Grimm Masalları

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Serseriler

Horoz, tavuğa demiş ki: “Ceviz zamanı geldi, sincap gelmeden gidip biraz toplayalım!”

“Tamam ama önce biraz gönül eğlendirelim.” demiş tavuk. Beraber dağa çıkmışlar ve hava günlük güneşlik olduğu için akşama kadar orada kalmışlar. Fazla yemek yedikleri için eve yaya dönmek istemeyince horoz, ceviz kabuğundan bir araba yapmış. Araba tamamlanınca tavuk, arabaya binerek horoza: “Sen de arabayı çek!” demiş.

“Yok daha neler!” demiş horoz. “Arabayı çekeceğime yaya giderim daha iyi. Arabayı çekecekmişim! Biz böyle konuşmadık ki! Arabacı olurum, dizginler de bende olur, o zaman tamam ama arabayı çekemem!”

Onlar böyle tartışırken bir ördek çıkagelmiş: “Sizi gidi hırsızlar sizi! Ceviz bahçeme girmek için kimden izin aldınız? Ben size gününüzü gösteririm!” diye gagasını açarak horozun üstüne yürümüş.


Horoz boş durmayarak ördeğin karnına bir tekme attıktan sonra öyle bir saldırmış ki ördek özür dilemek zorunda kalmış ve arabayı çekmeye razı olmuş. Horoz, arabaya geçip oturmuş ve arabacı gibi ördeğe: “Deh deh, ördek! Yaylan bakalım!” diye bağırmış. Bir süre böyle yol aldıktan sonra, bir toplu iğne ile bir dikiş iğnesine rastlamışlar. İğneler: “Durun, durun!” diye seslenerek hava karardığı ve yol çok çamurlu olduğu için onları durdurmaya çalışmış. Horoz, çok zayıf oldukları ve fazla yer kaplamayacakları gerekçesiyle, kendilerine batmamaları şartıyla onları arabaya almış. Akşama doğru bir hana varmışlar. Hem gece yol alamayacaklarından hem de ördek yürüyemeyecek kadar yorgun olduğundan orada kalmışlar. Hancı, önce soylu kişiler olmadıklarını düşünerek onları içeri almak istememiş. Ama onlar tatlı dil dökünce hancı razı olmuş. Tavuğun yolda yumurtladığı yumurta ile ördeğin kendisinin olması şartıyla handa gecelemelerine izin vermiş. Bütün grup gece yıkanıp temizlendikten sonra oynayıp eğlenmişler.

Ertesi sabah gün doğarken ve herkes uykudayken horoz, tavuğu uyandırmış. Yumurtayı alıp kırarak güzelce yemişler, kabuklarını da ocağa atmışlar. Sonra da hâlâ uyumakta olan dikiş iğnesinin yanına gitmişler; onu hancının koltuk üzerinde duran yastığına, toplu iğneyi de havlusuna iliştirmişler. Sonra da sanki hiçbir şey olmamış gibi oradan çıkmışlar. Açık havada uyumayı sevdiği için avluda uyuyan ördek, derede yüzen hayvanların gürültüsünü duyunca uyanmış. Hepsi birden oradan kaçmışlar. Birkaç saat sonra hancı uyanıp yatağından kalkmış. Yüzünü yıkadıktan sonra havluyla kurulamak istemiş ama toplu iğne yüzüne batmış ve kulağına kadar çizmiş. Daha sonra mutfağa geçerek ocağı açmak istemiş ama ocağa yaklaştığında yumurta kabukları çıtırdayarak gözüne kaçmış.

“Bu sabah işler ters gidiyor!” diye öfkeyle söylenerek kendisini büyükbabasının koltuğuna bırakmış ama aynı anda, “Off!” diye haykırarak yerinden fırlamış. Dikiş iğnesi, başına değil de çok daha nazik bir yerine batmış! Çok sinirlenerek gece geç saatte gelen misafirlerinden şüphelenmiş. Gidip onlara bakmış ama hepsinin gittiğini fark etmiş. O günden sonra yiyip, içip, eğlenen ve para ödemeden giden serserilere bir daha kapıyı açmayacağına yemin etmiş.

