Erewhon’a İkinci Ziyaret

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

2. Bölüm
Dağın Eteklerinden Erewhon’a Giriş

Babam yirmi iki yıl önce uğruna İngiltere’yi terk etmiş olduğu koloniye ulaştığında bir at aldı ve oraya vardığı günün akşamı yani söylediğim gibi 1890 yılı Kasım ayının son günlerinin birinde Erewhon’a doğru yolculuğa başladı. Yanına bir İngiliz eyeri ve birkaç tane geniş ve sağlam heybe aldı.

Bunların içine parasını, altınlarını; biraz çay, şeker, tütün, tuz, bir termos konyak, kibritler ve canının isteyebileceği kadar çörek yerleştirdi; kamp kurabileceği yere yakın evlerden ya da çiftliklerden bulabileceğini düşündüğünden yanına hiç et almadı.

Erewhon giysisini ve ihtiyaç duyduğu diğer şeyleri kırmızı bir battaniyeye sardı ve sardıklarını eyerinin bir yerine sıkıştırdı. Eyerine sıkıştırdığı diğer şeylerse teneke çaydanlık ve maşrapaydı. Ayrıca yanına bir çift köstek ve küçük bir balta aldı.

Ovaları geçmek için üç gününü harcadı ve fark edebildiği küçük değişikliklere şaşırdı; görünüşe göre yün üretimindeki düşüş ve dondurulmuş et ticaretindeki başarısızlık ülkenin kaynaklarının gelişimini engellemişti.

Ön dağlara geldiğinde kısmen daha kuzeydeki dereden yatağa inen tehlikeli akıntıdan zarar görmemek ve onu hatırlaması muhtemel olan çobanlardan kaçınmak için yıllar önce keşfettiği nehrin kuzeyini ve Erewhon’dan geçen tek uygun geçide giden suları izledi.

Eğer nehirdeki bu boğazdan 1870’te geçmeye kalkışsaydı, bunu imkânsız bulurdu; oysa şimdi üzerinde bir çoban kulübesi olan bu geçidin üstünde birkaç dere yatağı düzlüğü keşfedilmişti ve boğazın bir ucundan diğerine dar bir at yolu yapılmıştı.

1 Aralık Pazartesi günü vardığı bu çoban kulübesinde misafirperverlikle karşılandı. Buradan sorumlu olan çobana, daha önce buralarda keşfedildiğini duyduğu büyük, kanatsız bir kuşun izini bulabilmek için geldiğini söyledi.

Çoban “Dikkatli olun bayım; nehir çok tehlikeli. Sadece bir yıl kadar önce birkaç insan bu kulübeden ayrılmış ama atları ve kampları bulunduğu hâlde vücutları bulunamamıştı. Büyük rüzgâr geldiğinde vücudu denizden dışarı yirmi dört saat içinde taşır.” dedi. Görünüşe göre, nehrin üst tarafında, dağların arasında bir geçit olduğuna dair bir fikri yoktu.

Ertesi gün babam nehrin yukarısına çıkmaya başladı. Boşluk olan her yerde hâlâ yakılmamış o kadar çok ot ve bataklık vardı ki babam nehir yatağından gitmek zorunda kaldı; burada da çok fazla bataklık kumu vardı.

Yolda bir yere kadar büyük taşlar vardı, ayrıca nehirlerin oluşturduğu akıntıları tekrar tekrar geçmek zorunda kaldı. Akşam yemeği için ayırdığı iki saat hariç sürekli ilerlemesine rağmen, atının eyerini söküp zincirlediği ve beslenmesi için bıraktığı uygun bir kamp yerine vardığında yirmi beş milden fazla gidememişti. Çimler yeni yeni çıkmaya başlıyordu böylece çok fazla olmasalar da atlar için iyi yem oluyordu.

