Grimm Masalları

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Yaşlı Hildebrand

Bir zamanlar, bir çiftçiyle karısı varmış. Köyün papazının gözü, çiftçinin karısındaymış ve çok uzun zamandır kadınla baş başa, güzel bir gün geçirmek istiyormuş. Kadın da papaz kadar istekliymiş. Bir gün papaz, kadına: “Dinle sevgilim; baş başa, mutlu bir gün geçirebilmemizin bir yolunu buldum. Çarşamba günü yatağa girmeli ve kocana hasta olduğunu söylemelisin. Pazar günkü vaazıma kadar düzgün bir şekilde hasta taklidi yapabilirsen ben de o günkü vaazımda; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, annesi, babası, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir aile bireyi olan kişilerin İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olmaya gidip bir gümüş liraya bir tutam defne yaprağı almaları durumunda hastalarının hemen iyileşeceğini söyleyeceğim.” demiş.

Kadın, hiç tereddüt etmeden: “Tamam.” demiş. Çarşamba günü olduğunda kadın, konuştukları gibi yatağa girmiş ve hastaymış gibi sızlanıp durmuş. Kocası onu iyileştirmek için elinden ne geldiyse yapmış ama kadın bir türlü iyileşmiyormuş. Pazar günü geldiğinde kadın, kocasına: “Sanki yakında ölecekmişim gibi hissediyorum. Ancak ölmeden önce yapmak istediğim son bir şey var. O da papazın bugün vereceği vaazı dinlemek.” demiş. Bunun üzerine çiftçi: “Ah zavallı karıcığım, buna izin veremem. Eğer yataktan çıkarsan daha kötü olursun. Ben senin yerine gidip papazın vaazını dikkatlice dinler ve gelip kelimesi kelimesine sana anlatırım.” demiş.

Kadın: “Tamam o zaman, git ve dikkatlice dinle; sonra bütün duyduklarını bana tek tek anlat.” demiş. Çiftçi, papazın pazar günü verdiği vaazı dinlemeye gitmiş. Papaz; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, babası, annesi, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir kimsesi olan kişilerin, İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olarak gidip bir gümüş lira karşılığında biraz defne yaprağı getirdiğinde yakınlarının hastalığı ne olursa olsun hemen iyileşeceğini ve bu geziye gitmek isteyen kişilerin vaazı bittikten sonra vereceği çuval ile gümüş parayı almak üzere kendisine gelmesini söylemiş.

Çiftçi, bu vaazda duyduklarına çok sevinmiş ve vaaz biter bitmez hemen papaza gidip defne yaprakları için çuval ile gümüş parayı almış. Eve gidince daha kapıdan girerken heyecanla karısına seslenmiş: “Müjde karıcığım! Artık iyileşeceksin! Bugünkü vaazında papaz; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, annesi, babası, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir aile bireyi olan kişilerin, İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olmaya gidip bir gümüş liraya bir tutam defne yaprağı almaları hâlinde hastalarının iyileşeceğini söyledi. Ben de hemen gidip çuvalı ve gümüş lirayı aldım. Hemen şu yolculuğa çıkayım ki sen de bir an önce iyileş.” diyerek evden ayrılmış. Adam evden ayrılır ayrılmaz papaz gelmiş.

Papazla çiftçinin karısını bir yana bırakıp bir an önce Göckerli Tepesi’ne ulaşmak için durmadan yürüyen çiftçiye gelirsek; çiftçi, yoluna devam ederken bir adamla karşılaşmış. Bu adam, yumurtalarını satmaya gittiği pazar yerinden yeni dönmekte olan bir yumurta tüccarıymış. Adam, çiftçiye: “Hayırdır, böyle hızlı hızlı nereye yetişiyorsun?” diye sormuş.

Çiftçi de: “Karım çok hasta, evde yatıyor. Bugün de pazar vaazında papaz; evde hasta çocuğu, kocası, karısı, annesi, babası, kız kardeşi, erkek kardeşi ya da herhangi bir aile bireyi olan kişilerin İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne hacı olmaya gidip bir gümüş liraya bir tutam defne yaprağı almaları hâlinde hastalarının hemen iyileşeceğini söyleyince ben de defne yaprakları için çuvalımı ve gümüş liramı aldım, yola koyuldum.” demiş. Adamın anlattıklarını duyan yumurta tüccarı: “Böyle bir şeye inanabilecek kadar aptal mısın? Bunun ne anlama geldiğini biliyor musun? Papaz senin karınla rahat rahat yalnız kalabilmek için seni uzak bir yere göndererek oyalamaya çalışmış.” demiş.

Çiftçi şaşırmış: “Aman Tanrı’m! Bunun doğru olup olmadığını nasıl anlayacağım?” demiş.

Tüccar da ona: “Gel o zaman, ben sana ne yapman gerektiğini söyleyeyim. Benim yumurta küfemin içine gir, saklan. Seni evine geri götüreceğim, sen de olanları kendi gözlerinle göreceksin.” demiş. Konuştukları gibi yumurtacı, çiftçiyi küfesine koyup onu sırtında eve taşımış.