Tavuğun Ölümü

Bir zamanlar horoz ile tavuk fındık dağına çıkmışlar ve önce kim bir fındık bulursa diğeriyle paylaşacağına dair söz vermiş. Tavuk kocaman bir fındık bulmuş fakat hiçbir şey söylememiş, hepsini kendisi yiyecekmiş fakat fındık tanesi o kadar büyükmüş ki yutamamış ve boğazına takılmış. Boğulacağım diye çok korkmuş. “Horoz!” diye bağırmış. “Olabildiğince hızlı koş ve bana biraz su getir yoksa boğulacağım!”

Horoz olabildiğince hızlı şekilde dereye koşmuş: “Dere, bana biraz su ver! Tavuk orada, boğazında kocaman bir fındıkla boğuluyor.” demiş. Fakat dere şöyle cevap vermiş: “İlk önce geline koş ve kırmızı ipeğinden iste.”

Horoz, geline koşmuş ve demiş ki: “Gelin! Bana bir parça kırmızı ipek ver, dere ona bir parça kırmızı ipek götürürsem bana biraz su verecek! Tavuk orada, boğazında koca fındık parçasıyla can çekişiyor, boğulmak üzere.”

Gelin şöyle cevap vermiş: “İlk önce git, söğütte asılı duran çelengimi getir.”

Horoz söğüde koşup ağaç dalından çelengi çekmiş ve geline getirmiş. Gelin ona kırmızı ipeği vermiş, horoz da onu dereye götürmüş. Dere de ona biraz su vermiş. Sonra horoz, suyu tavuğa getirmiş fakat ne yazık ki artık çok geçmiş, tavuk bu arada boğulup ölmüş.

Horoz üzüntüsünden hıçkıra hıçkıra ağlamış. Tüm hayvanlar toplanmış ve tavuğun yasını tutmuşlar. Zavallı tavuğu, altı farenin çektiği küçük bir araba ile mezarına taşımışlar. Horoz da onları dizginlemiş.

Yol üzerinde tilki ile karşılaşmışlar. “Selam, horoz!” diye bağırmış tilki. “Nereye gidiyorsun?”

“Tavuğumu gömmeye.” diye cevap vermiş horoz.

“Ben de gelebilir miyim?” demiş tilki.

“Evet, arkamızdan gelebilirsin.” demiş horoz. Tilki arkalarından takip etmiş; daha sonra onlara kurt, ayı, geyik, aslan ve ormandaki tüm hayvanlar eşlik etmiş. Bu tören alayı, bir dereye varana kadar ilerlemiş.

“Bunun üzerinden nasıl geçeceğiz?” diye sormuş horoz. Derede saman varmış ve demiş ki: “Siz üzerimden geçin diye, ben karşıya uzanırım.”

Fakat altı fare birden bu köprüye çıkınca saman kaymış ve suya düşüp boğulmuş. Bir kömür gelip karşıya uzanabileceğini ve onların da üzerinden geçebileceklerini söylemiş fakat suya dokununca çok geçmeden tıslamış, dışarı çıkmış ve ölmüş.

Bunu gören bir taş çok üzülmüş ve horoza yardım etmek istediğinden akıntıya karşı uzanmış. Horoz da içinde ölü tavuğun olduğu arabayı güvenli bir şekilde karşı tarafa geçirmiş ve arkasından takip edenleri de çekmeye başlamış fakat bu yük ona ağır gelince hepsi birbirinin arkasından suya devrilip boğulmuşlar.

Sonunda horoz, ölü tavukla baş başa kalmış; bir mezar kazıp onu oraya yatırmış, kendisi de bir tümsek yapıp üstüne oturmuş. O kadar çok yas tutmuş ki sonunda kendisi de ölmüş. Böylece hepsi birlikte ölüp gitmişler.