Aynı yirmi yıl önce yapmış olduğu gibi ateşini yaktı, kendisine çay yaptı, soğuk etini ve çöreklerini yedikten sonra piposunu yaktı. Temiz, yıldızlı bir gökyüzü, hızla akan nehir ve dağ eteklerinde bodur ağaçlar vardı. Bir baykuş, yıllar önceki gibi iki notada öttü; bir an için sanki gençliğindeki anılarla çevrilmiş gibi hissetti kendini ve yirmi yıl öncesi gözünde canlandı. Ümit, yerini kabul edilmiş başarısızlığın umutsuzluğuna bıraktı.

Sonra canlandı, battaniyeye sarındı, gecenin huzur ve güzelliğiyle yatıştı ve rüyasız bir uykuya daldı. Ertesi sabah, yani 3 Aralıkta, şafaktan hemen sonra kalkıp nehrin birikintilerinde yıkandı, kahvaltısını yaptı. Atını dere yatağında buldu ve iyice toplanıp yüklendikten sonra yola koyuldu.

Şimdi nehirdeki akıntıları geçmesi gerekiyordu ve ertesi gün bundan daha fazlasını tekrar geçmesi gerekecekti. Ama bu -atı suda iyi ilerlediği hâlde- kendisi eyerlerini ıslatmak istemediğinden dikkat gerektiriyordu ve bunun tek yolu geniş, dalgasız suyu hızla geçerek nehrin iki veya üç kola ayrıldığı yerleri bulmaktı. Böylece suyun, atının karnını geçmeyeceğini düşündüğü kıyılara ulaşabilirdi; sonuçta nehrin genişliği oldukça fazlaydı. Çok şükür ki daha yüksek dağlara kar geç yağmıştı ve yaz olduğu için nehir alçaktı.

Akşama doğru şimdilik kestirebildiği kadar yol aldı; 20-25 mil. Çok iyi bildiği bir yere, Erewhon’a giden geçitten daha önce kamp yapmış olduğu yere ulaştı.

Nehir yatağının üzerinde uzanan ve gözün görebildiği mesafede dik açılarla ilerleyen büyük bir buz kütlesine ulaşmadan önce, düzlük denebilecek son kara parçası buydu (Aslında burası sadece geçitten inen bir akıntının oluşturduğu eğimli bir deltaydı.).

Burada yine kamp kurdu ve etrafta bol miktarda tatlı ot, anason ve deve dikeni olduğundan iki üç ay sonra tekrar burada bulabileceğini umarak atını saldı. İri taneli çalı otları, babamın uzakta olmayı planladığı süre boyunca ona yetecek kadar dolgundu. Ona kısa süre içinde tekrar ihtiyacı olmayacağını düşünüyordu.

Atıyla ilgilenirken yemeğini yedi ve piposunu içerken daha önceki yolculuğunda kendisine zorluk çıkarmış olan engellerle nasıl başa çıktığını düşünerek kendi kendisini tebrik etti.

Bazı kötü ruhlar, babamı yıkmak için ona yem mi atıyordu? Yoksa kendisine acıyan ve iyiliğini isteyen ruhlar ona arkadaş mı oluyordu? Olumlu mizacı, arkadaş ruh teorisine eğilim gösterdi ve kendisini huzurlu hissederek yatıp sabaha kadar sakince uyudu.

Sabah, su biraz buzlu olmasına rağmen tekrar yıkandı. Erewhon kıyafetlerini ve botlarını giydi. Avrupalı kıyafetlerini biraz güçlükle heybelerine sakladı. Aynı zamanda burada içinde İngiliz külçelerinin, yedek pipolarının, içinde iki altın pound ve yedi sekiz şilin bulunan cüzdanının, tütününün bir kısmını ve et dışında kalan erzakının bulunduğu çantayı bıraktı. İnsanlardan korkmadıkları her hâllerinden belli olan şahinler ve papağanlar ilerleyişini takip ediyordu; eti de onlara bıraktı. Değerli eşyalarını daha önce söylediğim gibi gizli bölmelere sakladı ve sadece tek bir çantayı, kolayca erişebileceği hâle getirdi.