Eve vardıklarında bir bakmışlar ki çiftçinin karısı neredeyse kümesteki tüm hayvanları kesmiş, börekler yapmış. Papaz da oradaymış, hatta kemanını bile getirmiş. Tüccar, evin kapısını çalmış. Kadın, “Kim o?” diye sorunca da: “Benim, Tanrı misafiri. Bu gece konaklamama izin verin. Pazarda yumurtalarımı satamadığım için eve tekrar geri taşımam gerek ama öyle ağırlar ki artık taşıyamıyorum. Üstelik karanlık da çöktü.” demiş.

Kadın: “Doğrusunu istersen benim için çok uygunsuz bir zamanda geldin ama madem buradasın, yapacak başka bir şey yok. İçeri gir ve fırının yanındaki sandalyeye otur.” diyerek Tanrı misafirini ve sırtında taşımakta olduğu küfesini sobanın yanına yerleştirmiş. Papaz ve kadın oldukça keyifli görünüyorlarmış. Papaz, kadına: Canım, hadi o güzel sesinle bana bir şarkı söyle.” demiş. Kadın da: “Yok, şimdi söyleyemem. Gençken çok daha iyi şarkı söylerdim ama artık eskisi gibi değilim.” demiş. Ancak papaz tekrar ısrarla: “Hadi birazcık söyle.” demiş.

Kadın da söylemeye başlamış:

 
Kocamı gönderdim ta nerelere,
İtalya’daki Göckerli Tepesi’ne.
 

Sonra papaz da eşlik etmiş:

 
Dilerim bir yıldan önce dönmez zavallı,
Yoksa hiç ister miydim ondan boşuna,
Bir çuval dolusu defne yaprağı.
 

Derken Tanrı misafiri tüccar da onlara katılmış. Bu arada çiftçi adamın adı, Hildebrand’mış.

 
Sevgili Hildebrand’ım sobanın yanındaki bankta,
Ne yapıyorsun Tanrı aşkına?
 

Sonra çiftçi de küfenin içinden seslenmiş:

 
Bugünden tezi yok şarkılar yasak,
Bana da düşer artık sonunda bu sepetten çıkmak!
 

Ve sepetten çıkıp papazı evinden kovmuş.

Şarkı Söyleyen Kemik

Ülkenin birinde vahşi bir yaban domuzu tarlada çalışanlara saldırıp, insanları öldürüp, vahşi pençeleriyle onlara korkunç şekilde zarar veriyormuş. Ülkenin kralı, ülkesini bu beladan kurtarabilecek kişiyi ödüllendireceğini duyurmuş. Ama yaratık öylesine büyük ve korkunçmuş ki onun yaşadığı ormana girmeye kimseler cesaret edemiyormuş.

En sonunda kral, domuzu kendisine ölü ya da diri getirmeyi başaran kişiyle biricik kızını evlendireceğini duyurmuş.

Ülkede yaşayan fakir bir çiftçinin, iki oğlu varmış. Çiftçi, oğullarının böyle bir şeyin üstesinden gelebileceğini düşünmüş. Akıllı ve becerikli olan büyük oğlan biraz kibirliymiş. Masum ve saf olan genç oğlan ise oldukça temiz yürekliymiş.

Bunun üzerine kral, en iyi ve güvenilir yolun ormanda farklı yönlere gitmeleri olduğunu söylemiş.

Küçük kardeş biraz ilerledikten sonra önüne küçük bir peri çıkmış ve elinde tuttuğu siyah mızrağı göstererek: “Temiz kalpli ve masum olduğun için sana bu mızrağı vereceğim. Bununla gidip vahşi domuzu yakalayabilirsin, üstelik sana zarar da vermeyecek.” demiş.

Delikanlı; periye teşekkür edip, mızrağı alıp omuzuna yerleştirmiş ve fazla oyalanmadan yoluna devam etmiş. Çok geçmeden saldırmaya hazır bir şekilde kendisine doğru gelmekte olan vahşi hayvanı fark etmiş. Olduğu yerde kalarak sıkıca mızrağı önünde tutmuş. Vahşi domuz, hışımla ona doğru koşup tam da üstüne atıldığı anda delikanlının elindeki mızrak domuzun kalbine saplanarak onu öldürmüş.

Delikanlı, vahşi hayvanın ölüsünü omuzuna alıp büyük kardeşini bulmaya gitmiş. Ormanın diğer tarafındaki geniş alana yaklaştığında müzik sesi duymuş ve bir sürü insanın dans edip eğlenmekte olduğunu görmüş. Abisi de onların arasındaymış. Vahşi domuzun çok uzağa gidemeyeceğini düşünerek hayvanın peşine sabah düşmeyi planlıyor ve gece, arkadaşlarıyla eğlenerek cesaret toplamaya çalışıyormuş.

Omuzunda vahşi domuzun ölüsüyle ormandan çıkan kardeşini gördüğü anda içini bir kıskançlık ve fesatlık kaplamış. Ancak gerçek hislerini saklayarak kardeşine nazikçe: “Sevgili kardeşim, gelip bize katıl. Hem biraz dinlenir, bir şeyler içer, güç toplarsın.” demiş.

