Kayıp kıta: atlantis efsanesi

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Birinci Bölüm
AZLEDILIŞIM

Genel resmi kabul töreni bitmişti. Karar okunmuş, İmparatoriçe Phorenice’in adı yüceltilerek, asırlardan beri büyük şatafat ve ihtişamla yapılan uzun ve sıkıcı bir törenle yeni Genel Vali’nin ataması yapılmıştı. Ben, resmi olarak yönetimimin dizginlerini ona teslim etmiştim ve Tatho da resmi olarak yılanlı tahta oturmuş, en yüksek makamı sembolize eden mücevherli zinciri boynuna takmıştı. Daha sonra davullar ve trompetler gürültüyle çalarak bunu herkese ilan ederken Tatho, Yucatan Eyaleti Valisi olarak devletteki bu ilk yükselişi için altın yaldızlı meclis salonunda ayağa kalktı.

Kollarımı kavuşturmuş ve başımı eğmiş bir halde; sıraya dizilmiş göz alıcı askerlerin, şatafatlı saray mensuplarının, yüksek amirlerin ve devlet büyüklerinin bulunduğu kalabalığın arasından onu takip ettim. Tavan kirişleri, vazife icabı olarak haykırılan, “Çok Yaşa Tatho!” ve “Yücelt İmparatoriçeyi!” bağırışlarıyla titrerken yeni vali, başını gösterişli bir biçimde eğerek bu coşkulu tezahürata karşılık verdi. Sırasıyla, daha alt seviyedeki üç valinin -Doğu, Kuzey ve Güney bölgesi valilerinin- daha az öneme sahip olan üç tahtına gitti ve ritüele uygun olarak onların her birinden sadakat yemini aldı ve ben, görevinden azledilmiş olan adam, kurallara uygun bir alçakgönüllülük içinde biat ederek onun peşi sıra yürüdüm.

Bu çok zor bir iş olsa da yüksek makamlarda görev yapan bizler, halkın önünde duygularını belli etmeyen, ifadesiz bir yüz taşımayı öğreniyorduk. Bir zamanlar, yirmi yıl önce, bu saygılı baş eğmeler bana yapılmıştı. Şimdiyse Tanrılar, talihin dönmesini uygun görmüşlerdi. Ancak ben başım eğilmiş ve alçakgönüllü bir tavırla Tatho’nun arkasından yürürken, her ne kadar görgü kuralları oradakilerin sesli olarak beni selamlamalarını yasaklasa da, o şatafatlı salonda bulunan her asker, her saray mensubu ve her amirden bana yöneltilen o müşfik bakışları engelleyememişti. Gözden düşmüş olanların böylesine sevecen bakışlarla karşılaşması sık rastlanılan bir şey değildir.

Çok eski zamanlardan beri süregelen bir geleneğe göre, bir yöneticinin değiştiği böyle büyük tören günlerinde, orada bulunan kişiler dilekçeyle veya sözlü olarak emekliye ayrılan yöneticiler hakkında, onun intikam almasına karşı kesin bir korunma garantisi içinde suçlamalarda bulunabiliyor veya gelecekte devletin daha iyi yönetilmesine dair kendi şahsi fikirlerini ifade edebiliyorlardı. Eğer yirmi yıllık yönetimim sırasında bana ya da uyguladığım maddelere karşı hiçbir sesin yükseltilmediğini söylersem bu konudaki kibrim bağışlanabilir sanıyorum. Geleceğe yönelik olarak yapılacak değişiklikler için de kimseden herhangi bir ses çıkmadı. Evet, kural gereği üç kere yaptığımız tur sırasında, orada bulunan herkes cömert bir sessizlik içinde onayladıklarını gösterdiler.

Sonra, yeni Genel Vali ve onun arkasındaki selefi, ben, piramidin altındaki meclis salonunun altın yer çinilerinin üzerinde resmi adımlarla yürüdük ve büyük devlet memurları yerlerinden kalkarak bizim yürüyüşümüze katıldılar, peş peşe yürüyerek dipteki duvarda bir saat öncesine kadar bana ait olan özel odaların kapısına geldik.