Karaya çıkmadan önceki gün saçını ve sakalını kısa kesip İngiltere’den aldığı boyalarla boyadı ki birkaç dakika içinde neredeyse siyah oldular. Ayrıca yüzünü ve ellerini de koyu kahverengiye buladı.

Eyerini, yularını, İngiliz botlarını ve heybelerini ulaşabileceği en yüksek dala astı ve kamp yaptığı yerde bodur keten ağacı yetiştiğinden onları güzelce keten yaprağıyla bağladı.

Ne yaparsa yapsın deriyi kolayca delebilecek sivri gagaları olan papağanların meraklı hırsızlıklarından koruyamayacağından korksa da daha fazla bir şey yapamadı. Bana öyle geliyor ki babam bana hiçbir zaman anlatmamış olsa bile bu kuşları gördükten sonra İngiliz ganimetlerini metal bir kutunun içine koymaya karar vermiş olmalı; elbette kutunun üzerinde kuşları yıldıracak bir kilitle birlikte.

Battaniyesini rulo yaptı ve omzuna yükledi; piposunu, tütününü, maşrapasını, kibritlerini, tuzunu ve biraz çay ile çörek alıp gitti. Her şeyi olabildiği kadar gönlünce düzenleyip son kez saatine baktı, ona göre birkaç hafta geçmiş gibiydi ama satin yedi civarında olduğunu gördü.

Saatini yıllar önce ona ne dertler açtığını hatırlayarak heybelerini indirip tekrar açtı ve içine koydu. Sonra da heykelleri görmüş olduğu sırta doğru dağ yamacına tırmanmak üzere yola koyuldu.

3. Bölüm
Babam Kamp Yaparken Profesör Hanky ve Panky Tarafından Görülür

Babamın, tırmanışı hatırladığından daha yorucuydu. Dediğine göre tırmanış sorunsuzdu ve artık saati olmadığından tahminine göre yaklaşık dört beş saatini aldı ama zorluk sayılabilecek pek bir şey olmadı. Sırttan gelen su yolu yeterli bir rehberdi; bir iki şelale vardı ama onu fazla oyalamadılar.

Üç bin fit kadar tırmandıktan sonra heykellerden gelecek sesler için dikkat kesildi; ama hiçbir şey duymadı ve sonra taze kar yağışına rastlayıncaya kadar zorlukla ilerledi. Bunun, önceki gün dağların zirvelerini beyazlattığını gördüğü kar yağışınının bir kısmı olduğunu biliyordu; böylece sırta yaklaşıyor olması gerektiğini anladı. Kar hızla derinleşmeye başladı ve heykellere ulaştığında iki üç inç derinliğe ulaştı.

Heykelleri beklediğinden daha küçük buldu. Kitabında onları gördükten epey ay sonra normal hayattakinin yaklaşık altı katı kadar büyüklükte olduklarını yazmıştı ama şimdi anca dört beş katı büyüklükte olabileceklerini düşündü. Ağızları karla kapanmıştı, bu yüzden güçlü rüzgâr olsaydı bile -ki yoktu-uğuldayamazlardı. Diğer açılardan da onları ilk gördüğü zamankinden daha etkileyici bulmadı. Biraz etraflarında dolaştıktan sonra yola devam etti.

Kar çok fazla devam etmedi ama babam kısa sürede yoğun bir bulut grubunun arasına girdi ve geçiş yolundan çıkan nehir boyunca yolunu, tedbirli bir şekilde etrafı yoklayarak bulmak zorunda kaldı. Temiz havaya çıktığında yaklaşık iki saat geçmişti. Kendisini yosunlanmış eski bir gölün yatağında buldu. İnişin bu tarafını tamamen unutmuştu -belki de bulutlar tepede asılı kalacaktı- ancak aşağı bakıp da zeminin kekliklerden biraz küçük olan bıldırcınlarla dolu olduğunu görünce çok sevindi. Bu bıldırcınların çokluğu onu şaşırttı çünkü Erewhon’daki dağlardan başka yerde bu kadar bol bulunduklarını hatırlamıyordu.