Durumdan şüphelenmeyen küçük kardeş, yaratığın ölüsünü abisinin evine taşımış. Sonra da ona, ormanda kendisine mızrak veren periden bahsetmiş ve vahşi hayvanı nasıl öldürdüğünü anlatmış.

Abisi, onu biraz daha kalmaya ve akşama kadar orada dinlenmeye ikna etmiş. Sonra ikisi birlikte hava iyice karardığında, alaca karanlıkta, nehir kenarında yürüyüşe çıkmışlar. Nehrin üzerindeki küçük köprüden geçerlerken büyük oğlan, kardeşini önden göndermiş. Köprünün ortasına geldiklerinde ona arkasından öyle sert vurmuş ki delikanlı hemen oracıkta, cansız hâlde yere yığılmış.

Kardeşinin ölüp ölmediğinden emin olamayan abi, onu köprüden nehre atarak dibe batışını izlemiş. Sonra da hemen eve koşup ölü domuzu sırtladığı gibi krala gitmiş. Yaratığı kendisinin öldürdüğünü söyleyerek prensesle evlenmeyi planlıyormuş.

Ancak hiçbir suç gizli kalmaz ve bu sefer de kalmayacakmış. Bu olaydan birkaç yıl sonra aynı köprüden sürüsüyle geçmekte olan bir çoban; su dibindeki kumun içinde, kar gibi bembeyaz bir kemik görmüş ve onun kavalı için uygun bir ağızlık olduğunu düşünmüş.

Sürüsü köprünün üstünden geçer geçmez derin olmayan suya inerek kemiği almış ve kavalına ağızlık yapmak için evine götürmüş.

Kemiği kavala takıp da daha ilk çaldığında kemiğin kendi kendine şarkı söylemeye başladığını gören çoban, hayrete düşmüş. Kemik şöyle diyormuş:

 
Ah, sevgili çoban! Benim kemiklerimden birinden yapılma
Bir kaval var elinde,
Yatıyorum ben cansız, derinde.
Dalgaların altındaki kumlarda, bir mezar yerine.
Vahşi domuzu ben öldürdüm, oysa abim
Beni öldürüp yerime geçti, zalim.
 

Çoban: “Bu ne kadar harika bir kaval böyle, kendi kendine şarkı söylüyor. Bunu mutlaka sevgili kralıma götürmeliyim.” diye düşünmüş.

 

Çoban, kavalı kralın huzuruna getirip de çalmaya başladığı anda kaval yine aynı şarkıyı söylemeye başlamış.

Kral başta çok şaşırmış ancak sonra içini bir kuşku kaplamış ve hemen köprünün altındaki toprağın incelenmesini istemiş. Öldürülen kardeşin iskeleti bulunmuş ve bütün gerçekler açığa çıkmış.

Hain büyük kardeş suçunu itiraf etmek zorunda kalmış. Kral, bu suçunun cezası olarak onun çuvala konulup suya atılarak öldürülmesini emretmiş. Küçük erkek kardeşin kemikleri de özenle toplanıp mezarlığa götürülmüş ve kendisine huzur içinde yatacağı güzel bir mezar yapılmış.

Maleen

Bir zamanlar bir prens varmış. Başka bir ülkenin büyük kralının, Maleen adındaki güzeller güzeli kızıyla evlenmek istiyormuş. Babası, kızını başka biriyle evlendirmek istediği için prensle evlenmesine izin vermemiş ancak ikisi de birbirlerini bütün kalpleri ile sevdiklerinden, birbirlerinden hiç vazgeçmemişler. Bunun üzerine Maleen, babasına: “Ben sevdiğim erkekten başkasıyla evlenmeyi kabul edemem.” demiş.

Kral çok öfkelenmiş ve içine ne güneş ne de ay ışığının girmesinin imkânsız olduğu karanlık bir kule yaptırmış. Kule tamamlandığında da prensese: “Tam yedi yıl boyunca bu kuleye hapsedileceksin. Süre dolduğunda geleceğim ve inadından vazgeçip geçmediğine bakacağım.” demiş. Prenses ve hizmetçisi yedi yıl boyunca ne toprak ne de ışık görmeden bu kuleye hapsedilmişler. Ne zaman gündüz ne zaman gece olduğunu bile fark edemeden karanlık kulede yaşamışlar. Prens, durmadan kulenin etrafında dönüp prensese seslenmiş ancak kulenin kalın duvarları hiçbir sesin duyulmasına imkân vermiyormuş. Ağlayıp sızlanıp durdularsa da hiç işe yaramamış.

Bu arada zaman geçmiş ve prenses ile hizmetçisi erzaklarının azalmış olduğunu görerek yedi yılın sonuna gelmekte olduklarını anlamışlar. Serbest kalacakları zamana yaklaştıklarını düşünmüşler ancak ne bir çekiç sesi ne de duvardan düşen tek bir taş tıkırtısı duymadıkları için prenses, babasının kendisini unutmuş olduğunu sanmış. Çok az yiyecekleri kaldığı için kendilerini korkunç bir ölümün beklediğini düşünmeye başlamışlar.