Baykuş

İki ya da üç yüzyıl önce, insanların bugünkü gibi hilekâr ve sahtekâr olmaktan çok uzakta olduğu zamanlarda, küçük bir kasabada, sıra dışı bir olay yaşanmış. Talihsizlik bu ya boynuzlu baykuş denen dev baykuşlardan biri; gecenin bir vakti kasaba ahalisinden birinin ahırına gelmiş. Gün ağardığında ne zaman ortaya çıkmaya kalksa korkunç feryatlar basan diğer kuşların korkusundan, yerinden ayrılmaya cesaret edememiş.

Uşak, sabah saman getirmek için ahıra girdiğinde bir köşede oturan baykuşu görünce o kadar paniğe kapılmış ki koşarak kaçıp efendisine, hayatında daha önce hiç görmediği ve hiç zorlanmadan bir insanı yiyip yutabilecek bir canavarın gözlerini devirerek ahırda oturduğunu söylemiş.

“Ben seni bilirim.” demiş efendisi. “Tarlalarda bir karatavuğun peşinden gidecek kadar cesaretin vardır fakat ölmüş bir tavuk gördüğünde eline bir değnek almadan yanına gidemeyecek kadar da korkaksındır. Bu ne tür bir yaratıkmış, gidip kendim bakayım.” diyen efendi, korkusuzca tahıl ambarına gidip etrafına bakmış. Ancak tuhaf, korkunç yaratığı kendi gözleriyle görünce en az uşağı kadar korkmuş. İki zıplayışta komşularına koşup bilinmeyen ve tehlikeli hayvana karşı kendisine yardım etmeleri gerektiğini, aksi takdirde eğer canavar kapatıldığı ahırdan kaçarsa tüm kasabanın tehlikede olabileceğini söylemiş.

Tüm sokaklarda büyük bir gürültü ve yaygara kopmuş; kasabanın erkekleri sanki bir düşmana doğru gidiyormuş gibi mızraklar, yabalar, tırpanlar ve baltalar ile donanmış. Köyün bütün ahalisi toplanmış. Pazar yerine doluştuklarında ahıra doğru ilerlemişler ve ahırın çevresini sarmışlar. Bunun üzerine aralarından en cesur olanlardan biri öne çıkmış ve mızrağını aşağı indirerek içeri girmiş. Fakat o da çığlıklar atarak ölü gibi soluk bir benizle hemen geri dönmüş ve tek bir kelime dahi etmemiş. İki kişi daha aynı şeyi göze almış fakat başarılı olamamışlar. Sonunda biri, savaşta yaptıklarıyla ünlü, çok güçlü bir adam öne çıkmış: “Canavarı sadece ona bakarak kaçıramazsınız, burada serinkanlı olmalıyız. Fakat hepinizin korktuğunu görüyorum ve aranızdan biri bile hayvanla karşılaşmaya cesaret edemiyor.”

Adam, kendisine birkaç zırh verilmesini emretmiş; bir kılıç, bir de mızrak getirtmiş ve kendisini bunlarla donatmış. Pek çoğu adamın hayatından endişe duysa da herkes onun cesaretini övüyormuş. Ahırın iki kapısı da açıldığı anda adam, çapraz kirişin ortasına tünemiş baykuşu görmüş. Bir merdiven getirtmiş ve tırmanmaya hazırlanmış. Herkes, böyle cesurca davrandığı için bağırıp çağırarak korkmamasını ve canavarı öldüren Kutsal George’u örnek almasını önermiş. Tam tepeye vardığında baykuş, adamın gözünü üstünde fark edince kalabalıktan ve bağrış çağrıştan sersemleyerek nasıl kaçacağını bilememiş. Gözlerini devirmiş, kanatlarını çırpmış, gagasını çıtırdatmış ve sert bir sesle: “Tuwhit, tuwhoo.” diye bağırmış.

“Canevinden vur! Canevinden vur!” diye bağırmış dışarıdaki kalabalık, yürekli kahramana. Adam: “Benim durduğum yerde duran herhangi birisi…” diye cevaplamış. “ ‘Canevinden vur!’ diye bağıramazdı!”

Adam, ayağını merdivenin bir basamak yukarısına attığı anda titremeye başlamış ve yarı baygın şekilde geri çekilmiş.

