından biri olan, bir linç olayını anlatan “Strange Fruit” kariyerinin henüz başlarındayken ortaya çıkmıştı. Yurttaşlık Hakları Hareketi’nin ivme kazanmasından önce ortaya çıktığı düşünülürse cüretkarlığının boyutları daha iyi anlaşılabilecektir.

Ne yazık ki Holiday hareketin olumlu sonuç verdiğini görebilecek kadar uzun süre yaşamadı. Hayatının büyük bölümünde eroin ve alkol bağımlılığı ile boğuşan Holiday, 1959 yılında sirozdan öldü.

Ek Bilgiler

1- “Lady Sings the Blues” isimli yapımda Holiday, Supremes’in solisti Diana Ross (1944–) tarafından canlandırılmıştı.

2- 1930’larda Artie Shaw (1910–2004) tarafından yönetilen orkestraya katılan Holiday, tamamı beyazlardan oluşan bir orkestraya katılan ilk siyahi kadın oldu.

3- 1988 yılında İrlandalı rock grubu U2, Holiday’e adanan bir şarkı yaptı: “Angel of Harlem”.

Fred Astaire ve Ginger Rogers

Dansçı çift Fred Astaire ve Ginger Rogers, Büyük Buhran dönemindeki Hollywood’un büyüleyici ve entelektüel atmosferini belirlemiştir. 1933–1939 yılları arasında dokuz müzikal yapan çift, dünya çapında Fred ve Ginger olarak tanınmıştı. Film tarihçisi David Thomson’un dediği gibi onlar, “kasabalı adam ve komşu kız”ın alışılmadık örneğiydiler.



Astaire (1899–1987) ve kız kardeşi Adele, 1930’ların başında Hollywood’a gelmeden önce hayranlık uyandıran dansçılardı. Astaire, 1933 yılında ilk filmini yaptı. Aynı sene içerisinde daha sonra Rogers’la birlikte yaptığı Flying Down to Rio filmi gösterilmeye başlandı. Arkaya taranmış saçları ve ütülü giysileri Büyük Buhran dönemi izleyicisine son derece çekici gelen şık bir imaj yaratmıştı.

Rogers (1911–1995) ilk filmi 1929’da gösterilmeden önce vodvillerde ve Broadway’de çalışmıştı. Astaire ile birlikte çalışmadan önce yirmi beş filmde oynamıştı. Ne var ki kariyeri onunla birlikte çalışmaya başladıkları dönemde yükselişe geçti. Teknik ustalıkları, neşeleri ve bilge halleri ile seyircileri büyülüyorlardı.

Başarıları kısmen Astaire’in dans numaralarının mümkün olduğunca az müdahale edilerek çekilmesindeki ısrarı ve bedenlerinin tamamını çerçevenin içerisinde tutabilmelerinden kaynaklanıyordu. Astaire koreograf Hermes Pan ile birlikte çalışmıştı. Dans başarıları sayesinde filmlerinin genellikle zayıf olan öyküleri çok da göze çarpmıyordu.

Çiftin en iyi filmi Top Hat (1935) olarak kabul edilmektedir. Film 1930’larda RKO stüdyolarının en çok kazandıran yapımı olmuştur (3 milyon dolar kadar). Bir diğer önemli çalışmaları ise Swing Time’dır (1936).

İkili 1939 yılında ayrıldıktan sonra Astaire başka partnerlerle çalışmışsa da eski sihri bir daha yakalayamamıştır. Rogers çeşitli komedi ve dramalarda rol almış ve Kitty Foyle’daki (1940) rolüyle en iyi kadın oyuncu dalında Oscar’ı almıştır.

Astaire’in On the Beach (1959) ve The Towering Inferno’da (1974); Rogers’ınsa Monkey Business (1952) ve Kitty Foyle’da ayrı ayrı yıldızları parlamıştı. Bütün bireysel başarılarına rağmen yıldızlardan biri olmayınca diğerinin ışığı eksik kalıyordu.