Ah, evet! Şu anda Yucatan’daki o muhteşem şehirlerin hiçbirinde bir evim yoktu ve elimde olmadan içimde bir acı hissettim; ama aslında Atlantis Kıtası’na başım hâlâ omuzlarımın üzerinde dururken dönebildiğim için halime bin kere şükretmeliydim.

Tatho, ritüelin emrettiği şekilde, “Vali’ye kapıları aç!” diye bağırdı ve içerdeki köleler kapının yekpare taştan yapılmış kanatlarını araladılar. Tatho içeri girdi, ben de onun peşinden girdim; diğerleri durdular ve eşikten veda sözcükleri söylediler, sonra kapının kanatları arkamızdan gürültüyle kapanıp kilitlendi. İçerdeki odaya geçtik ve sonra, ilk defa yalnız kaldığımız ve sarayın zorunlu görgü kurallarını arkamızda bıraktığımız için, yeni Genel Vali uysalca kavuşturduğu kollarıyla bana doğru dönerek önümde eğildi.

“Deukalion,” dedi, “inan ki ben bu makamın peşinde değildim. Bana zorla verildi. Eğer kabul etmeseydim bunu başımla ödeyecektim ve senin yerine başka bir adam -senin düşmanın- Genel Vali olarak gönderilecekti. İmparatoriçe, kendi isteklerinin sorgulanmasına asla izin vermez.”

“Dostum,” diye cevap verdim, “kendi kanımdan olmayan kardeşim, tüm Atlantis’te ya da ona ait topraklarda yaşayanların arasında, makamımı devretmekten memnun olabileceğim başka hiç kimse yok. Yirmi yıl boyunca, önce eski kralın hükümdarlığı altında, sonra da bu yeni imparatoriçenin vekili olarak, Yucatan ülkesini ve onun ötesinde Meksika’yı yönettim. Ben kolonimi avcumun içi gibi bilirim. Onun bütün harika şehirleriyle, saraylarıyla, piramitleriyle ve insanlarıyla içlidışlı oldum. Ormanlarda canavarlar ve vahşi hayvanlar avladım. Yollar inşa ettim ve nehirleri nakliye yapabilecek hale getirdim. Sanatı ve el sanatlarını bir tüccar gibi destekledim; her gün üç kere, Tanrılar’a olan bağlılığımı kendi dudaklarımla tekrarladım. Hüküm sürdüğüm hem kötü hem de iyi yıllar boyunca sadece ülkemin refahı ve Atlantis’in güçlenmesi için uğraşıp ulusumu bir baba gibi sevdim. Onları sana miras bırakıyorum Tatho ve onların menfaatlerini kollaman için sana samimiyetle yalvarıyorum.”

“Ben, Deukalion’un işlerini Deukalion’un gücüyle devam ettirebilecek kapasitede biri değilim; ama için rahat olsun dostum, senin izinden harfiyen gitmek için naçizane elimden gelenin en iyisini yapacağım. İnan bana, ben bu göreve bin bir pişmanlıkla geldim; ama bunun sana bu kadar rahatsızlık vereceğini bilseydim senin yerini almaktansa ölmeyi tercih ederdim.”

“Burada yalnızız,” dedim, “resmi meclislerin formalitelerinden uzaktayız ve insan burada bir törene leke sürme korkusu yaşamadan kendi öz kişiliğini ortaya koyabilir. Senin gelişin çok ani oldu. Bir saat öncesine kadar, sen huzura kabul edilmeyi talep ettiğinde, ben daha uzun bir süre yönetime devam edeceğimi düşünüyordum ve şimdi bile hangi sebeple görevden azledilmiş olduğumu bilmiyorum.”

“Bildiride şöyle diyordu: ‘Sevgili Deukalion’umuzu halihazırdaki görevinden alıyoruz, çünkü onun gücüne kendi ülkemizde, Atlantis krallığımızda çok ihtiyacımız var.’”