Artık bu tehlikeye karşı koyabilecek kimse kalmamış. “Canavar çatırdayarak, üzerine soluyarak aramızdaki en güçlü adamı zehirledi ve yaraladı! Biz de mi hayatlarımızı riske atalım?” diye bağrışmışlar.

Tüm kasabanın harap olmasını önlemek için ne yapılması gerektiğini görüşmek üzere bir konsey toplanmış. Uzunca bir süre hiçbir şey işe yarayacak gibi görünmemiş fakat sonunda belediye başkanı bir çare bulmuş.

“Bence hepimiz birleşip bu ahırın ve içindeki mısır, saman veya balyanın parası neyse sahibine verelim; sonra tüm ahırı ve de bu berbat hayvanı yakalım. Böylece kimse hayatını tehlikeye atmak zorunda kalmaz. Masrafı düşünmenin zamanı değil ve cimrilik yapmanın gereği yok.”

Bu fikre herkes katılmış. Ahırı, dört bir yandan ateşe vermişler ve içindeki baykuş acılar içinde yanmış. Buna inanmayan varsa gitsin, kendi gözleriyle görsün.

 

Muhteşem Çalgıcı

Muhteşem çalgıcı, hiçbir şey düşünmeden ormanda yürüyormuş. Her şeyi düşünüp de düşünecek başka hiçbir şeyi kalmayınca kendi kendine demiş ki: “Bu ormanda tek başıma sıkılıyorum artık, iyi bir yoldaş bulmalıyım.”

Sırtında asılı olan kemanını alıp ormanda yankılanacak şekilde çalmaya başlamış. Çok geçmeden ağaçlıktan bir kurt çıkagelmiş ve ona doğru hızla yürümüş.

“Ovv, bir kurt geliyor! Böyle bir yoldaş istediğim pek söylenemez.” demiş çalgıcı. Fakat kurt yakınlaşmış ve ona demiş ki: “Hey çalgıcı, ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de çalmayı öğrenmeliyim.”

“Elbette.” diye cevap vermiş çalgıcı. “Sadece, ben ne söylersem onu yapmalısın.”

“Elbette çalgıcı.” demiş kurt. “Bir öğrencinin öğretmenini dinlediği gibi, ben de seni dinleyeceğim.”

Çalgıcı, ona kendisiyle gelmesini söylemiş. Yolun bir kısmını birlikte gittikten sonra içi oyuk, ince ve ortasından ayrılmış eski bir meşe ağacına varmışlar. “Buraya bak.” demiş çalgıcı. “Nasıl keman çalınacağını öğrenmek istiyorsan ön ayaklarını bu yarığa koymalısın.”

Kurt itaat etmiş ama çalgıcı yerden aldığı taşla, bir hamleyle kurdun her iki pençesini de öyle hızlı sıkıştırmış ki kurt orada mahkûm kalmış.

“Ben geri dönene kadar orada kal.” demiş müzisyen ve uzaklaşarak yoluna devam etmiş.

Bir süre sonra adam yine kendi kendine demiş ki: “Burada, bu ormandan usandım; başka bir yol arkadaşı bulacağım kendime!”

Ardından kemanını alıp ormanın içinde çalmaya başlamış. Çok geçmeden ağaçlarından arasından sinsi sinsi yürüyen bir tilki çıkagelmiş.

“Ooo, oradan bir tilki geliyor!” demiş çalgıcı. “Böyle bir yol arkadaşı beklemiyordum.”

Tilki ona yaklaşmış ve demiş ki: “Oh sevgili çalgıcı, ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de nasıl çalınacağını öğrenmeliyim.”

“Çok kolay.” demiş çalgıcı. “Sadece sana ne söylersem onu yapacaksın.”

“Evet, çalgıcı.” diye cevap vermiş tilki. “Bir öğrencinin öğretmenine itaat ettiği gibi, ne söylersen yapacağım.”