Ek Bilgiler

1- Astaire’ın asıl adı Frederic Austerlitz Jr’dır. Rogers’ın asıl adı Virginia Katherine McMath’tır.

2- Astaire’in diğer dans partnerleri Rita Hayworth, Eleanor Powell, Paulette Goddard, Joan Leslie ve Lucille Bremer’dir.

3- Rogers, Fred Astaire’e 1950 yılında Oscar Onur Ödülü’nü bizzat vermiştir.

Emperyalizm

İngiliz İmparatorluğu, gücünün doruğunda olduğu 1921 yılında dünya nüfusunun dörtte birinden fazlasına sahipti. Bir ucu Hong Kong’da bir ucu Bermuda’daydı. Diğer büyük Avrupa güçleri, Fransa, İspanya, Portekiz, Hollanda, Afrika ve Asya’da önemli toprak parçalarını kontrol ediyorlardı. Yeni bir emperyalist olan ABD bile Porto Riko ve Filipinler’i egemenliği altına almıştı.

Emperyalizm hem bir politik sistem hem de bir ideolojiydi. Savunucularına göre medeniyeti dünyanın dört bir tarafına yayabilmek için yabancı ülke topraklarında kanlı savaşlara girmek meşruydu. Şair Rudyard Kipling (1865–1936) bunlara “barış uğruna verilen yabani savaşlar” adını vermişti.

İspanya ve Portekiz, imparatorluklarını 15. yüzyılda kurmuşlardı. Ancak emperyalist yayılma esas olarak 1800’lerde hız kazandı. Ulaşımın hızlanması ve kıtadaki görece barış ortamı Avrupalıların kendi topraklarının dışındaki yerlere ilgi duymasına imkan sağladı. Nispeten küçük güçler bile büyük imparatorluklar kurdular. 1885 yılında Belçika, kendisinden sekiz kat büyük bir ülke olan Kongo’yu işgal etti. Avrupalı imparatorluklar I. Dünya Savaşı’ndaki çöküşün ardından Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan yerleri ele geçirerek daha da büyüdüler.

Avrupa ülkeleri için imparatorluk her şeyden önce ekonomik bir amaçtı. Yönetici uluslar altın, demir, bakır, fildişi, kauçuk ve diğer hammadde kaynakları için Kongo ya da Güney Afrika gibi ülkeleri yağmaladılar. Avrupa ve ABD’nin ekonomisine kaynaklık eden tek taraflı ekonomik ilişkilerin sömürge ekonomileri üzerinde son derece kötü bir etkisi oldu.

İyi ve kötü yönleriyle emperyalizm, Batı medeniyetinin hukuki, eğitim ve ekonomik sisteminin dünya genelinde yaygınlaşmasını getirdi. Örneğin, Hindistan gibi kimi eski sömürgeler, İngiltere’nin eğitim modelini daha sonra da kullanmaya devam ettiler.

Ne var ki emperyalist sistem kısa ömürlü oldu. II. Dünya Savaşı emperyalist güçlerin hazinelerini boşaltmıştı. Sonraları imparatorlukların maliyeti ve büyüyen direniş hareketleri sömürgelerden vazgeçilmesine neden oldu. Hindistan 1947 yılında bağımsız oldu. Belçika 1960’ta Kongo’ya bağımsızlığını teslim etmek zorunda kaldı.

 
Ek Bilgiler

1- İmparatorluklardan geriye birkaç küçük toprak parçası kalmıştı. İngiltere, Turks ve Caicos Adaları üzerinde halen hakimiyete sahiptir. Fransız Gine’sinde Fransa egemenliği sürmektedir.

2-1902 tarihli Joseph Conrad romanı “Heart of Darkness” Belçika Kralı II. Leopold’un (1835–1909) vahşi yöntemlerini anlatır. Bu yöntemler Kongo’yu kontrol etmek ve kimi reformları teşvik etmekte kullanılmıştı.