“Bu yalnızca formalite.”

Tatho huzursuz bir şekilde odadaki duvar halılarına doğru baktı ve beni kendisiyle birlikte odanın ortasına doğru çekerek sesini alçalttı.

“Sanmıyorum,” diye fısıldadı. “İmparatoriçe’nin sana ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Şu anda sıkıntılı zamanlar yaşanıyor ve Phorenice, krallıktaki en yetenekli kişinin emre amade olarak elinin altında olmasını istiyor.”

“Gizlice dinleyenlerden korkmadan açık konuşabilirsin,” dedim. Burada her yanı bir adam boyu büyüklüğündeki masif taşlardan inşa edilmiş piramidin tam ortasındayız. Buradaki her taşın döşenme sürecini ben kendim denetledim. Hem burada, Yucatan’da, sizin eski dünya diplomasinizin inceliklerine sahip değiliz ve kimseyi gizlice dinlemeyiz, çünkü bunu yapmayı utanç verici addederiz.”

Tatho omuzlarını silkti. “Ben sadece kendi aldığım eğitime göre hareket ettim. Ülkemde boşboğazlık etmek, boş bir kafa demektir ve orada dedikodu yapmayı iş edinmiş insanlar var. Ama yine de sana şunu söylüyorum: Taht sallanıyor ve Phorenice sağlam desteklere ihtiyacı olduğunun farkında. Bu yüzden bu bildiriyi gönderdi.”

“Ama neden beni istesin? Benim gemiyle bu koloniye gelişimin üzerinden yirmi yıl geçti ve ben o günden sonra Atlantis’e bir defa bile dönmedim. O eski ülkenin politikasını çok az biliyorum. Okyanusun ötesinden bize gelen birtakım haberler burada fazla ilgi görmez. Yönetimin süresince senin de göreceğin gibi, Yucatan başka bir dünyadır sevgili Tatho; yeni çıkarlar, yeni insanlar ve daha niceleri. Burada bizim için Atlantis, sadece bir hayal ürünü, suların karşı kıyısındaki bir gölgedir. Ben bunca yıl yeni Yucatan dünyası için çalışıp çabaladım.”

“Keşke Deukalion, en azından muhteşem evladının başarılarından hayranlık duymaya yetecek kadar boş zaman bulan anavatanı Atlantis’in iyiliğini düşünmek için yönetim işlerinden bir parça zaman ayırabilse. Çünkü efendim, senin adın anavatanında sihirli bir kelime gibi anılıyor. Senle ben iki gençken, geçmişte yaşamış adamların dünyanın gördüğü en büyük insanlar olduğunu öğretmek üniversitede bir gelenekti; ama günümüzde bu öğreti artık değişti. Şimdi bir model ve örnek olarak Deukalion gösteriliyor. Anneler, sanki verebilecekleri en büyük doğum armağanı gibi, oğullarına Deukalion adını veriyor. Deukalion her gün kullanılan bir kelime gibi. Gerçekten, bilinirlikte ona yakın olan tek bir isim var.”

“Beni huzursuz ediyorsun,” dedim, kaşlarımı çatarak. “Ben görevimi hem görevin kendi hatırı hem de ülkenin hatırı için yapmaya çalıştım, herkesin sırtımı sıvazlayıp beni pohpohlaması için değil. Ayrıca, eğer birilerinin ağzında devamlı dolaşan isimler varsa onlar Tanrılar’ın isimleri olmalı, benim değil.”

Tatho omuzlarını silkti. “Tanrılar mı? Son yıllarda onlarla pek meşgul olmuyoruz. Modern bilimle birlikte eski Tanrılar’la bağlarımızı kopardık ve henüz hiçbir yeni Tanrı ortaya çıkmadı. Hayır, Yüce Efendim Deukalion, eğer senin rakibin olarak insanların dilinde dolaşan sadece Tanrılar olsaydı senin adın onlardan bin kat daha fazla bilinirdi.”