Erewhon’daki bıldırcınlar, nesli tükenmiş Yeni Zelanda bıldırcınları gibi ardı ardına birkaç metrelik üç başarılı uçuş yapabilirdi ama sonra yorulurlardı; bu yüzden bıldırcınlar hiç ateş yakılmayan ve vahşi hayvanların onları sıkıştıramayacağı yerlede bulunurdu. Avrupa medeniyetlerinde insanlara eşlik eden kediler ve köpekler yakında onları yok edeceklerdi; bu yüzden babam etrafta hâlâ herhangi bir köy olmadığı sonucuna vardı.

Ayrıca hiç koyun ya da keçi pisliği göremedi ve eskiden bundan çok daha fazla koyun izi bulmuş olduğunu hatırladığından bu onu şaşırttı. Şüphesiz kitabımı yazdığımda inişin ne kadar uzun sürdüğünü unutmuşum,diye düşündü. Ama bu tuhaftı, çünkü çimen yeterince iyi bir besindi ve bolca olması gerekirdi.

Yemek yemek için bile durmadı, sadece yürürken çörek yedi ve ardından tırmanmaktan yorgun düşmüş bir hâlde kendisine uzun bir dinlenme çekti. Gece kamp yaptığı zamanlar yemek üzere iki düzine bıldırcın avladı.

 

İnsanlar ona nasıl yaşadığını sorduklarında -ki kesin soracaklardı- ne diyecekti? Kişisel eşyalarından birazını satmanın güvenli bir yolunu bulana kadar kendisini idare edecek Erewhon parasını nereden bulacaktı?

Balona bindiklerinde yanında biraz Erewhon parası vardı ancak onları da balon denize yaklaştığında el yazmaları ve giysileri dışındaki her şeyle beraber atmıştı. Yanında, satmaya cesaret edebileceği hiçbir şey yoktu ve bir sürü altını olduğu hâlde gerçekte beş parasızdı.

Derken bıldırcınları gördüğünde tekrar dost bir ruh yolunu kolaylaştırıyormuş geldi ona. Bıldırcınlar Coldharbour (hapsedildiği şehir)’da sevilen yiyecekler olduğundan ve ona İngiliz şilini değerinde biraz Erewhon parası kazandıracaklarını düşündüğünden bıldırcın yakalayıp orada satmaya karara verdi.

İki düzine bıldırcın yakalaması iki üç saat sürdü. Yeterli olduğuna inandığı zaman bacaklarını sazlarla birbirine bağladı ve bütün hepsinin içinden sağlam bir çubuk geçirdi. Hemen ardından bodur çam ormanına geldi. Fazla olmasa da yine de korunak yapmasına ve kendisi için iyi bir ateş yakmasına yetecek kadar çalı vardı. Günler uzun olduğundan durumu idare edebilirdi ancak güneş batar batmaz hava serinleyip dondurucu olmaya başladı.

Geceyi burada geçirmeye karar verdi. Ağaçların en sık olduğu yeri seçti, ateşini yaktı, dört tane bıldırcın yoldu ve temizledi. Şiddetli akıntıda tenceresini suyla doldurdu, maşrapasında çay yaptı ve kuşlardan iki tanesini közleyip yedi. Bunları yaptıktan sonra piposunu yaktı ve olanları düşünmeye başladı.Şimdiye kadar her şey iyi,dedi kendi kendine. Ama kelimeleri zor seçiyordu. Sonra hâlâ belli bir mesafeden gelen ama kendisine doğru ilerliyormuş gibi çıkan seslerle şaşkına döndü.