3- Osmanlı İmparatorluğu’nu bölen Sykes-Picot Antlaşması Fransa ve İngiltere arasında gizlice 1916 yılında imzalanmıştır.

Joe DiMaggio

“Joltin’ Joe” ve “Yankee Clipper” lakaplı Joe DiMaggio (1914–1999), beyzbol sahalarının gördüğü en zarif ve başarılı oyunculardandı. Saha dışında son derece içine kapanık ve yer yer soğuk biriydi. Spot ışıklarından kaçması onu Amerikan popüler kültürünün efsanevi figürlerinden biri haline getirdi. Şarkılarda, filmlerde ve romanlarda ölümsüzleşti.



Pek çokları DiMaggio’yu beyzbol tarihinin en iyi oyuncularından biri olarak görür. 0,325 vuruş ortalaması yapmış, 361 kez topu oyun alanının dışına yollamış, yalnızca 369 kez rakip takımın atıcısı tarafından oyun dışı kalmıştır. Kusursuz bir orta saha oyuncusu ve uzman bir kale koşucusudur. 3 kez Amerikan Ligi’nin en değerli oyuncusu olmuş (1939-1941-1947), 1941 yılında 56 oyunda hitting streak yapmıştır. Bu halen Amerikan spor tarihinin ikonik rekorları arasında yer almaktadır.

Yankees, DiMaggio’nun ilk dört sezonunda Dünya Serisi şampiyonluğu kazanmış ve 1951 yılında kariyerinin son bulmasından önce 5 kez daha şampiyon olmuştur. 1955 yılında Beyzbol Onur Listesi’ne seçilmiş ve 1969 yılında spor yazarları paneli onu “Beyzbolun Yaşayan En İyi Oyuncusu” ilan etmiştir.

Kariyerinin son bulmasından sonra istemese de ilgi odağı olmaya devam etmiştir. Zira 1954 yılında Marilyn Monroe (1926–1962) ile “Yüzyılın Evliliği”ni yapmıştır. Bu ilişki Amerika’nın önde gelen spor kahramanı ile Hollywood’un seksi yıldızının birlikteliği olarak görülmüş ve ilişkilerine ulusça büyük ilgi gösterilmiştir. Evlilik dokuz ayda bitmiş olsa da Monroe ve DiMaggio’nun romantik ilişkileri Monroe’nun 1962 yılındaki ölümüne kadar sürmüştür.

Sonraki yıllarında kamuoyunun karşısına her çıktığında DiMaggio klasını ve bilge imajını koruyacak şekilde şık giyinmiştir. Mr. Coffee ve New York Bowery Savings Bankası için sözcü olduktan sonra da popülerliğini sürdürmüştür. Öldüğü sırada seksen dört yaşındadır.

Ek Bilgiler

1- Kardeşleri Vince (1912–1986) ve Dom (1917–2009) birinci ligde oynamışlardır.

2- Kendi döneminin pek çok diğer oyuncusu gibi o da üç yılını askerlikte geçirmiştir (1943-1945). Askerliğin ardından 1946’da Yankees’e geri döner.

3- Monroe’nun ölümünden sonra DiMaggio cenaze törenini düzenlemiş ve yirmi yıl boyunca haftada üç kez mezarına altı kırmızı gül göndermiştir.

Üç Ahbap Çavuş

Maskaralıkları yaklaşık kırk yıl boyunca izleyiciyi güldüren Üç Ahbap Çavuş, ilk filmlerini 1930 yılında çektiler. Soup of Nuts filminde üç beceriksiz itfaiyeciyi canlandırıyorlardı. 1934 yılında Columbia onlarla yirmi dakikalık özel serilerini yapmak için sözleşme imzalayana kadar küçük rollerde oynamaya devam ettiler.



Larry (Louis Fienberg, 1902–1975), Moe (Moses Horwitz, 1897–1975) ve Curly (Jerome Horwitz, 1903–1952) oyunculuk kariyerlerine vodvilde başladılar. Moe ve Curly Brooklyn’deki bir Yahudi mahallesinde büyüyen iki kardeşti.