“Efendimiz yaşlı kral artık öldüğüne göre,” dedim, “insan isimleri içinde Atlantis’te önce bu yeni İmparatoriçe’nin adı gelmeli.”

“Kesinlikle öyle olacaktır,” diye cevapladı Tatho, ses tonunda sözlerinin arkasında daha fazlasını kastettiğini anlamamı sağlayan bir şey vardı. Onu mermer koltuklardan birine çektim ve samimiyetle ona doğru eğildim. “Şimdi ben, Yucatan’ın yeni Genel Valisi’ne değil, benim gibi Rahipler Klanı’nın bir üyesi olan, çok sayıda küçük yurt görevlerinde, mezralarda, köylerde, küçük kasabalarda, büyük kasabalarda yan yana çalıştığım, birlikte savaş tecrübesi kazandığım ve insanları yönetme sanatını öğrendiğim, büyük meşakkatle yüksek mevkilere eriştiğimiz eski dostum Tatho’ya konuşuyorum. Burada iki saatten daha az bir süre önce bana ait olan Tatho’nun özel mekânında konuşuyorum ve senden eskiden yaptığımız gibi her zamanki yalınlıkla bana cevap vermeni bekliyorum.”

 

Yeni Genel Vali tuhaf bir şekilde iç geçirdi. “Artık yalın kelimelerle nasıl konuşulacağını neredeyse unuttum,” dedi. “Bu son günlerde sözleri o kadar parlatır hale geldik ki alenen söylenen çıplak gerçekler çok kaba gelebilir. Ama bir zamanlar, bir samanlık sahibi olmak için bile yasalar üzerinde uzun süreler kafa yorduğumuz o eski yılların hatırına ve aynı şekilde şimdi de isyankâr bir şehrin kaderine dair yasalar üzerinde kafa yormak zorunda olduğumuzu düşünerek seninle yine açık konuşmaya çalışacağım, Deukalion. Söyle bana eski dostum, nedir sormak istediğin?”

“Bu yeni İmparatoriçe meselesi nedir?”

Tatho kaşlarını çattı. “Bunu soracağını tahmin etmeliydim,” dedi.

“O halde konuş. Yapılan tüm değişiklikleri anlat bana. Bu Phorenice, Atlantis’teki tahtını sallantıya sokacak ne yaptı?”

Tatho’nun kaşları hâlâ çatıktı. “Senin Güneş Tanrımız kadar dürüst olduğunu bilmeseydim sorularında bir şeytanlık olduğunu düşünürdüm. Phorenice, onun politikalarını kibarca övmek dışında, başka bir amaçla tartışmaya cesaret eden kişilere tahammül edemiyor.”

“İstersen bana bilgi vermeyebilirsin,” dedim, hafif bir ürpertiyle. Karşımdaki Tatho, benim yurdumdayken tanıdığım Tat-ho’dan farklı biri gibi görünüyordu; iş arkadaşım Tatho, Rahipler Koleji’nde benimle birlikte okuyan, pek çok şiddetli saldırıya benimle birlikte koşan, idaremiz altındaki halkların refahı için yapılan bütün zor işlerde benimle birlikte var gücüyle çalışan Tat-ho’dan farklıydı. Fakat ses tonumdaki değişikliği hemen fark edecek kadar hızlıydı.

“Beni eski halime dönmeye zorluyorsun,” dedi, yarım bir gülümsemeyle, “ama insanın son yirmi yıl boyunca öğrendiği ve seninle konuşurken bile ihtiyatlı olması gerektiği gerçeğini unutmak oldukça zor. Yine de geri kalanlarımıza ne olmuş olursa olsun, en azından senin değişmediğin açıkça görülüyor ve eski dostum, eğer istersen sana hayatım pahasına güvenmeye hazırım. Aslında, sen bana Phorenice hakkında bildiğim her şeyi anlatmamı istediğinde, tam da bunu istemiş oldun.”