Tenceresini, maşrapasını, çayını, çöreğini, battaniyesini ve ertesi sabah atmak üzere saklamış olduğu şeyleri anında toparladı; kendisini ele verebilecek her şeyi aceleyle ormanda birkaç metre uzağa, seslerin geldiği yönün tam tersine taşıdı ama bıldırcınları olduğu yerde bıraktı, purosunu ve tütününü de cebine koydu.

Sesler gitgide yaklaştı. Neler konuşulduğunu duyana kadar babamın tek yapabildiği geri gidip ateşin başında masumca oturmak oldu.

Konuşanlardan biri “Tanrı’ya şükür sonunda birilerini bulduk galiba. Umarım kaçak avcı değildir, dikkatli olsak iyi olur.” dedi (Tabii ki Erewhon dilinde.).

Diğeri, “Saçmalık! Koruculardan biri olmalı. Kimse kaçak avlanırken kralın topraklarında ateş yakmaya cesaret edemez. Saat kaç olmuş?” diye cevap verdi.

“Dokuz buçuk.”

Karanlıktan parıldayan ateşin ışığına çıkıp konuşan kişinin elinde bir saat vardı. Babam bakınca onun yaklaşık yirmi yıl önce Erewhon’a girerken taktığı saatin tıpatıp aynısı olduğunu gördü. Hadi saat neyse de bu iki adamın giysileri çok daha şaşırtıcıydı.

Erewhon giysileri içinde değillerdi. Biri İngiliz gibi ya da neredeyse İngiliz gibi giyinmişken diğeri aynı giysileri tersten giymişti ki yüzü babama bakarken vücudu ona arkası dönükmüş gibi görünüyordu. Aslında adamın kafası ters olarak vidalanmış gibiydi ama belli ki soyunmuş olsaydı normal insanlar gibi görünecekti.

Bütün bunlar ne demek oluyordu? Adamlar elli yaş civarındaydı. Hâli vakti yerinde insanlardı; iyi giyimli, iyi beslenmiş ve babamın içgüdüsel olarak akademik sınıfa mensup olduklarını hissettiği insanlardı. Fark edilir şekilde İngiliz gibi giyinmiş olanı da babamı en az saat takmış olan kadar korkuttu. Sanki akıl hastanesinden yeni kaçmış gibi duruyordu ya da Kral Dagobert kendisine pantolonunu giymesini söylediği şekilde giymiş gibi görünüyordu. Her ikisi de giysileri sıradan olduğu için onları kolayca giymişlerdi.

Babam şaşırmıştı, ama aynı zamanda dikkat kesilmişti, çünkü planının küçük bir kısmının yeniden düzenlenmesi gerektiğini anladı ve bir sonraki hareketinin ne olacağına dair bir fikri yoktu; ama hazırcevap bir adamdı ve insanların akıllarına bir düşünce girdiğinde azıcık onayın onu sabitleyeceğini bilirdi. İlk fikir sadece güçlü bir tohumdu ve yapabilirse gelişirdi.

Okuyucunun yukarıdaki son paragrafları okuyacağından daha kısa bir sürede babam, ikinci konuşmacıdan yapacaklarının ipucunu almıştı.

Cesurca bu adama giderek “Evet, ben koruculardan biriyim ve burada kralın koruluğunda ne yaptığınızı sormak benim görevim.” dedi

Buna “Elbette, ahbap. Geçidin başındaki heykelleri görmeye gitmiştik ve Sunchston belediye başkanından koruluklara girmek için iznimiz var. Giderken de dönerken de kendimizi yoğun siste kaybettik.” diye cevap verdiler.

Babam içinden sise şükretti. Kasabanın adını anlayamadı ama sonradan normalde benim yazdığım gibi telaffuz edildiğini öğrendi.

Babam en nazik tavrıyla “Lütfen bana izninizi gösteriniz.” dedi ve bunun üzerine kendisine bir belge uzatıldı.

Burada insanların ve yerlerin isimlerini tercüme edeceğimi söylemem gerekiyor, ayrıca belgenin içeriğini ve ileride geçecek bütün isimleri de tercüme edeceğim.