Beyazperdedeki Üç Ahbap Çavuş serisinin her bölümü basit bir senaryo, kaba şakalar ve grubun suratsız lideri Moe’yu hedef alan iğneleyici espriler etrafında gelişiyordu. İnce espriler ve ağır bir dil kullanmıyorlardı. Öte yandan Hollywood’un ilk Nazi Almanya’sı taşlamalarından birini yapmışlardı: You Nazty Spy (1940).

Üçlü, Curly’nin felç geçirdiği 1947 yılına kadar birlikte çalışır. Bunun üzerine Horwitz kardeşlerden bir diğeri olan Shemp (Samuel Horwitz, 1895–1955) onun yerini alacaktır. Sekiz yıl sonra Shemp’in ölümü üzerine Joe Besser (1907–1988) rolü üstlenir. Besser 1958’de emekliye ayrılınca, Larry’nin felç geçirdiği ve grubun dağıldığı 1970 yılına kadar Curly Joe (Joseph Wardell, 1909–1993) üçüncü kafadarı canlandırır.

Kısa filmlerine ek olarak pek çok uzun metrajlı filmde rol almışlardır. Bunlar arasında, Snow White and the Three Stooges (1961), The Three Stooges Meet Hercules (1962) ve The Three Stooges in Orbit (1962) gibi filmler bulunmaktadır. Aynı zamanda 1963 tarihli bir komedi klasiği olan It’s a Mad, Mad, Mad, Mad World’de küçük bir rol alırlar.

Ek Bilgiler

1- Moe’nun karısı Helen ünlü sihirbaz Harry Houdini’nin (1874–1926) kuzeniydi.

2- Kafadarlar ayrı ayrı kariyer yapma girişimlerinde bulunsalar da genelde başarısız oldular. Örneğin, Moe 1973 yapımı “Doctor Death, Seeker of Souls” isimli filmde rol almıştır.

3- Larry kafadarlara katılmadan önce hafif sıklet boksördü.

4- Kafadarlara katılmadan önce Shemp, “Mississippi Gambler” (1942) filminde bir taksiciyi canlandırmıştı. İronik bir biçimde Shemp bir taksinin arka koltuğunda kalp krizi geçirerek ölmüştür.

Robert Oppenheimer

Atom bombasının babası olarak bilinen J. Robert Oppenheimer (1904–1967), ilk nükleer silahın geliştirilip, 1945 yılında başarılı biçimde test edildiği Manhattan Projesi’ni yönetmiştir. Dönemin önde gelen Amerikan teorik fizikçilerinden biri olan Oppenheimer, teorik fizikçilerin karşı karşıya kaldığı ahlaki çelişkilerin en somut örneklerinden birisini yaşamıştır.

Oppenheimer, Harvard ve Cambridge’te öğrenim gördü. Doktorasını Almanya’da tamamladı. Caltech’te ve Berkeley Kaliforniya Üniversitesi’nde profesör oldu. Almanya’nın atom bombası geliştirdiği yönündeki raporlar üzerine Franklin D. Roosevelt (1882–1945) 1941 yılında Manhattan Projesi’ni başlattı. Oppenheimer bir yıl sonra projenin başına getirildi.

Oppenheimer New Meksiko, Los Alamos’ta nitelikli bilim insanlarından bir ekip oluşturdu ve bir araştırma merkezi kurdu. Başarılı olmuşlardı. 16 Temmuz 1945 tarihinde Oppenheimer ve ekibi ilk atomik patlamaya tanıklık ettiler (Trinity Deneyi olarak bilinmektedir). Patlama 18 bin tonluk TNT patlamasına eş değer bir etki yaratmıştı. Oppenheimer o an için, “Dünyanın eskisi gibi devam etmeyeceğinin bilincindeydik” demiştir.

Bir ay içerisinde Amerikan uçakları iki atom bombasını Japon şehirleri Hiroşima ve Nagazaki’ye attılar. 140 binden fazla insan öldü. Bir hafta içinde Japonya, müttefiklere teslim oldu. II. Dünya Savaşı bitmişti.