Maleen: “Son olarak şansımızı denemeli ve duvarı kırmaya çalışmalıyız.” diyerek ekmek bıçağını alıp kulenin duvarlarını ören taşların arasına sokup çıkartmaya başlamış. O yorulduğunda hizmetçisi devam etmiş. Epey uğraştıktan sonra, sonunda bir taşı yerinden çıkartmayı başarmışlar. Sonra ikinciyi ve üçüncüyü de çıkartıp üç koca günün sonunda ilk kez gün ışığını görmeyi başarmışlar. En sonunda kulenin duvarında dışarıyı görebilecekleri kadar bir delik açabilmişler.

Gökyüzü masmaviymiş ve yüzlerine tatlı bir rüzgâr esiyormuş. Ama ne yazık ki aşağıya baktıklarında aynı güzellikleri görememişler. Kralın kalesi yıkılmış, bütün kasaba ve köyler yanıp kül olmuş. Tarlalar, bahçeler yakılıp yıkılmış; üstelik etrafta tek bir canlı görünmüyormuş. Duvardaki delik, içinden geçebilecekleri kadar büyüdüğünde önce hizmetçi atlamış, Maleen de arkasından inmiş. Ama gidebilecekleri hiçbir yer yokmuş. Düşman, krallığın bütün topraklarını yağmalamış; kralı kovmuş ve tüm halkı da katletmiş. Prensesle hizmetçisi, kendilerine yeni bir ülke aramak zorunda kalmışlarsa da ne sığınabilecekleri bir yer bulabilmişler ne de kendilerine bir lokma ekmek verecek birilerini. Sonunda öylesine çaresiz kalmışlar ki açlıklarını bastırmak için ısırgan otu yemek zorunda kalmışlar. Uzun süre yolculuk yaptıktan sonra başka bir ülkeye varmışlar ancak hangi kapıyı çalıp da yardım isteseler onlara tek bir kişi bile acımamış. En sonunda büyük bir ülkeye gelip büyük bir saray bulmuşlar ancak orada da kimse onlara yardım etmemiş. Neyse ki en sonunda sarayın aşçısı onlara, mutfakta kalıp bulaşıkçı olabileceklerini söylemiş.

Bulundukları sarayın kralının oğlu, Maleen’in bir zamanlar nişanlanmış olduğu adamın ta kendisiymiş. Babası, oğlunu yüzü de en az kalbi kadar çirkin olan başka bir kızla evlendirecekmiş. Düğün zamanı gelmiş. Prensin evleneceği kız, saraya gelir gelmez çirkin yüzünü düğüne kadar kimseler görmesin diye kendisini bir odaya kapatmış. Kızın yemeklerini odasına Maleen götürüyormuş. Gelinle damadın düğün günü geldiğinde kız, çirkinliğinden çok utanmış ve sokakta onu gören insanların kendisiyle alay edip arkasından gülmelerinden korkmuş. Bu yüzden Maleen’e: “Başına talih kuşu kondu. Ayağımı incittiğim için çıkıp kalabalığın arasında yürüyemeyeceğim. Bu yüzden benim gelinliğimi sen giyip benim yerime geçmelisin. Hem senin için bundan daha büyük bir onur olamaz!” demiş. Ancak Maleen bu teklifi: “Benim böyle bir şerefe ihtiyacım yok.” diyerek reddetmiş. Gelin, ona altın verdiyse de işe yaramamış. En sonunda sinirlenerek: “Eğer dediğimi kabul etmezsen bu senin hayatına mal olacak. Tek bir sözümle başını uçururlar.” diyerek Maleen’i tehdit etmiş. Bunun üzerine o da gelinin güzel elbiselerini giyerek ve birbirinden muhteşem takılarını takarak onun yerine geçmek zorunda kalmış. Kraliyet salonuna girdiğinde herkes onun eşsiz güzelliğinden büyülenmiş.

Kral, oğluna: “Bu, senin için seçtiğim gelin. Şimdi onunla düğün alanına gitmelisin.” demiş. Prens, hayretler içinde kalarak: “Benim sevgili Maleen’ime ne kadar da benziyor. Onun kulede hapsedilmiş olduğunu bilmesem neredeyse o olduğunu zannedeceğim.” diye düşünmüş ve gelini elinden tutup düğün alanına götürmüş. Yolda giderlerken Maleen ısırgan otu görmüş ve ona şöyle demiş:

 
Ah ısırgan otu,
Küçük ısırgan otu,
Ne arıyorsun burada, yalnızlık dolu?
Seni haşlamadan, kavurmadan
Yediğim günler oldu.
 

Prens, “Ne diyorsun?” diye sorduğunda da: “Hiç, sadece zavallı Maleen’i düşünüyordum da.” demiş. Prens, kızın Maleen’i tanımasına çok şaşırmış ama hiçbir şey dememiş. Düğün alanının girişindeki köprüye geldiklerinde Maleen:

 
Kırılma ey yaya köprüsü,
Değilim ben gelinin kendisi, demiş.
 