Örneğin okuyucuya Hanky ve Panky olarak tanıtılacak olan kişilerin gerçek isimleri Sukoh ve Sukop, ancak İngiliz halkının kulağına pek de ahenkli gelmeyeceği için ben bu isimleri kullanmayacağım. Okuyucudan da orjinal isimlerin ruhunu aktarmak için elimden gelenin en iyisini yaptığıma inanmasını istiyorum.

Babamın Senoj Nosnibor, Ydgrun, Thims gibi Erewhon’da sık kullanılan gerçek Erewhon isimlerine tam sadık kalmamasından duyduğum üzüntüyü de dile getirmek isterim; hatta o, gerçek ismi kullanmayı uygunsuz bulduğu zamanlarda isim bile uydurmuştu.

Örneğin, zavallı annemin adı gerçekte Nna Haras ve Mahaina’nınki Enaj Ysteb’di ki babamın bununla yüzleşmeye hiç cesareti yoktu. Bu yüzden isimlerini tercüme etmeye hiç kalkışmadan onlara kulağa güzel gelen isimler vermeyi tercih etti.

Doğru ya da yanlış ama ben babamın kitabında kullanılmayan bütün isimleri daimî olarak tercüme etmeye karar verdim ve kitap boyunca isim ve konuşmalara gelince onları hiçbir çevirinin yapamayacağı kadar büyük bir özgürlükle çevireceğim.

Şimdi izne geri döneyim. Belgenin ilk kısımlarında şunlar yazılıydı: “Önceden Coldharbour olarak bilinen Sunchildson kasabasına ve Erewhon Krallığı’na bağlı olan dağlar arasında uzanan bazı alanları ağaçlandırma eyleminin esasları üçüncü yılda yani değerli merhametli majesteleri yirmi ikinci kralın hükümdarlığının sekizinci yılında kabul edildi.

Majestenin dağların ötesindeki varlıkların topraklarına girme çalışmalarını önlemek ve yine aynı şekilde krallığına yabancı şeytanlar tarafından zorla girilmesini engellemek için, burada bazı alanların, özellikle bundan sonra belirlenecek olan yerlerin ağaçlandırılıp majestenin özel kullanımı için avlanma alanı olarak ayrılmasına karar verilmiştir.

Aynı zamanda korucuların ve onların altında çalışanların dağların diğer tarafından gelen yabancı şeytanlarla karşılaştıklarında onları hiç konuşmadan vurmaları gerekliliğine karar verildi. Vücudu tartıp yazıya eklenmiş planda gösterilen şelalenin altındaki mavi havuza atacaklar ve ama hayat boyu mahkûm olma cezası çekmemek için ölen kişiye ait olan hiçbir eşyayı kullanmayacaklardır. Ne yaptıklarından da durumun tamamını dakikası dakikasına rapor edecek olan başkorucu dışında kimseye bahsetmeyeceklerdir.

Sunchildston belediye başkanının imzaladığı özel izin olmadan majestelerinin koruluklarına geçerken ele geçirilebilecek tebaadan herhangi biriyle veya bahsedilen koruluklarda izinsiz avlanma ile suçlanan herhangi biriyle ilgili olarak ise korucular derhâl onları tutuklamalı ve Sunchildston belediye başkanının karşısına getirmelidirler. Başkan onların atalarını sorguladıktan sonra hapis ve ağır iş cezalarından uygun gördüğü birisiyle cezalandırır; bu süre on iki takvim ayından az olamaz.

Bahsedilen yasanın diğer hükümleri, ilgilenenler için bir kopya olarak Sunchildston belediye başkanının resmî mekânında görülebilir.