Savaştan sonra Oppenheimer 1947’den 1952’ye kadar ABD Atom Enerjisi Danışma Komitesi’nin başına getirildi. Hidrojen bombasının geliştirilmesine ve Sovyetler karşısında nükleer silahlanma yarışına girilmesine karşı çıkmak adına pozisyonunu kullanmaya çalıştı.

1953 yılında komünist sempatizanı olmakla suçlandı. Görülen bir duruşmanın ardından 1954 yılında görevinden alındı.

İleri Çalışmalar Enstitüsü’nün müdürlüğünü yaptığı Princeton Üniversitesi’ne geri döndü. 1963 yılında Başkan John F. Kennedy (1917–1963) teorik fiziğe katkıları ve bilimsel liderliği nedeniyle ona Fermi Ödülü’nü verdi. Bu aynı zamanda resmi bir özürdü.

Oppenheimer 1967 yılında gırtlak kanserinden öldü.

Ek Bilgiler

1- 1947 yılında Oppenheimer, Hiroşima ve Nagazaki’de ölen insanlar için bilim insanlarının sahip olduğu duygu karmaşasını ortaya koydu: “Hiçbir basitleştirme, mizah ya da şişirme bu duyguyu gölgeleyemez. Fizikçiler günahlarını biliyorlar. Bunu unutmak hiçbir biçimde mümkün değil.”

2- Sekiz dil biliyordu. Gençken Hollanda’da altı hafta kalarak teknik seminer verebilecek düzeyde Felemenkçe öğrenmişti.

3- Oppenheimer zengin bir Manhattan ailesinden geliyordu. Babası tekstil ithalatçısıydı. Annesi ise bir sanatçıydı. Aile koleksiyonunda üç adet Van Gogh eseri bulunuyordu.

Gertrude Stein

Amerikan entelektüeli Gertrude Stein (1874–1946), aydın yaşamı ve avangard yazıları ile kültürel fenomen haline gelen özgün bir kişilikti. Yer yer yorucu olabilen deneysel çalışmaları inkar edilemez bir biçimde ilgi çekiciydi. İngiliz dilinin sınırlarını zorlamıştı.



Kaliforniya, Oakland’da büyüyen Stein, Radcliffe’te okudu. 1903 yılında Paris’e gitti. Orada kendisini sanat ve edebiyat alanında geliştirdi. Daha sonra ömür boyu partneri olacak olan Amerikalı Alice B. Toklas (1877–1967) ile tanıştı. Zamanla edebi topluluklara ev sahipliği yaparak önemli bir ün elde etti. İki dünya savaşı arasında Paris’teki evi entelektüel bir toplantı mekanı gibi işliyordu. Ernest Hemingway (1899–1961), Pablo Picasso (1881–1973), Henri Matisse (1869–1954) ve benzeri isimler de burada yerlerini almışlardı.

Kübist sanatın erken temsilcilerinden olan Stein bu akımın prensiplerini yazılarına uygulamaya çalıştı. Kübist ressamların aynı nesneyi farklı açılardan aynı anda yansıtmaları gibi, Stein de aynı sözcükleri takıntılı bir biçimde yineleyerek sözcüklerin farklı anlamlarını yansıtmaya çalıştı. Sözgelimi erken çalışmalarından biri olan Three Lives’ın (1909), “The Good Anna” adlı bir bölümünde good sözcüğü, bu son derece basit sözcüğün incelikleri etrafında bir çember oluşturacak şekilde tam yüz kez yineleniyordu. Stein yazılarını yaşanan anı yakalamak adına genellikle şimdiki zaman kipi kullanarak yazıyordu.

