Grimm Masalları

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

III

Bir gün cinler bir çocuğu annesinden alıp onun yerine koca kafalı, bön bakışlı, yiyip içmekten başka bir şey yapmayan bir bebek koymuşlar. Anne, panikle komşularına gidip çare sormuş. Komşular da ona; bebeği mutfağa götürüp ocağın yanına koymasını, ateşi yakıp iki yumurta kabuğunun içinde su kaynatmasını, bunun bebeği güldüreceğini söylemişler. Eğer bebek gülerse her şey eski hâline dönecekmiş. Kadın, komşularının dediğini yapmış; tam iki yumurta kabuğu dolu suyu ateşe koyduğunda tuhaf yaratık şöyle diyerek gülmeye başlamış:

 
Yaşlıyım belki,
Ormanda bir çınar gibi
Ama görmedim ömrümde
Suyun kabukta piştiğini!
 

Tam o anda bir sürü cin gerçek bebeği geri getirip ocağın yanına bırakmış ve diğer yaratığı da alıp gitmişler.

Tatlı Katrinelje ve Pif-Paf-Poltrie

“İyi günler, Hollenthe Baba.”

“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”

“Kızınızla evlenebilir miyim?”

“Oo, tabii. Eğer Malcho Ana, aziz erkek kardeş, kız kardeş Kasetraut ve tatlı kızım Katrinelje razıysa onunla evlenebilirsin.”

“Peki, Malcho Ana nerede?”

“Ahırda, inek sağıyor.”

“İyi günler Malcho Ana.”

“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”

“Kızınızla evlenebilir miyim?”

“Oo, tabii. Eğer Hollenthe Baba, aziz erkek kardeş, kız kardeş Kasetraut ve tatlı kızım Katrinelje razıysa onunla evlenebilirsin.”

“Aziz erkek kardeş nerede peki?”

“Odasında, ahşap yontuyor.”

“İyi günler, aziz kardeş.”

“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”

“Kız kardeşinizle evlenebilir miyim?”

“Oo, tabii. Eğer Hollenthe Baba, Malcho Ana, kız kardeş Kasetraut ve tatlı kız kardeşim Katrinelje razıysa onunla evlenebilirsin.”

“Kız kardeş Kasetraut nerede peki?”

“Bahçede, lahana kesiyor.”

“İyi günler, kız kardeş Kasetraut.”

“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”

“Kız kardeşinizle evlenebilir miyim?”

“Oo, tabii. Eğer Hollenthe Baba, Malcho Ana, aziz erkek kardeş ve tatlı kız kardeşim Katrinelje razıysa onunla evlenebilirsin.”

“Katrinelje nerede peki?”

“Odasında, paralarını sayıyor.”

“İyi günler, Katrinelje.”

“Teşekkürler, Pif-Paf-Poltrie.”

“Benimle evlenir misin?”

“Oo, tabii. Eğer Hollenthe Baba, Malcho Ana, aziz erkek kardeş ve kız kardeş Kasetraut razıysa ben hazırım.”

“Tatlı Katrinelje, ne kadar çeyizin var?

“On dört çeyrek penim ve üç buçuk şilin de alacağım var. Ayrıca yarım kilo kuru elma, bir avuç dolusu kızarmış ekmek ve bir avuç dolusu baharatım var.”

“Benim de birçok şeyim var, senin kadar çok çeyizim olmasa da.”

“Pif-Paf-Poltrie, senin mesleğin nedir? Terzi misin?”, “Yok ya da daha iyi bir şey.”, “Ayakkabıcı mesela?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Çiftçi mi yoksa?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Marangoz olabilir mi?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Demirci misin?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Değirmenci?”, “Ya da daha iyi bir şey.”, “Yoksa süpürgeci misin?”

“Evet, ben süpürgeciyim, beğenmedin mi?”