“Beni takip et.” demiş çalgıcı ve yolun bir kısmını birlikte yürüdükten sonra, her iki tarafı yüksek bir çitle çevrili olan patikaya gelmişler. Sonra çalgıcı durup, yerdeki bir fındık ağacı dalının üstüne basıp dalı diğer tarafa bükmüş ve demiş ki: “Haydi küçük tilki, bir şey öğrenmek istiyorsan sol ön ayağını bana doğru uzat.”

Tilki söz dinlemiş ve çalgıcı onun ayağını sol taraftaki ağacın gövdesine bağlamış. “Tilki hazretleri, şimdi öbür ayağını uzat bakalım.” diyen çalgıcı, sonra onu da sağ taraftaki ağaca bağlamış. Düğümlerin sağlamlığını kontrol ettikten sonra ağaçları serbest bırakmış, iki ağaç da aynı anda doğrulurken tilkiyi havaya fırlatmış. Hayvan, ayaklarından bağlı hâlde debelenip dururken çalgıcı: “Ben geri dönene kadar orada bekle.” demiş ve yoluna devam etmiş.

Çok geçmeden yine kendi kendine demiş ki: “Bu ormanlıktan bıktım, usandım; başka bir yol arkadaşı edineceğim.”

Böylece kemanını almış ve sesi ormanda yankılanmış. Sonra bir yaban tavşanı çıkıvermiş karşısına.

“Ooo, bir yaban tavşanı geliyor!” demiş. “Ama istediğim bu değil ki.”

“Ah, sevgili çalgıcı.” demiş tavşan. “Ne kadar da güzel çalıyorsun! Ben de çalmayı öğrenmek isterim.”

“Öğrenmiş bil.” demiş çalgıcı. “Sadece sana ne söylersem onu yap.”

“Evet, çalgıcı.” diye cevap vermiş tavşan. “Bir öğrencinin öğretmenini dinlediği gibi, sana itaat edeceğim.”

Böylece, ta ki titrek bir kavağın bulunduğu açıklık bir alana gelene kadar yolun bir kısmını birlikte katetmişler. Çalgıcı, tavşanın boynunun etrafına uzun bir ip bağlamış ve diğer ucunu ağaca düğümlemiş.

“Şimdi cesaret, küçük tavşan! Ağacın etrafında yirmi kere koş!” diye bağırmış çalgıcı ve tavşan da buna uymuş. Yirminci turda ip, ağaç gövdesinin etrafından yirmi kez dolanmış ve tavşan oraya hapsolmuş. “Ben geri dönene kadar orada bekle.” demiş çalgıcı ve yürümeye devam etmiş.

Bu arada kurt uğraşmış, uğraşmış ve taşın bir kısmını ısırmış; o kadar uzun süre uğraşmış ki sonunda pençelerini kurtarabilmiş ve kendisini de oyuktan çıkarmış. Sinir ve öfkeyle dolu bir şekilde, çalgıcıya hesap sormak için hızlı hızlı peşinden gitmiş.

Tilki, kurdun koştuğunu görünce inildemeye başlamış ve olanca kuvvetiyle bağırmış: “Kurt kardeş, gel ve bana yardım et! Çalgıcı beni kandırdı!”

Bunun üzerine kurt dalları aşağı çekmiş, düğümleri ısırarak ikiye bölmüş. Tilki serbest kalınca çalgıcıdan öcünü almak için kurdun peşine takılmış. İkisi birlikte, hapsolmuş tavşanı bulmuşlar ve onu da aynı şekilde kurtarmışlar. Böylece, hepsi birden düşmanlarını aramaya koyulmuşlar. Çalgıcı, kemanını bir kez daha çalmış ve bu sefer daha şanslıymış. Ses, fakir bir oduncunun kulaklarına gidince adam hemen işini bırakmış ve kolunun altında baltasıyla müziği dinlemeye gelmiş.

“Nihayet olması gereken yol arkadaşı geliyor.” demiş çalgıcı. “İstediğim, bir insandı; vahşi hayvanlar değil.”