Prens yine, “Ne dedin?” diye sorunca: “Hiç, sadece zavallı Maleen’i düşünüyordum.” demiş. Prens ona Maleen’i tanıyıp tanımadığını sorunca da: “Hayır, nereden tanıyayım ki? Sadece adını duydum.” diye cevap vermiş.

Bu sefer düğünün yapılacağı mabedin kapısına geldiklerinde kız bir kez daha:

 
Kırılma ey mabet kapısı,
Değilim ben gelinin kendisi, demiş.
 

Prens yine ne dediğini sorunca: “Zavallı Maleen’i düşünüyordum.” demiş. Prens, değerli bir kolye çıkartıp kızın boynuna takmış. Hemen ardından mabede girmişler. Rahip, ikisinin ellerini birleştirmiş ve onları evlendirmiş. Eve dönüş yolunda kız, tek bir kelime bile etmemiş. Saraya vardıklarında da hemen gerçek gelinin odasına gidip elbiselerini ve mücevherleri çıkartıp kendi gri elbisesini giymiş. Ancak prensin boynuna taktığı kolyeyi çıkartmamış.

Akşam olduğunda gerçek gelin prensin odasına giderken kimse anlamasın diye duvağını yüzüne indirmiş. Herkes gidip de ikisi baş başa kaldıklarında prens, ona: “Yol kenarındaki ısırgan otlarına ne dedin?” diye sormuş. Kız: “Hangi ısırgan otları? Ben ısırgan otlarıyla konuşmam ki!” diye cevaplamış. Prens: “O zaman sen gerçek gelin değilsin.” demiş. Bunun üzerine kız: “Gidip hizmetçime sormalıyım, benim dediklerimi o hatırlar.” demiş.

Gidip Maleen’i bulmuş ve yolda ısırganlara ne dediğini sormuş. O da sadece:

 
Ah ısırgan otu,
Küçük ısırgan otu,
Ne arıyorsun burada, yalnızlık dolu?
Seni haşlamadan, kavurmadan
Yediğim günler oldu dedim, diye cevap vermiş.
 

Gelin, odaya geri dönüp: “Isırganlara ne dediğimi hatırladım.” diyerek Maleen’in kendisine söylediklerini tekrar etmiş. Prens bu sefer: “Peki mabedin önündeki köprüden geçerken ne dedin?” diye sormuş. Gelin yine şaşırarak: “Ne köprüsü, ben köprülerle konuşmam ki!” demiş. Prens yine, “O zaman sen gerçek gelin değilsin.” deyince kız tekrarlamış: “Gidip hizmetçime sormalıyım, benim dediklerimi o hatırlar.”

Bunu söyledikten sonra koşup Maleen’i bulmuş ve ona köprüye ne dediğini sormuş. O da sadece:

 
Kırılma ey yaya köprüsü,
Değilim ben gelinin kendisi dedim, demiş.
 

Gelin: “Bu yaptığın yüzünden kafanı kestirteceğim!” diyerek çok sinirlenmiş ve odaya geri dönmüş. “Şimdi mabedin kapısında ne dediğimi hatırladım.” diyerek duyduklarını tekrarlamış. Bu sefer prens: “Peki sana mabedin kapısında taktığım kolye nerede?” diye sormuş. Gelin de: “Ne kolyesi? Sen bana hiç kolye vermedin ki!” diye cevap vermiş. Prens: “O kolyeyi boynuna kendi ellerimle taktım eğer bilmiyorsan demek ki gerçek gelin değilsin.” demiş ve yüzündeki duvağı kaldırıp da tarif edilemez çirkinliğini görünce dehşetle irkilerek: “Sen nereden çıktın? Kimsin sen?” diye sormuş.

Kız: “Ben senin nişanlandığın kişiyim. Beni dışarıda gören insanlar çirkinliğimle alay eder diye korktuğum için bana hizmet eden hizmetçiye giysilerimi giydirip, mücevherlerimi takıp kendi yerime mabede gönderdim.” demiş. Prens: “Peki o nerede? Onu görmek istiyorum. Gidip bana onu getir.” demiş. Kız odadan çıkar çıkmaz diğer hizmetçilere mutfak hizmetçisinin bir sahtekâr olduğunu ve onu bulup avluda kafasını kesmelerini emretmiş. Hizmetçiler, Maleen’i bulup sürükleyerek avluya çıkartırlarken kız öyle yüksek sesle çığlık atıp yardım istemiş ki prens, onun çığlıklarını duyup odasından fırlamış ve hizmetçilere onu derhâl bırakmalarını emretmiş.