Yaşlı Dilenci Kadın

Bir zamanlar, yaşlı bir kadın varmış. Eminim daha önce dilenen yaşlı bir kadın görmüşsünüzdür. İşte bu yaşlı kadın da aynen öyle dileniyormuş. Kendisine bir şey verenlere de: “Tanrı sizi ödüllendirsin.” diyormuş.

Dilenci kadın bir gün bir kapıya gelmiş. Orada ipsiz sapsız, genç bir oğlan; ateşin başında dikilip ısınmaya çalışıyormuş. Oğlan kapının yanında titreyerek duran yaşlı kadına: “Gel yaşlı anne, sen de ısın.” demiş.

Kadın gelmiş, ateşe çok yakın durduğu için eski püskü giysileri yanmaya başlamış ama o fark etmemiş. Oğlan elbiselerin tutuştuğunu görmüş ve alevleri söndürmek istemiş. Ancak hiç su bulamadığından vücudundaki suyu gözlerinden akıtmak zorunda kalmış. Alevleri söndürebilmek için tam iki ırmak dolusu su akıtmış.

Dikenlerin Arasındaki Yahudi

Bir zamanlar, zengin bir adam varmış. Bu adamın, ona son derece özenle ve dürüstçe hizmet eden bir uşağı varmış. Her sabah yataktan ilk kalkan ve gece en son yatağa giden bu uşakmış. Ne zaman kimsenin yapmak istemediği zahmetli bir iş olsa hemen bu uşak, o işe koşarmış. Üstelik hiç şikâyet etmezmiş. Her zaman hâlinden memnun ve mutluymuş.

Yıl sonu geldiğinde efendisi biraz tasarruf etmek için ona para vermemiş. “Nasıl olsa beni bırakıp bir yere gitmez, hizmetimden çıkmaz.” diye düşünüyormuş. Gerçekten de uşak hiçbir şey demeden işini yapmaya devam etmiş. Ertesi yıl efendisi yine aynısını yapmış, sadık uşağına para vermemiş. Uşak yine sesini çıkartmadan efendisinin yanında çalışmaya devam etmiş.

Üçüncü yılın sonunda efendisi yine uşağına para vermemiş. En sonunda uşak, efendisine: “Efendim, üç yıldır dürüstlükle size hizmet ettim; bana hakkımı verecek kadar insaflı olunuz. Artık buradan ayrılıp kendi başımın çaresine bakmak istiyorum.” demiş.

Yaşlı efendi: “Evet, benim sevgili uşağım; bana gerçekten özveriyle hizmet ettin ve bunun karşılığında memnuniyetle ödüllendirileceksin.” demiş. Elini cebine atmış ve sadece üç çeyrek metelik çıkartarak: “Al bakalım, her yıl için bir çeyreklik; bu pek az efendiden alabileceğin, oldukça cömert bir bahşiş.” demiş.

Para işlerinden fazla anlamayan uşak paraları cebine koymuş ve: “Artık cebim parayla dolu olduğuna göre kendimi ağır ve zor işlerle neden daha fazla yorayım ki.” diye düşünerek oradan ayrılmış. Dere tepe, dağ bayır dolaşmış; canı ne isterse onu yapmış.

Bir gün bir çalılıktan geçerken rastladığı bir cüce:

“Nereye gidiyorsun, neşeli arkadaş? Görüyorum ki pek derdin yok.” demiş.

Uşak: “Neden olsun ki? Cebimde üç yıllık emeğimin karşılığı olan bolca param var.” diye cevap vermiş.

Cüce ona: “Servetin ne kadar?” diye sormuş. Uşak da ona: “Üç çeyreklik.” demiş.

Cüce bunun üzerine: “Bak, ben zavallı ve fakir bir adamım, daha fazla çalışacak gücüm yok ama sen gençsin, çalışıp kolayca geçimini sağlayabilirsin; o yüzden cebindeki paraları bana ver.” demiş.

İyi kalpli uşak, yaşlı cüceye acımış ve ona üç çeyrekliği vererek: “Tanrı aşkına bunları kabul et.” demiş.