Başımla onayladım. Bu, aramızda tam bir güvenin olduğu eski günlere benziyordu. “Tanrılar şimdi benim Atlantis’e dönmemi istiyor,” dedim, “ve ondan sonra neler olacağını sadece Tanrılar bilir. Ama bu Phorenice hakkında biraz bilgi edinmiş olarak onun bulunduğu kıyılara ayak basmanın bana çok faydası olurdu; çünkü şu anda onun hakkında, Avrupa ya da Orta Afrika’daki bazı yabaniler kadar bilgisizim.”

“Ne anlatmamı istersin?”

“Her şeyi anlat. Bildiğim tek şey, ülkenin eski kanunlarına göre bir erkeğin hükmetmesi gereken topraklarda bir kadın olarak onun saltanat sürdüğü; yasa, tüm yöneticilerin oradan seçilmesini şart koştuğu halde onun Rahipler Klanı’ndan bile olmadığı ve senin de dediğin gibi, tahtın sallanmasına sebep olduğu. O taht ki eski kral zamanında ebedi tepeler kadar sağlamdı, Tatho.”

“O zamandan beri tarih çok yol aldı ve Phorenice bundan yararlandı. Onun kökenini biliyor musun?”

“Sadece sana söylediğim kadarını biliyorum.”

“O, dağlardaki bir domuz çobanının kızıydı; ama kendini mucizevi bir doğum ve yetiştirilmeyle Tanrılar’ın kızı olarak ilan ettiği için, şimdi bunun fısıltısı bile yapılmıyor. Onun soyunu sorgulamanın kutsala karşı saygısızlık addedileceğini hükme bağlayarak dünyevi kökenini hatırlatacak her şeyin yakılmasını buyurduğu için asıl gerçeğin yerini masal aldı. Öğrenmek istediğin şeyi anlatarak sana ne kadar güvendiğimi görüyorsun Deukalion.”

“Bizim aramızda her zaman güven vardı.”

“Biliyorum ama bu kuşkulanma alışkanlığını kırmak, seninle bile zor. Yine de benimle işkence arasındaki inancını daha da ileriye götüreyim. Zaemon’u hatırlarsın, domuz çobanının olduğu eyaletin valisiydi, Zaemon’un karısı, Phorenice’i gördü ve onu evlat edinerek kendi kızı gibi büyütmek üzere alıp götürdü. Domuz çobanıyla karısının buna itiraz ettiği söylenir. Belki de ettiler, her neyse, onların öldüğünü biliyorum; Phorenice, sanat ve zarafet eğitimi aldı, ayrıca Rahipler Klanı’nın kızı olarak yetiştirildi.”

“Ama yine de o sadece evlat edinilmiş bir kızdı,” diye itiraz ettim.

“Yaşı küçükken ‘evlatlık olmak’ onun unutulmasını istediği bir şeydi,” dedi Tatho, kuru bir ifadeyle, “ve dileklerini gerçeğe dönüştürmeyi erken yaşlarda öğrendi. Daha on beş yaşına gelmeden, sadece hane halkının kadınlarını değil, Zaemon’u ve Zaemon’un ötesinde eyaleti de yönettiği dillerde dolaşır olmuştu.”

“Zaemon kültürlü biriydi,” dedim, “Tanrılar’ın sadık bir takipçisi ve yüksek gizemleri araştıran biriydi ama bir hükümdar olarak her zaman zayıf bir kişiydi.”

“Phorenice’in karşısına faydalı fırsatların çıkmadığını söylemiyorum; ama o da çok parlak zekâlı biriydi. Geldiği yere kıyasla kendini çok iyi yetiştirmiş olması son derece takdire şayandı. Onun durumunda olan kadınlardan binde biri bile soyağacına hiç aldırış etmeyen, güçlü kuvvetli bir köylünün karısı olmaktan öteye gidemezdi. Ama Phorenice’e bir bak, bir asker gibi talim yapmaya ve tüm savaş aletlerini kullanmaya hevesli biriydi. Sonra kimse nasıl ya da neden olduğunu tam olarak anlayamadan eyalette bir isyan patlak verdi ve işte o ufak tefek genç kız, Zaemon’un birliklerine liderlik eden biri oldu.”