Işıklar yandığında prens, kızın boynunda önceki gün mabedin kapısında taktığı altın kolyeyi görünce: “Benimle mabede gelen gerçek gelin sensin, şimdi benim odama gelmelisin.” demiş. İkisi odada yalnız kaldıklarında da: “Düğün alanına giderken yolda Maleen’den bahsetmiştin. Kendisi benim eski nişanlımdı. Sen ona öyle çok benziyorsun ki imkânsız olduğunu bilmesem neredeyse senin o olduğunu sanacağım.” demiş. Bunun üzerine kız: “Ben senin uğruna yedi yıl boyunca karanlık kuleye hapsedilen, aç ve susuz kalan, yıllar boyu sefalet içinde yaşayıp özlem çeken Maleen’im. Ancak bugün şans bir kez daha yüzüme güldü. Seninle mabette evlendim ve resmen senin karınım.” demiş. Sonra birbirlerini öpmüşler ve sonsuza dek mutlu yaşamışlar. Sahte gelin yaptıklarının bedelini canıyla ödemiş.

Maleen’in hapsedildiği kule uzun yıllar ayakta kalmış ve çocuklar kulenin yanından geçerken hep şu şarkıyı söylemişler:

 
Huu huu Baltazar,
Bu kulede kim yaşar?
Bir prenses yaşar.
Duvar yıkılmayacak,
Taş oynamayacak,
Küçük Hans, o parlak ceketiyle
Beni kovalayacak.
 

Yetenekli Avcı

Bir zamanlar çilingirlik yapan bir genç varmış. Bir gün babasına; artık gidip dünyayı gezip görmek, kendi şansını aramak istediğini söylemiş. Babası onun bu kararından memnun olmuş ve yolculuğu için ona biraz para vermiş. O da yola çıkmış ve iş aramaya başlamış. Bir süre sonra artık çilingirlik yapmak istemediğine ve avcı olmak istediğine karar vermiş. Yine bir gün, başıboş hâlde gezerken yeşiller giyinmiş bir avcıyla karşılaşmış. Avcı, onun nereden gelip nereye gittiğini sormuş. O da aslında bir çilingirin çırağı olduğunu ama artık çilingirlik yapmak istemediğini, avcı olmak istediğini anlatmış ve ondan, kendisine avcılık yapmayı öğretmesini istemiş. Avcı da kendisiyle gelirse bu isteğini yerine getirebileceğini söylemiş.

Genç adam, avcıyla gitmiş ve birkaç yıl boyunca onun yanında yaşayıp avcılık yapmayı öğrenmiş. Daha sonra başka bir yerde şansını denemek istemiş. Avcı da ayrılırken ona, emeklerinin karşılığı olarak attığı hiçbir şeyi ıskalamayan bir tüfek hediye etmiş. Genç adam yola koyulmuş ve uçsuz bucaksız bir ormanda bulmuş kendisini. Akşam olduğunda vahşi hayvanlardan korunmak için yüksek bir ağaca çıkmış.

Gece yarısına doğru uzakta küçük bir ışığın parıldadığını görmüş. Dalların arasından ışığa doğru bakmış ve yerini aklında tutmaya çalışmış. Ama önce, indiğinde yönünü bulabilsin diye şapkasını çıkartıp ışığın olduğu yere fırlatmış. Sonra da aşağıya inip şapkasına doğru yürümüş ve şapkasını giydikten sonra aynı yöne doğru ilerlemiş. O ilerledikçe ışık daha da büyüyormuş. Daha da yaklaştığında onun çok büyük bir ateş olduğunu fark etmiş. Ateşin başında üç dev oturmuş, şişte dana kızartıyorlarmış. İçlerinden biri, o sırada: “Etin tadına bakıp pişip pişmediğini kontrol edeceğim.” diyerek bir parça kopartmış ve tam ağzına atacakmış ki avcı elindeki eti vurup uçurmuş. Dev: “Şu hâle bak, rüzgâr elimdeki et parçasını uçurdu!” demiş ve biraz daha kopartmış. Tam etten bir ısırık alacağı anda avcı elindeki eti tekrar vurmuş. Bunun üzerine dev, yanındaki arkadaşına bir tokat patlatmış ve öfkeyle bağırarak: “Neden lokmamı elimden kapıyorsun?” demiş. Diğeri de: “Ben kapmadım ki! Bir keskin nişancı vurmuş olmalı.” demiş. Dev, bir parça daha et almış ama henüz onu elinde tutamadan avcı onu da uçurmuş. Bunun üzerine dev: “Birinin elindeki lokmayı vurabilmek yetenek ister. Böyle yetenekli bir avcıya ihtiyacımız olabilir.” demiş. Ardından: “Gel buraya keskin nişancı! Sen de bizimle ateşin başında otur, yemek ye sana zarar vermeyiz. Gelmezsen seni zorla getiririz.” diye seslenmiş.