Bunun üzerine cüce adam: “Bu iyiliğinin karşılığında ben de sana her bir çeyreklik için üç dilek hakkı vereceğim ve bütün dileklerin yerine getirilecek.” demiş.

Uşak: “Neee? Sen şu mucizeler yaratan canlılardan biri olmalısın! Peki eğer gerçekten öyleyse ilk olarak hedef aldığım her şeyi vurabileceğim bir tüfek; ikinci olarak çaldığım zaman sesini duyan herkesi dans ettirecek bir keman ve üçüncü olarak da birinden bir iyilik istediğimde beni geri çevirememesini istiyorum.” demiş.

Cüce: “İstediğin her şeyi alacaksın.” diyerek elini çalılığa sokmuş ve hemen keman ile tüfeği çıkartıvermiş. Bunları uşağa verdikten sonra da ona: “Ayrıca bundan sonra kimden ne istersen iste, mutlaka itiraz etmeden yerine getirecek.” demiş.

“Aman Tanrı’m! Bir insan daha ne ister ki?” demiş uşak kendi kendine ve mutlu bir şekilde yoluna devam etmiş. Bir süre sonra durup ağacın tepesindeki bir kuşun ötüşünü dinleyen, uzun keçi sakallı bir Yahudi’yle karşılaşmış.

“Vay be, böylesine küçük bir yaratığa göre ne kadar da gür bir sesi var. Eğer biri şunu oyalasaydı, hemen yakalayıverirdim!” diye bağırıyormuş.

Uşak: “Eğer istediğin buysa kuş birazdan senin olacak.” demiş ve kuşu hedef alarak tetiği çekmiş. Kuş, dikenli dalların içine düşmüş. Sonra Yahudi’ye dönüp: “Şimdi kuşu da alıp git!” demiş.

Yahudi: “Oo, bu işi bana bırakın bayım, siz kuşu vurduğunuza göre gidip dikenlerin arasından ben alırım.” demiş. Sonra yere yatmış ve çalılara doğru sürünmeye başlamış.

Yahudi, dikenli çalıların arasında sürünmekteyken uşak kendisine hâkim olamayıp kemanını çıkartmış ve çalmaya başlamış. O anda Yahudi’nin bacakları kıpırdamaya ve adam, havaya zıplamaya başlamış. Uşak çaldıkça Yahudi daha da hızlı dans ediyormuş.

Dikenler adamın eski püskü giysilerini yırtmış, sakalını çizmiş ve orasına burasına batmış. Yahudi: “Aman Tanrı’m, kesin şu kemanı çalmayı bayım! Dans etmek istemiyorum.” demiş.

Uşak, onu dinlememiş. “Sen insanları yeterince soyup soğana çevirdin, şimdi de dikenli teller sana aynısını yapsın.” diye düşünerek kemanı çalmaya devam etmiş. Yahudi daha da yükseğe zıplamaya başlamış, giysileri de dikenlere takılıp kalıyormuş.

Yahudi: “Vay hâlime! Bu adam ne isterse yapacağım, yeter ki şu kemanı çalmayı bıraksın. Bir cüzdan dolusu altın bile veririm.” diye haykırmış.

Uşak: “Eğer bu kadar cömertsen çalmayı bırakacağım ama bak, sen de bu vesileyle ne kadar güzel dans edebildiğini görmüş oldun.” diyerek altın dolu cüzdanı alıp gitmiş.

Yahudi öylece kalmış ve uşağı uzaklaşıp gözden kayboluncaya kadar izlemiş, sonra da bütün gücüyle: “Seni sefil çalgıcı, seni taverna çalgıcısı! Görürsün, seni yalnız yakalayıp ayakkabılarının tabanı düşene dek tartaklayacağım! Seni serseri! Sen altın suyuna düşsen yine de beş kuruş etmezsin!” diye bağırıp durmaksızın arkasından söylenmiş.