“Ben onu tanıdığımda Zaemon, sahada alay konusu olan birine dönüştü.”

“Gerisini dinle. Phorenice isyanı ustaca bastırdı ve yenilenlere iki seçenek tanıdı: ya kılıçtan geçirilecek ya da onun emrine gireceklerdi. Hepsi derhal onun saflarına geçtiler ve o andan itibaren de ona sadık kaldılar. Sana bir şey diyeyim mi Deukalion, o kadında insanı büyüleyen, olağanüstü bir çekicilik var.”

“Karşımdaki insan, bunu fark etmiş gibi görünüyor.”

“Elbette fark ettim. Onu gören herkes büyüsüne kapılıyor. Ayrıca, açıkçası ben de ona âşığım ve buraya gelmemi iğrenç bir sürgün olarak görüyorum. Phorenice’e yakın olan herkes, zengin ya da fakir olsun, onu aynı şekilde sever; bir dakika sonra bir kapris yaparak onları idama gönderebileceğini bilseler bile.”

Galiba böyle bir şeyi küçümsediğimi belli ettim.

“Bizim zaafımızı hor mu görüyorsun? Sen her zaman güçlü bir adamdın, Deukalion.”

“Her halükârda benim hâlâ evli olmadığımı görüyorsun. Kadınların yapmacık hallerini ciddiye alacak zaman bulamadım.”

“Ah, ama bu kolonide yaşayanlar basit ve çekicilikten uzak. Saraydaki hanımları görene kadar bekle, benim sofu arkadaşım.”

“Hatırlıyorum,” dedim kuru bir sesle, “buraya gelmeden önce Atlantis’te yaşadım ve o zamanlar oradaki çoğu erkek kadar saray yaşantısını görmüştüm. Ben o zaman da evlenmeye hiç meyilli değildim.”

Tatho kıs kıs güldü. “Atlantis çok değişti, bugün görsen ülkeyi pek tanıyamazsın. Her şeyi, özellikle de karşı cinsi değiştiren yeni bir çağ başladı. Eski kralın zamanındaki kadınları çok iyi hatırlıyorum; ne kadar korkunç görüntüleri vardı, nasıl yürüyeceklerini veya kendilerini nasıl taşıyacaklarını neredeyse hiç bilmezlerdi, elbise seçimleri bile insanın içini acıtacak kadar kaba sabaydı. Yemin ederim ki bugün sizin Yucatan’daki kadınlarınız, bizim o zamanki kadınlarımızın olduğu kadar taşralı değil. Ama şimdi onları orada görmelisin. Enfesler. Ama İmparatoriçe’nin cazibesi hepsinin ötesinde. Ah Deukalion! Sen çok yakında, bu güzel günlerin birinde Phorenice’i tüm görkemli güzelliği ve ihtişamı içinde görecek ve dizlerinin üstüne çöküp tövbe edeceksin, inan bana.”

“Belki görebilirim ve belki (senin söylemine göre) hayatımın gidişatını değiştirebilirim. Tanrılar her şeyi mümkün kılar. Ama şu an için olduğum gibi kalıyorum, yani bekâr olarak ve bunun aksine hareket etmeye hiç niyetim yok. Dolayısıyla bu süre içerisinde, senin hikâyenin devamını dinleyeceğim.”

“Bu uzun bir başarı hikâyesi. Phorenice, Zaemon’u ismen ve resmen görevinden azletti, sonrasında haber yayıldı ve Rahipler Klanı büyük öfkeye kapıldı. Birbirine komşu iki eyalet valisi, onu esir almak ve idam etmek için güçlerini birleştirmeye karar verdiler. Zavallı adamlar! Emirlere uymaya çalıştılar ve beklendiği gibi ona saldırdılar. Gelgelelim Phorenice savaşta onlarla alay etti. Her ikisini de öldürdü ve birlikler arasında katliam yaptı. Hayatta kalan ve ona esir düşen mahkumlara her zamanki teklifini yaptı: ya kılıç ya da ona hizmet. Doğal olarak adamların seçim yapmaları çok uzun sürmedi; böyle sıradan insanlar için şu veya bu hükümdar pek fark etmiyor, sonuçta Phorenice’in ordusu güçlenmiş oldu.