Metin şöyle devam ediyordu: “XIX.xii.29. öğrenmenin merkezi, insanları şüphe altında olan şehir Bridgeford’da dünyasal aklın asil profesörü Profesör Hanky ve dünyasal olmayan aklın asil profesörü Profesör Panky ya da ikisinden biri.” Son olarak şu vardı: “On iki ay boyunca kürek mahkûmluğuyla beraber hapse atılma acısıyla; öldürmedikleri, öldürülmek için bir neden vermedikleri ve yemedikleri sürece, bu tarihten önceki kırk sekiz saat boyunca kralın korularından özgürce geçebilecektir.” İmza o kadar karalama gibiydi ki babam okuyamadı ama onun altında “Sunchildston Belediye Başkanı” ve “Önceki adıyla Coldharbour.” yazıyordu.

Babam okurken epey bilgi toplamıştı ama göremediği daha da büyük curcuna, planlarını zekice uygulamaya koyamadan oradan kurtulması gerektiğiydi.

“Yıl üç.” Bu, Romen ve Arapça karakterlerde yazılmıştı! Babam Erewhon’a gelmeden önce bu tür karakterler yoktu. Bunları Nosnibor’lara tekrar tekrar gösterdiğini ve hatta bir kez yazdığını hatırladı. Böyle olamaz… Hayır, bu imkânsız; ama bir profesörün istediği ve diğerinin elde ettiği Avrupa giysisi de var ortada. Ve “XIX.” Bu ne demekti? “xii.” Bu aralık demek olabilir miydi? Ama aralığın yirmi dokuzu değildi ki dördüydü. Daha Sonra neden hiç koyun izi görmediğinin nedenini buldu. Peki, masumca öldürdüğü bıldırcınlar ne olacaktı? Bunları Coldharbour’da satmaya kalksa ne olurdu? Bilmeden başka hangi ölümcül suçu işleyebilirdi? Ve neden, neden Coldharbour, Sunchildston olmuştu?

Profesörlerin kendisine verdiği belgeyi dikkatle incelerken zavallı babamın kafasında bu düşünceler uçuşuyordu. Zaman kazanmak için zavallı, bilge numarası yaptı. Olabildiğince geciktirdikten sonra belgeyi kendisine verene geri verdi. Tek bir mimik değiştirmeden şöyle dedi:

“İzniniz oldukça düzgün. İster geceyi burada geçirin isterseniz de Sunchildston’a doğru devam edebilirsiniz. Hanginizin Profesör Hanky, hanginizin Panky olduğunu sorabilir miyim?

Saatli, kıyafetlerini ters giymiş ve babamın avcı olduğunu düşünmüş olan “Benim adım Panky.” dedi “Ve benimki Hanky.” dedi diğeri.

Arkadaşı, Profesör Panky’ye dönerek “Sen ne düşünüyorsun Panky? Burada gün doğana kadar kalsak daha iyi değil mi? İkimiz de yorgunuz ve bu arkadaş bize güzel bir ateş yakabilir. Hava çok karanlık ve önümüzdeki iki saat hiç ay olmayacak. Açız ama Sunchildson’a varana kadar bekleyebiliriz; orası sekiz dokuz milden daha uzak olamaz.” dedi.

Panky onayladı ve babama dönerek “Dostum, yasak giysilerin içinde ne yapıyorsun? Neden korucu üniforman yok ve bütün o bıldırcınlar ne anlama geliyor?” dedi. Babamın gerçekte kaçak avcı olduğu fikrinin üzerine gidiyordu.

Babam hemen cevap verdi: “Başkorucu bu sabah, yarın öğlene kadar Sunchildston’a kendisine üç düzine bıldırcın götürmem gerektiği mesajını yolladı. Kıyafete gelince bıldırcınları bunların içinde daha iyi kovalayabiliyoruz ve kasabaya yaklaşmadan eski giysilerimizi çıkartıp üniformalarımızı giydiğimiz sürece kimse bir şey demez. Benim üniformam vadinin bir buçuk saat yukarsındaki korucu kulübesinde duruyor.”

“Yirmi yaşına bile basmamış bir kendini beğenmişin başkorucu görevine gelmesinin nelere yol açtığını gördün mü?” dedi Panky. “Bu arkadaşa gelince doğru söylüyor olabilir ama ben ona güvenmiyorum.”