Çalgıcı, kemanını o kadar güzel çalmış ki fakir adam büyülenmiş bir hâlde kalakalmış; içi neşeyle dolmuş. Adam orada öylece dururken kurt, tilki ve tavşan gelmişler; adam hepsinin niyetinin kötü olduğunu fark etmiş. Sonra adam, parıldayan baltasını kaldırmış ve: “Çalgıcıya kim zarar vermeye çalışırsa kendine dikkat etse iyi olur çünkü önce benimle savaşması gerekecek.” dercesine çalgıcının önünde durmuş. Hayvanlar korkup ormana geri kaçmışlar ve çalgıcı adama minnettarlığını göstermek için bir kez daha kemanını çalarak yoluna devam etmiş.

Fare, Kuş ve Sosis

Bir zamanlar bir fare, bir kuş ile bir sosis; mükemmel bir huzur ve uyum içinde aynı evde yaşıyorlarmış. Her gün ormana uçup odun getirmek kuşun işiymiş, fare suyu çekip ateşi yakıyormuş ve masayı hazırlıyormuş, sosis ise yemek pişiriyormuş.

İnsan rahata kavuştu mu hep yeni bir şey ister ya! Bir gün kuş, yolunun üstünde başka bir kuşla karşılaşmış ve ona hayatının ne kadar mükemmel olduğunu anlatmış. Fakat diğer kuş ona, evdeki en zor işleri yapmakta olduğu için zavallı bir ahmak olduğunu söylemiş.

Fare, ateş yakıp suyu çekerken örtüyü serme zamanı gelene kadar küçük odasında dinlenmeye gitmiş. Sosis, saplı tencerenin yanında durup yemeklerin iyi pişip pişmediğine bakıyormuş. Akşam yemeğinden önce et suyuna çorbayı ve yahniyi koyulaştırmak, baharatını katmak ve tatlandırmak için üç ya da dört kere karıştırmış. Sonra kuş eve gelmiş, yükünü bırakmış ve iyi bir yemekten sonra yatağa gidip ertesi sabaha kadar uyumuş.

Fakat kuş, ertesi gün bir daha asla odun getirmeyeceğine dair bir karara varmış. Bugüne kadar onlara yeterince kölelik yaptığını ve şimdi bir şeyleri değiştirip yeni bir düzenleme yapmaları gerektiğini söylemiş. Farenin ve sosisin tüm söylediklerine rağmen kuş, kendi bildiğini okumuş. Bu yüzden onu sakinleştirmek için kura çekmişler ve kuraya göre artık sosis odunu getirecek, fare yemek yapacak, kuş su çekecekmiş.

Bilin bakalım ne olmuş? Sosis odun için dışarı çıkmış, kuş ateşi yakmış ve fare kâseyi yüklenmiş ama ertesi güne kadar sosisin odun getirmesini beklemişler. Fakat sosis o kadar uzun bir süre dönmemiş ki ona bir şey olduğunu düşünmeye başlamışlar.

Kuş, ondan herhangi bir iz olup olmadığına bakmak için uçarak yolun bir kısmını gitmiş. Çok uzaklaşmadan yolda sosise, avı gibi bakan bir köpekle karşılaşmış; köpek, sosisi kapıp yutuvermiş. Kuş, köpeğe alçak bir hırsız olduğuna dair bir sürü laf söylediyse de bu hiçbir işe yaramamış. Köpek kuşa, sosisin bir sahtekâr olduğunu ve dolayısıyla hayatını kaybetmeyi hak ettiğini söylemiş.

Sonra kuş, üzgün bir şekilde odunları almış ve eve kendisi taşımış. Tüm görüp duyduklarını fareye anlatmış. İkisi de tedirgin olmuşsa da birlikte yaşamaya devam etmişler. Kuş örtüyü seriyormuş, fare de yiyecekleri hazırlayıp sonunda sosisin yaptığı gibi tencereye koyuyor ve karıştırıp çorbayı tatlandırıyormuş. Fakat odunların alevlerine kapılınca önce kürkünden ve derisinden, en sonunda da canından olmuş.