“Üç kere onun üzerine askeri güç gönderildi ve o üç kere daha muzaffer oldu. Üçüncüsü en son çabaydı. Önceleri, birdenbire ortaya çıkan bu maceraperest kadını hor görmek alışılmış bir şeydi. Ama sonra rahipler, içinde bulundukları tehlikeyi fark etmeye başladılar; tahtın kendisi tehlikedeydi ve eğer onu ezmek istiyorlarsa ellerinden gelenin en iyisini ortaya koymak zorunda olduklarını anladılar. Eli silah tutan her adama kendilerine hizmet etmesi için baskı yapıldı. Bilinen her türlü savaş sanatının devreye sokulması emredildi. Atlantis’in o zamana kadar yetiştirdiği en büyük, en donanımlı ordu kuruldu ve Rahipler Klanı, başkomutan olarak bu ordunun başına kendi generalini koymayı uygun gördü: Tatho’yu.”

“Sen!” diye bağırdım.

“Ta kendisi, Deukalion. Ama bil ki buna şiddetle karşı koydum. O zamanlar ben Phorenice’e kulluk eden biri değildim. Sonraları bu yola girdiğimde (çünkü en yükseğe çıkmam için beni teşvik etmek istiyorlardı) Rahipler Konseyi, benim gelecekteki başarı şansıma dikkat çekti. Çok uzun zamandır bildiğimiz kral, hasta ve yorgun bir ihtiyardı; kendini tamamen dünya dışı gizemleri araştırmaya adamıştı ve onları yakından bilmenin sevincine o kadar kapılmıştı ki dünyevi meseleler artık onun için tiksinti verici hale gelmişti, her an ölmeye karar verebilirdi. Rahipler Klanı, yeni bir kralın seçiminde kendi takdirini kullanır; ama halkın hassasiyetine de dikkat eder, bu kritik zamanda büyük bir seferberlikten muzaffer olarak dönen, ayrıca sürekli silahların gölgesinde olmaktan bezmiş bir halkı kurtaracak olan bir general, o anda herkesin idolü olacaktır. Bunlar bana resmi olarak ve tüm konsey üyelerinin huzurunda anlatıldı.”

“Ne! Sana tahtı mı vaat ettiler?”

“Aynen öyle. Gördüğün gibi önüme sürülen yüksek bir hedefle bu işe girdim. Phorenice’i daha önce hiç görmemiştim, onu canlı yakalayacağıma ve askerliğim için alay konusu yapacağıma yemin ettim. O zamanlar kendi stratejime çok güveniyordum, Deukalion. Fakat o sıralar itimat ettiğim kadim Tanrılar, eskiydiler ve bana yeni bir şey öğretmediler. Ben ordumu, eski yoldaşlar olarak seninle birlikte öğrendiğimiz ve birçok çetin savaşta çok iyi sonuçlar veren yöntemlere göre çalıştırdım ve eğittim, onları o zaman bildiğimiz en seçkin silahlarla, sapan ve topuzla, yay ve mızrakla, balta ve bıçakla, kılıç ve alev toplarıyla silahlandırdım; vücutlarını metal plakalarla kapladım, midelerini bile düşündüm ve savaşan birliklerin arkasına sığır sürüleri kattım.