 

Devlerin daveti üzerine genç adam, yanlarına gitmiş ve onlara yetenekli bir avcı olduğunu, silahıyla neyi nişan alırsa mutlaka vurduğunu söylemiş. Onlar da avcıya; kendilerine katılırsa ona iyi davranacaklarını, ormanın dışında büyük bir göl olduğunu, gölün ardında da güzel bir prensesin hapsedilmiş olduğu bir şato bulunduğunu ve o prensesi kaçırmak istediklerini söylemişler. Avcı kabul etmiş ve kızı onlara getireceğini söylemiş. Devler: “Ancak dikkatli olmalısın. Prensesin yanına yaklaşan biri olduğunda hemen havlamaya başlayan küçük bir köpek var. Eğer havlarsa saraydaki herkes uyanır, bu yüzden de oraya yaklaşamayız. Köpeği susturabilir misin?” diye sormuşlar. Avcı da: “Bu benim için çocuk oyuncağı.” demiş. Ardından genç avcı, bir kayığa binip gölü geçmiş. Karşı kıyıya çıkar çıkmaz küçük köpek koşarak yanına gelmiş ve tam havlayacağı sırada avcı, cebinden çıkardığı iğneyle onu uyutmuş. Devler, prensesi artık ele geçirdiklerini düşünerek sevinmişler ancak avcı, durumdan emin olmak istemiş ve bunu yapana kadar da onları çağırmadan içeri girmemelerini söylemiş. Sonra şatoya girmiş ve her şeyin yolunda olduğunu görmüş. Herkes uyuyormuş.

Karşısına çıkan ilk odanın kapısını açtığında duvarda asılı gümüş bir kılıç görmüş; üzerinde de altın bir yıldızla birlikte kralın adı yazıyormuş. Hemen yanındaki masada mühürlenmiş bir mektup duruyormuş. Avcı, mektubu açıp okumuş. Mektupta, bu kılıca sahip olan kimsenin kendisine karşı gelen herkesi öldürebilecek güce sahip olacağı yazıyormuş. Hemen kılıcı duvardan alıp omuzuna asmış ve yola devam etmiş. Ardından, prensesin uyuduğu odaya gelmiş. Prenses öylesine güzelmiş ki onun güzelliği karşısında nefesi kesilmiş, olduğu yerde kalakalmış. Kendi kendine: “Böylesine masum bir güzelliği nasıl vahşi devlerin eline verebilirim ki?” diye söylenmiş. Odayı incelemeye devam etmiş. Yatağın altında bir çift terlik duruyormuş; sağdaki tekin üstünde yine kralın adı ve bir yıldız, soldaki tekin üzerinde de prensesin adı yazıyormuş. Prensesin üstünde, üzerinde altın harflerle işlenmiş bir şekilde kralın ve kendi adının yazdığı ipek bir şal varmış. Avcı, bir makasla şalın sağ köşesini kesip almış ve sırt çantasına koymuş; sonra da üzerinde kralın adı yazan terliğin tekini almış.

Prenses hâlâ uyuyormuş. Avcı usulca prensesin geceliğinden de bir parça kesip onu da aldığı diğer eşyaların yanına atmış. Sonra da prensesi rahatsız etmemek için sessizce odadan çıkmış. Tekrar kapıya çıktığında prensesi getirmesini bekleyen devleri görmüş. Devlere seslenerek içeri girmelerini, şu anda prensese göz kulak olduğu için onlara kapıyı açamayacağını ancak kapının altındaki delikten sürünerek geçebileceklerini söylemiş. Devlerden ilki yaklaştığında avcı; onun kafasını saçlarından kavradığı gibi içeri çekerek bir vuruşta öldürmüş, sonra da gövdesini içeri sürüklemiş. İkinci devi de çağırıp aynısını ona da yapmış. Sonra da üçüncü devi öldürmüş. Güzel prensesi bu korkunç devlerden kurtardığı için çok mutluymuş. Sonra üç devin de dillerini kesip onları da çantasına atmış. Kendi kendine: “Evime dönüp babama daha şimdiden neler yaptığımı göstereceğim ve sonra da dünyayı gezmeye devam edeceğim. Şansım yolunda gidecektir.” diye düşünmüş.

Sabah olup da kral uyandığında üç devin cansız bedenlerini bahçede görmüş. Hemen gidip prensesi uyandırmış ve ona bu devleri kimin öldürmüş olabileceğini sormuş. Prenses: “Sevgili babacığım, ben uyuyordum devleri kimin öldürdüğünü bilmiyorum.” demiş. Ancak doğrulup da terliklerini giyeceği sırada, terliklerinin sağ tekinin olmadığını görmüş. Sonra da şalının sağ köşesinin kesilmiş olduğunu ve geceliğinden de bir parçanın eksik olduğunu fark etmiş. Kral bütün saray ahalisini ve askerlerini çağırmış, kızını devlerden kimin kurtardığını sormuş.