Kuş, akşam yemeğini tabağa koymaya geldiğinde etrafta kimseyi görememiş. Odun yığını üzerindeki tencereye bakmış fakat aşçı oralarda da yokmuş. Kazara bir odun tutuşmuş, kuş söndürmek için aceleyle su getirmeye gittiğinde kovayı kuyuya düşürmüş. Ardından da kendisi düşmüş ve tekrar dışarı çıkamadığından orada boğularak can vermiş.

Masadaki Ekmek Kırıntıları

Köylünün biri, bir gün küçük yavru köpeklere demiş ki: “Salona gelin ve keyfinize bakın. Masadaki ekmek kırıntılarını yiyin, hanımınız birkaç ziyarette bulunmak için dışarı çıktı.”

Küçük köpekler de: “Hayır, hayır gelmeyeceğiz. Hanımımız bunu duyarsa bize kızar.” diye cevap vermişler. Köylü adam da demiş ki: “Onun haberi olmayacak. Gelin; en fazla size güzel yemek vermez, o kadar.”

Sonra küçük köpekler tekrar: “Yo, yo! O kırıntıları öylece bırakmalıyız, gelmemeliyiz.” demişler. Fakat köylü onları masaya götürene kadar öyle çok ısrar etmiş ki sonunda dayanamayıp, bir çırpıda ekmek kırıntılarını yiyip bitirmişler. O sırada hanımları gelmiş ve hemen sopasını da eline alıp köpekleri azarlamış. Evin dışına çıktıklarında küçük köpekler köylü adama, “Yap, yap, yap! Bak işte, ne olduğunu gördün mü?” diye sorunca köylü adam gülerek şöyle demiş: “Siz de böyle olmasını beklemiyor muydunuz zaten?”

Bu yüzden de köpekler bir daha eve girememişler.

Kedi ile Farenin Ortaklığı

Kedinin biri, bir fareye öylesine âşık olmuş ki sonunda fareyi kendisi ile birlikte yaşamaya ikna etmiş. “Kışa hazırlık yapmalıyız.” demiş kedi. “Yoksa açlıktan mahvoluruz ve sen küçük fare, çok hareket etmemelisin yoksa kapana yakalanabilirsin.”

Bu öneri mantıklıymış. Önce bir çanak yağ satın almışlar ama nereye koyacaklarını bilememişler. Uzun uzun düşündükten sonra kedi: “En iyisi bunu mabette saklayalım.” demiş. “Oraya gidip bunu çalmak kimsenin aklına gelmez! Mihrabın altına yerleştiririz, zorunda kalmadıkça biz de elimizi sürmeyiz!”

Fakat çok geçmeden kedi, yağı tatmak için yanıp tutuşmaya başlamış. “Dinle beni, küçük fare.” demiş. “Kuzenim, dünyaya getirdiği küçük oğluna vaftiz babası olup olamayacağımı sordu; kahverengi benekli, beyaz bir kedi. Vaftiz törenini bugün yapmak istiyorlar. Ben mabede gideyim, sen burada kal ki evi koru.”

“Ah evet, tabii ki.” diye cevap vermiş fare. “Sen dua etmeye git ve o güzel yemekleri yerken beni düşün.”

Ne var ki bunların hiçbiri doğru değilmiş. Ne kedinin kuzeni varmış ne de vaftiz babası olması istenmiş. Kedi, doğruca mabetteki küçük kâseye gitmiş. Yağı üzerinden yalamış. Sonra kasabanın çatılarında bir yürüyüşe çıkmış, tanıdıklarını görmüş. Küçük yağ kâsesini düşündükçe bıyıklarını yalamış ve sonra akşam olunca eve gitmiş.

“Nihayet geldin.” demiş fare. “Umarım hoş zaman geçirmişsindir.”

“Ooo, oldukça hoş.” diye cevaplamış kedi.

“Eee, çocuğa ne isim verdin?” diye sormuş fare.

“Üzerinden.” diye karşılık vermiş kedi, soğuk bir şekilde.

“Üzerinden!” diye bağırmış fare. “Eşsiz ve mükemmel bir isim bu! Ailenizde yaygın mı?”