“Ama çarpışma ânı gelip çattığında, karşı tarafa verdikleri zarar ancak birer bostan korkuluğu kadardı. Phorenice, kendi zekâsıyla, iki ok menzili ötesine öldürücü mızraklar atan fırlatma boruları yapmıştı ve birliklerini yönetme şekli beni âdeta büyüledi. Bizi bir kanattan tehdit ederken, diğer kanattan tekrarlı hücumlarla yordular. Bu bizim alıştığımız gibi bir savaş değildi. Daha yeni, daha ölümcül bir oyundu bu ve ben muhteşem ordumun, dalgaların bir kum tepesini aşındırması gibi eriyişini izlemek zorunda kaldım. Hiçbir zaman onları yakın çarpışmaya zorlama şansım olmadı. Phorenice’in icat ettiği bu yeni taktikler, benim karşı koyma ya da anlama yeteneğimin ötesindeydi. Onun bir adamı, bizim sekiz adamımıza bedeldi ve bizim sıkışık düzen savaş tarzımız, askerlerimizin çok daha kolaylıkla katledilmesine yol açmıştı. Bir panik yaşandı ve kaçabilenler kaçtı. Benimse geri dönüp başarısız bir generali bekleyen görevden alınmayı kabullenmeye hiç niyetim yoktu. Orada, bulunduğum yerde dövüşerek ölmeye çalıştım. Ama ölüm gelmedi. Sonuncusu tam bir arbedeydi Deukalion.”

“Phorenice seni esir mi aldı?”

“Ben diğer üç kişiyle sırt sırta vererek bir ölüm çemberinin ortasında durdum ve bizi saran düşman çemberi gittikçe daralıyordu. Alay ederek üstümüze gelmelerini söyledik. Göğüs göğse bir çarpışmada kendimizi koruyabildiğimizi onlara daha önce göstermiştik, bu yüzden güvenli bir şekilde bizi uzaktan vurabilecekleri fırlatma borularına ihtiyaçları vardı. Sonra Phorenice çıkageldi. ‘Siz ne yapıyorsunuz böyle?’ diye sordu adamlarına. ‘Size karşı gelen Efendi Tatho’yu öldürmeye çalışıyoruz,’ dediler. ‘Demek Tatho bu, öyle mi?’ dedi Phorenice. ‘Gerçekten de boylu poslu, gösterişli bir adam ve görünüşe bakılırsa eski usule göre çok iyi bir savaşçı. Daha yeni yöntemleri öğrenecek kapasitede biri olduğuna şüphe yok. Şimdi bak Tatho,’ dedi, ‘benim yendiğim insanlara ya kılıç (ki inan bana, şimdiye kadar boynuna hiç bu kadar yakın olmadı) ya da sancağımın altında bana hizmet etme seçeneği vermek gibi bir âdetim var. Bir seçim yapacak mısın?’”

 

Ona dedim ki: “Gördüğüm en adil kadın ve dünyaya gelmiş en iyi komutan olarak, niteliklerinle fena halde aklımı başımdan aldın; ama bizim Klanımız’da bir gelenek vardır, yediğimiz ekmeği verene her zaman sadık kalırız. Ben hâlâ Kral’ın adamıyım ve sana hiçbir şekilde hizmet edemem.”

“‘Kral öldü,’ dedi. ‘Bir ulak haberi daha yeni getirdi, yani bu karar tamamen sana kalıyor. Ben İmparatoriçeyim.’”

“Seni kim İmparatoriçe yaptı?” diye sordum.

“‘Bana bu savaşı kazandıran ve en kudretli olan el,’ dedi. ‘Gördüğün gibi, bu kudretli bir el ve eğer ona hizmet etmeyi seçersen aynı zamanda nazik bir el de olabilir. Kral öldüğüne göre, artık Tatho’nun bir efendisi yok. Tatho, kadın bir efendi ister mi?’”

“‘Senin gibi şanlı bir kadın olunca, evet,’ dedim. O andan itibaren, Deukalion, ben onun kölesi oldum. Ah, kaşlarını çatabilirsin, eğer istersen bu koltuktan kalkıp gidebilirsin. Ama senden şunu istiyorum: Phorenice’in sıcak ve güzel varlığını kanlı canlı görene kadar benim hakkımda kötü bir hüküm vermeyi ertele eski dostum. O zaman kendi kulakların ve kendi duyuların, bana olan eski saygını sana tekrar kazandırmak için bana avukatlık edeceklerdir.”