O sırada tek gözlü, çirkin askerlerden biri çıkıp devleri kendisinin öldürdüğünü söylemiş. Kral da bunun üzerine, böylesine büyük bir şeyi başardığı için ödül olarak onun kızıyla evlenebileceğini söylemiş. Ancak prenses: “Sevgili babacığım; bu adamla evleneceğime buradan gider, tek başıma kaderimle yüzleşirim daha iyi.” demiş. Kral da ona eğer o askerle evlenmezse prenses giysilerini çıkartıp köylü giysileri giymesini ve sonra da bir çömlekçiye gidip, çanak çömlek yapıp satmaya başlamasını söylemiş. Prenses de soylu giysilerini çıkartıp, bir çömlekçiye gidip tezgâhına sığdıracağı kadar çömlek ödünç almış ve adama eğer akşama kadar çömlekleri satabilirse borcunu ödeyeceğini söylemiş. Kral, birkaç adamına prensesin bir köşede oturup çömlek satacağını ve atlarını onun tezgâhına sürerek çömlekleri devirip paramparça etmelerini emretmiş. Tam prenses sokağa tezgâhını kurduğu sırada, at arabaları tezgâha çarpmış ve bütün çömlekler tuzla buz olmuş. Zavallı prenses: “Şimdi bu çömleklerin parasını nasıl ödeyeceğim ben?” diye ağlamaya başlamış. Meğer kral, kızını o askerle evlenmek zorunda bırakmak için bütün bunları bilerek planlamış. Ancak prenses hemen pes etmek yerine tekrar çömlekçiye gidip kendisine biraz daha çömlek ödünç vermesini istemiş. Çömlekçi de: “Hayır, önce daha önce aldığın çömleklerin parasını ödemelisin.” diyerek onu geri çevirmiş.

Prenses, babasının yanına gelerek ağlamış ve uzaklara gidip kendi başının çaresine bakmak istediğini söylemiş. Kral da ona: “Senin için ormanda bir kulübe yaptıracağım ve hayatın boyunca orada kalıp herkes için yemek pişireceksin ancak bunun karşılığında hiç para almayacaksın.” demiş. Kulübe tamamlandığında kapısına, üzerinde: Bugün ye, yarın öde yazan bir tabela asılmış. Prenses uzun yıllar bu kulübede yaşamış. Bütün dünyada, o ormanda para almadan yemek yapan bir genç kızın yaşadığı ve kapısına da bir tabela astığı söylentisi dilden dile dolaşmış.

Genç avcı da bunu duymuş ve kendi kendine: “Burası tam bana göre. Ne de olsa ben de fakirim ve hiç param yok.” diye düşünmüş. Silahını ve doğru söylediğini kanıtlamak için de şatodan aldığı eşyaları doldurduğu sırt çantasını alarak ormana gitmiş, üzerinde: Bugün ye, yarın öde yazan kulübeyi bulmuş.

Kılıcını da beline takıp kulübeye girmiş ve yiyecek bir şeyler sipariş vermiş. Resimlerdeki kadar güzel olan prensesin karşısında büyülenmiş. Kız, ona nereden geldiğini ve nereye gitmekte olduğunu sormuş. O da: “Dünyayı dolaşıyorum.” demiş. Prenses, üzerinde kralın adının yazılı olduğu kılıcı nereden bulduğunu sormuş. O da ona, kralın kızı olup olmadığını sormuş. Prenses: “Evet.” demiş. Avcı: “O üç devi bu kılıçla öldüren bendim.” diyerek kanıtlamak için çantasından devlerin dillerini çıkartmış. Sonra ona terliğin tekini, şalının kenarını ve geceliğin kestiği parçasını göstermiş. Prenses çok heyecanlanmış ve avcıya kendisini büyük bir beladan kurtardığını söylemiş.

Birlikte krala gitmişler ve onu kulübeye getirmişler; prenses, babasına devleri öldürüp de kendisini kurtaran asıl kişinin bu avcı olduğunu söylemiş. Yaşlı kral, avcının elindeki tüm kanıtları gördüğünde hiç şüphesi kalmamış ve her şeyin nasıl gerçekleştiğini öğrendiği için çok sevindiğini, ayrıca avcının kızıyla evlenebileceğini söylemiş. Prenses bu sefer kabul etmiş. Avcıyı yabancı bir lord gibi giydirmiş ve kral, bir ziyafet hazırlanmasını emretmiş. Masaya gittiklerinde asker, prensesin soluna oturmuş; sağında da avcı varmış. Asker, avcıyı; kralı ziyarete gelen yabancı bir lord sanmış.

Yemişler, içmişler. Yaşlı kral, askere çözmesi gereken bir bilmece soracağını söylemiş ve: “Farzet ki biri çıkıp ‘Üç devi ben öldürdüm.’ dedi. Sonra da devlerin dillerini gösterdi ve gidip baktığında gerçekten devlerin dillerinin olmadığını gördün. Bu duruma ne dersin?” diye sormuş. Asker de: “Demek ki dilleri yokmuş derim.” demiş. Kral, “Hiç de değil, her hayvanın dili vardır.” dedikten sonra: “Peki, böyle yalan cevap veren birinin nasıl cezalandırılması gerekir?” diye sormuş. Bu sefer asker: “Paramparça edilmesi, hapse atılması gerekir.” diye cevap vermiş. Kral da ona kendi cezasını kendisinin verdiğini söylemiş. Asker hapse atılmış, paramparça edilmiş. Prenses de avcıyla evlenmiş. Avcı, annesiyle babasını da getirmiş ve onlar da oğullarıyla birlikte mutluluk içinde yaşamışlar. Kralın ölümünden sonra da krallık kendisine kalmış.