Biraz daha kendisine gelip de tekrar soluklandığında kasabaya gidip hakkını aramaya çalışmış. Hâkimin karşısına çıkıp: “Sayın hâkim, bir şikâyette bulunmaya geldim; bakın, bir serseri bana yolda nasıl işkence yaptı ve beni nasıl soydu. Şu hâlimi kim görse acır; bütün giysilerim yırtıldı, her yerim çizildi, yara bere oldu. Azıcık param vardı, onu da aldı gitti. Tanrı aşkına bu adamı yakalayıp hapse atın!” diye şikâyet etmiş.

Hâkim: “Seni kılıcıyla böyle kesip biçen adam, asker miydi?” diye sormuş. Yahudi de: “Hayır, değildi; kılıcı bile yoktu, sadece sırtında asılı tüfeği ve de elinde kemanı vardı; onu kolayca bulabilirsiniz.” diye cevap vermiş.

Hâkim, adamı bulmak üzere arkasından görevlileri yollamış. Adamlar iyi kalpli uşağı ve içi para dolu cüzdanı bulup getirmişler.

Uşak, hâkimin karşısına çıkartılır çıkartılmaz: “Ben bu Yahudi’ye dokunmadım, parasını da almadım, müziğime katlanamadığı için parasını bana keman çalmayı bırakmam karşılığında kendi isteğiyle verdi.” diye kendisini savunmuş.

 

“Üstüme iyilik sağlık, bu adamın yalanları diz boyu!” diye bağırmış Yahudi.

Uşağın anlattıklarını inandırıcı bulmayan hâkim: “Savunman hiç de ikna edici değil, o dediğini hiçbir Yahudi yapmaz.” demiş ve soygun yaptığı için adamın asılmasını emretmiş.

Uşak, asılmak üzere götürülürken Yahudi yine arkasından bağırmış: “Seni serseri! Seni kemancı bozuntusu! Şimdi cezanı bulacaksın!”

Uşak sakince cellatla merdivenlere doğru yürümüş, son basamağa geldiğinde hâkime dönüp: “Ölmeden önce tek bir dilek hakkı istiyorum.” demiş. Hâkim de: “Eğer canının bağışlanmasını istemeyeceksen tamam.” demiş. Uşak: “Hayır, onu istemiyorum; sadece son bir kez kemanımı biraz daha çalmama izin verin.” demiş.

Yahudi arkadan: “Öldürün! Tanrı aşkına bu adamı öldürün, keman çalmasına izin vermeyin!” diye bağırıyormuş. Ancak hâkim: “Onu neden böyle bir zevkten mahrum edeyim ki? Bu, onun hakkı ve hakkını almalı.” diye cevap vermiş. Oysa hâkim aslında uşağa bahşedilen dileklerden sonuncusu yüzünden istese de onun dileklerine itiraz edemiyormuş.

Bunun üzerine Yahudi, uşak kemanını çıkartıp da çalmaya hazırlandığında: “Ah, vah hâlime! Bağlayın beni, sıkı sıkı bağlayın!” diye bağırmaya başamış.

Uşak ilk notayı çalar çalmaz hâkim, yardımcıları, cellat; hepsi birden sallanmaya ve titremeye başlamışlar. Yahudi’yi bağlamaya çalışan kişi sallanırken elindeki ipi kaçırmış.

İkinci notada hepsi bacaklarını kaldırmış; cellat, uşağı elinden kaçırmış ve dans etmeye hazırlanmış. Üçüncü notada hepsi birden zıplayarak dans etmeye başlamış, en yukarı da hâkim ve Yahudi zıplamış. Ardından, neler olup bittiğini görmek için meydanda toplanan bütün kalabalık; yaşlısı genci, şişmanı zayıfı, hemen herkes birbiriyle dans etmeye başlamış.