Oldukça büyük bir egosu vardı. Kendisini çekinmeden dâhi olarak adlandırıyordu. Yüzyılın en yaratıcı edebi aklı olduğunu düşünüyordu. Çabalarını beyhude bulduğu diğer yazarlarla ise bolca dalga geçiyordu. Görünüşte partneri ile ilgili olan The Autobiography of Alice B. Toklas (1933) isimli eseri bile aslında kendisi hakkındaydı. Kariyeri boyunca ilginç, alıntılanabilir, durmaksızın kendisinin reklamını yapan bir yazar olarak kaldı. Toklas, tüm bu süre boyunca asistanlığını ve menajerliğini yapmıştı. Günlük işlerini o hallediyor, böylece Stein sadece yazılarıyla ilgilenebiliyordu.

Ek Bilgiler

1- Muhtemelen Stein’in en çok anımsanan görüntüsü bir fotoğraf değil, Picasso’nun 1906 tarihinde yapmış olduğu bir maskeyi andıran portresidir. Eser, New York City’deki Metropolitan Sanat Müzesi’nde sergilenmektedir.

2- Stein bir keresinde Hemingway’e, onu ve çağdaşı yazarları kayıp bir nesil olarak gördüğünü söyler. “Kayıp Nesil” terimi o günden sonra gruptaki yazarları tanımlamak için kullanılmıştır.

Porgy ve Bess

George (1898–1937) ve Ira (1896–1983) Gershwin kardeşler bir düzineden fazla Broadway müzikali yazmış, “Fascinating Rhythm” (1924) ve “Someone to Watch over Me” (1926) gibi Amerikan klasiklerine hayat vermişlerdir. Öte yandan belki de en ünlü eserleri, tartışmalı Porgy and Bess operasıdır (1935). “Summertime” gibi unutulmaz şarkıları ile Amerikan tiyatrosunda bir dönüm noktası sayılan operada bütün oyuncuların siyah olması da dönemine göre son derece cüretkar bir hareket olarak değerlendirilmiştir.



Porgy and Bess yazar DuBose Heyward (1885–1940) tarafından kaleme alınan 1925 tarihli Porgy romanını temel alır. Hikaye Güney Carolina, Charleston’daki Catfish Row isimli bir siyah mahallesinde geçmektedir. Hikaye, Porgy isimli bir dilenci ve aşık olduğu Bess hakkındadır. Diğer önemli karakterler Bess’in dominant erkek arkadaşı Crown ve kokain satıcısı Sportin’ Life’dır.

Müzikleri yazan George Gershwin, Porgy ve Bess için bir “folk opera” ifadesini kullanır. Ortaya Amerikan folk, caz ve blues gibi müzik türlerinden esinlenen bir eser çıkmıştır. Öte yandan kardeşi Ira’nın yazdığı lirik şiirlerde Afro-Amerikan diyalektleri kullanılır. Bu durum operanın negatif önyargıları güçlendirdiğini düşünen siyahların tepkisini çeker (Heyward ve Gershwin kardeşler beyazdır).

Opera ilk gösterimden itibaren tartışmalara yol açar. Gershwinler 1930’larda oldukça cesaret gerektiren bir biçimde projeyi tamamen siyah bir ekiple hayata geçirmek için uğraşırlar. Ne var ki beyazlar tarafından fazla beğenilmeyen çalışma kimi siyahlarca ırkçı bulunur. Ancak operanın “Summertime”, “I Got Plenty O’ Nuttin’” ve “It Ain’t Necessarily So” gibi şarkıları klasikleşir. Sonunda kimi Afrikalılar da bazı ırksal önyargılar taşıdıklarını düşünmelerine rağmen operayı benimserler. Günümüzde eser 20. yüzyılın en iyi Amerikan operalarından biri olarak kabul edilmektedir.

 
Ek Bilgiler

1- George Gershwin yenilikçi bir besteci, piyanist ve şefti. “Rhapsody in Blue” (1924) ve “An American in Paris” (1928) gibi eserleri bestelemişti.

2- George Gershwin otuz sekiz yaşında beyin tümörü nedeniyle öldü.

3- Kongre Kütüphanesi popüler şarkı ödülünü George ve Ira Gershwin adına vermektedir.