“Adam haklı Panky ve yeterince iyi bir arkadaşa benziyor.” dedi Hanky ve daha sonra babama, bıldırcınlara iştahla bakarak “Kaç tane bıldırcının var?” dedi.

“Bütün gün bunların peşindeydim bayım ama sadece sekiz çift bıldırcınım var. Yarın on çift daha yakalamam lazım.”

“Anladım anladım.” dedi Hanky. Sonra Panky’ye dönerek “Tabii ki bunlar belediye başkanının pazar günkü ziyafeti için isteniyorlar. Bu arada hâlâ davetiyemizi almadık; sanırım Sunchildston’a dönünce bulacağız.”

“Pazar, pazar, pazar!” diye mırıldandı babam; ama yüz ifadesini hiç değiştirmedi ve ağırkanlılıkla Profesör Hanky’ye “Sanırım haklısınız bayım; ama bana bunun hakkında hiçbir şey söylenmedi, sadece kuşları götürmem istendi.” dedi.

Böylece kibarca profesörün şüphesine ikinci kez ışık yaktı. Ama Panky’nin de kendi fikri vardı ve kendininki çürütülürken Hanky’ninkinin doğrulanmasını kıskanıyordu.

Biraz buyurgan bir şekilde “O iki yolunmuş bıldırcının orada ne işi var peki? Onları yolunmuş mu götürecektin? Ayrıca ateşin yanında gördüğüm o üzerindeki tüm eti yenmiş kemikler hangi kuşa ait? Korucu yardımcıları sadece yasak giysileri giymeye değil aynı zamanda kralın bıldırcınlarını yemeye de mi izinliler?” dedi.

Sorunun soruluş şekli babama ipucunu verdi. İçten içe güldü ve “O yolunmuş kuşlar keklik ve kemikler de keklik kemiği bayım. Şu but kemiğine bakın; hiç bunun gibi kemiği olan bir bıldırcın gördünüz mü?”

Profesör Panky’nin babamın kemiği göstererek yaptığı tatlı küstahlığa gerçekten kanıp kanmadığını söyleyemem. Kandırılsaydı, cevabı ağzından herhangi bir meselede herhangi birinin kendisinden daha iyi bilgi almasına izin vermekten duyduğu memnuniyetsizlikle çıkardı.

 

Bunu babama söylediğimde duymazlıktan geldi ve “Aa, hayır, adamlar yalan söylediğimi yeterince iyi biliyordu.” dedi.

Ancak yine de profesörün tavrı değişmişti: “Haklısın, ben de onların keklik kemiği olduğunu düşünmüştüm ama elime alıncaya kadar emin olamadım.” dedi. “Ben de yolunmuş kuşların keklik olduğunu görüyorum ama çok az ışık olduğundan ve onları daha önce tüysüz görmediğimden ilk başta anlayamadım.”

Sanırım, Hanky, arkadaşının ne demek istediğini anlamış olacak ki “Panky çok açım.” dedi.

Diğeri kaba sesini hoş çıkana kadar ayarlayarak “Of, Hanky, zavallı adamı kandırma.” diye cevap verdi.

“Panky bırak artık; artık Bridgeford’da değiliz; ben çok açım ve o kuşların yarısının bıldırcın değil keklik olduğuna eminim.”

Babam “Belki bazıları belirli şartlar altında keklik olabilir, efendim. Sonuçta ben cahil bir adamım.” dedi.

“Gel, gel.” dedi Hanky ve iki buçuk şilin değerinde parayı babamın eline verdi.

“Ne demek istediğinizi anlamıyorum, efendim, eğer anlasaydım, iki buçuk şilin yeterli olmazdı.” dedi babam.

“Hanky, bu arkadaşı sana ders vermesi için ikna etmelisin.” dedi Panky.

Weitere Bücher von diesem Autor