Aynı şekilde ortalıkta koşturan köpekler bile arka ayaklarının üzerine kalkıp zıplamaya başlamışlar. Kemancı çaldıkça dans edenler öyle yükseğe zıplamışlar ki kafaları birbirine çarpıyormuş ve korkunç şekilde feryat ediyorlarmış.

En sonunda hâkim nefessiz kalmış ve: “Eğer çalmayı kesersen hayatını bağışlarım.” demiş. Bunun üzerine iyi kalpli uşak onlara acımış ve kemanı çalmayı bırakıp merdivenden inmiş. Sonra da yerde nefes nefese yatan Yahudi’nin yanına giderek: “Seni düzenbaz, şimdi parayı nereden bulduğunu itiraf et yoksa kemanımı alıp yine çalmaya başlarım.” demiş.

Yahudi de: “Çaldım, parayı çaldım ama sen onu dürüstçe kazandın!” diye bağırarak itiraf etmiş. Bunun üzerine hâkim, Yahudi’yi darağacına götürmüş ve hırsızlık suçundan astırmış.

Kral Ardıçsakal

Bir kralın güzeller güzeli bir kızı varmış ancak güzel prenses öylesine küstah ve kibirliymiş ki kendisiyle evlenmek için gelen talipleri bir türlü beğenmiyormuş. Onları birbiri ardına geri çevirmekle kalmayıp bir de onlarla alay ediyormuş.

Bir gün kral, büyük bir ziyafet düzenlemiş ve ülkenin her yerinden evlenmek isteyen tüm erkekleri bu ziyafete davet etmiş. Hepsi rütbelerine ve konumlarına göre sıraya dizilmişler. Önce krallar, sonra prensler, dükler, kontlar, baronlar ve son olarak da asilzadeler geliyormuş.

Prenses, sıraların önünde durup her birinin yüzüne karşı alaycı bir şekilde konuşuyormuş.

Çok şişman olan birine, “Fıçı gibi!”; çok uzun olan bir diğerine, “Uzun ve çelimsiz, ne kötü görünüyor.”; çok kısa olan birine ise “Şişman ve kısa, yakışmaz bana.” diyormuş.

Dördüncüsüne çok solgun göründüğü için, “Ölü benizli.”; beşincisine kırmızı yüzlü olduğu için, “Dövüş horozu.”; altıncısına pek yapılı olmadığından, “Kurumuş çıra.” deyivermiş.

Prensesin eleştirilerinden herkes payına düşeni almış. Prenses en çok da çok uzun boylu, çıkık çeneli kralla alay etmiş ve gülerek: “Şunun çenesine bak, ardıç kuşunun gagası gibi.” diyerek onu da küçümsemiş. O günden sonra da o krala herkes, “Kral Ardıçsakal” demeye başlamış.

Kızının herkesle alay ettiğini ve gelen tüm taliplerini küçümsediğini gören kral, o sinirle kızını kapıya gelen ilk dilenciyle evlendireceğine yemin etmiş. Birkaç gün sonra gezgin bir şarkıcı gelip prensesin penceresinin altında biraz sadaka için şarkı söylemeye başlamış. Kral, bunu duyduğunda onu içeri çağırtmış. Şarkıcı da eski püskü, yırtık giysileriyle içeri girmiş ve kralla kızının önünde şarkı söylemiş. Şarkısı bittiğinde de biraz sadaka istemiş. Kral da ona: “Söylediğin şarkıyı çok beğendim, o yüzden sana kızımı eş olarak vereceğim.” demiş.


Prenses dehşete kapılmış; ancak kral: “Seni kapıya gelen ilk dilenciye vereceğime yemin ettim, bu yüzden bunu yapmalıyım.” demiş.

Prensesin başka çaresi yokmuş. Rahip gelmiş, prensesle fakir şarkıcıyı evlendirmiş. Evlilik töreni bittiğinde kral, prensese dönüp: “Artık bir dilencinin karısı olduğuna göre benim sarayımda kalamazsın; o yüzden sen ve eşin, burayı terk edin.” demiş.