“Ne önemi var?” demiş kedi. “Senin vaftiz çocuğununkinden daha kötü değil.”

Kısa bir süre sonra kedi tekrar aynı arzuyla yanıp tutuşmuş. “Senden yine bir şey isteyeceğim.” demiş fareye. “Bana bir iyilik yapar mısın? Bir günlüğüne evi tek başına korur musun? İkinci kez vaftiz baba olmamı istediler ve küçük olanının boynunda beyaz bir halkası olduğundan reddedemedim.”

İyi niyetli fare razı olmuş. Kedi, mabede varana kadar yol boyunca aşermiş ve doğruca yağ kâsesine gidip yarısını bir çırpıda mideye indirmiş. “Hiçbir şey birinin kendi payına düşen yemeği yemesi kadar lezzetli olamaz.” demiş, o gün yaptığından memnun kalarak. Eve vardığında fare, çocuğa ne isim takıldığını sormuş. “Yarısı Bitti.” diye cevap vermiş kedi. “Yarısı Bitti!” diye bağırmış fare. “Böyle bir isim hayatım boyunca duymadım! İddiaya girerim, takvimde bile yoktur.”

Çok geçmeden kedinin ağzı yine yağ için sulanmaya başlamış. “Tüm iyi şeyler, üçlü olarak yapılmalıdır.” demiş fareye. “Yine vaftiz baba olmamı istiyorlar. Küçük olan; beyaz ayaklı, kapkara bir kediymiş ve vücudunda tek bir beyaz tüy yokmuş; böyle bir şey nadir görülür, bu yüzden gitmeme izin verirsin, değil mi?”

“Üzerinden, Yarısı Bitti…” diye mırıldanmış fare. “Ne kadar da tuhaf isimler, pek de merak ettim!”

“Sürekli evde oturduğun için öyle.” demiş kedi. “Küçük, gri elbisenin içinde; tüylü kuyruğunla dünyayı hiç görmüyor ve bu tür şeylerden zevk almıyorsun.”

Kedi gidince küçük fare evi temizlemiş ve her şeyi düzene koymuş. Bu arada açgözlü kedi gitmiş ve küçük yağ kâsesini dibine kadar sıyırmış. “Şimdi hepsi bitti, aklım da kalmadı.” demiş, akşam olduğunda tüyleri parlak ve rahat bir şekilde eve gelmiş.

 

Fare hemen üçüncü çocuğa ne isim konduğunu sormuş. “Diğerlerinden pek de farkı yok, seni pek sevindirmeyecek.” diye cevaplamış kedi. “Hepsi Bitti.”

“Hepsi Bitti!” diye bağırmış fare. “Ne biçim bir isim o öyle, hiç duyulmamış! Hiç böyle bir şeyle karşılaşmadım! Hepsi Bitti! Ne anlama gelebilir ki?” demiş ve kafasını sallayarak etrafında döne döne uyumaya gitmiş. Bir daha da kediden vaftiz baba olması istenmemiş.

Kış geldiğinde dışarıda yiyebilecekleri pek de bir şey yokmuş, fare, depoladıkları yağı hatırlamış. “Gel kedi.” demiş. “Gidip yağ kâsemizi getirelim, eminim ne de güzeldir tadı!”

“Tabi ki de öyledir.” demiş kedi. “Ağız sulandıracak kadar güzeldir mutlaka!”

Yola koyulmuşlar ve oraya vardıklarında kâseyi bulmuşlar fakat kâse orada, öylece, bomboş duruyormuş.

“Oh, şimdi ne demek istediğini anladım.” diye bağırmış fare. “Şimdi ne biçim bir eş olduğunu anladım! Vaftiz baba olacağına hepsini yedin bitirdin; önce üzerinden, sonra yarısı bitti ve sonra da…”

“Diline hâkim ol!” diye bağırmış kedi. “Yoksa seni de bir çırpıda yerim!”

Zavallı, küçük fare: “Hepsi bitti!” diye bağıra bağıra dışarı çıkarken kedi, farenin üzerine zıplayıp onu da yiyivermiş. İşte bu da dünya hâlidir.