Dilenci, prensesi alıp saraydan ayrılmış. Prenses de onunla birlikte yürüyerek gitmek zorunda kalmış. Büyük bir ormana geldiklerinde prenses: “Ooo, bu güzel orman kimin?” diye sormuş.

Dilenci: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın ormanı ve isteseydin senin olabilirdi.” diye cevaplamış.

Bunun üzerine prenses:

“Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” diye yakınmış.

Daha sonra yemyeşil, güzel bir çayırdan geçmişler.

Prenses yine sormuş: “Ooo, bu güzel, yemyeşil çayır kimin?”

Dilenci yine: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın çayırı ve isteseydin senin olabilirdi.” demiş.

Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” diye iç geçirmiş.

Sonra büyük bir kasabadan geçerlerken prenses yine: “Ooo, bu büyük, güzel kasaba kimin?” diye sormuş.

Dilenci yine: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın kasabası ve isteseydin senin olabilirdi.” demiş.

Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” diye hayıflanmış.

Sonra büyük bir ormandan geçmişler. Prenses bir kez daha: “Ooo, bu büyük, güzel orman kimin?” diye sormuş.

Dilenci bu sefer de: “Bu, Kral Ardıçsakal’ın ormanı ve isteseydin senin olabilirdi.” diye açıklamış.

Prenses yine: “Aman Tanrı’m, ne kadar da genç ve aptalmışım; keşke Kral Ardıçsakal’la evlenseymişim!” demiş.

Bunun üzerine dilenci: “Sürekli başka bir adamla evlenmiş olmayı dilemen beni üzüyor, ben senin için yeterince iyi değil miyim?” diye sormuş.

En sonunda küçücük bir kulübeye geldiklerinde prenses: “Aman Tanrı’m! Bu ne kadar sefil, küçük bir ev böyle! Bu sefil kulübe de kimin?” diye sormuş.

Adam: “Bu benim evim, dolayısıyla da senin bundan sonra yaşayacağın ev.” demiş.

Ev öyle küçükmüş ki prenses kapıdan geçerken bile eğilmek zorunda kalmış ve içeri girer girmez: “Hizmetçiler nerede?” diye sormuş.

Dilenci: “Ne hizmetçisi? Ne yapılması gerekiyorsa sen yapacaksın. Hemen ateşi yak, suyu koy ve bana yemek pişir. Çok yorgunum.” demiş.

Ancak prenses ne ateş yakmaktan ne de yemek yapmaktan anlarmış, bu yüzden de her şeyi dilenci adam yapmak zorunda kalmış. Yemeklerini yedikten sonra uyumuşlar. Dilenci, temizlik yapması için karısını sabah çok erken uyandırmış. Birkaç gün, sabırları taşıncaya kadar prensesin hiç de alışık olmadığı bu şekilde yaşamışlar ancak sonra kocası, prensese: “Bu böyle devam edemez. Böyle hiçbir şey yapmadan, eve para getirmeden duramazsın. En iyisi sen sepet ör.” demiş.

Sonra gidip söğüt dalı toplamış ve eve getirmiş. Prenses dalları örmeye başlamış ama sert dallar narin ellerini yaralamış.

Bunun üzerine adam: “Anlaşıldı, sen bunu yapamayacaksın; en iyisi ip eğirmeyi dene.” demiş. Ancak bu sefer de sert ipler yumuşacık parmaklarını kesmiş, kanatmış.

Dilenci: “Şu hâle bak, hiçbir işi beceremiyorsun; ben seni almakla iyi bir pazarlık yapmadım. Bakalım ben çanak çömlek yaptığımda sen onları pazarda satabilecek misin?” diye söylenmiş.

Prenses: “Aman Tanrı’m ya ben pazarda çömlek satarken babamın krallığından insanlar beni görürse? Nasıl da alay ederler benimle!” diye kaygılanmış.

Ama prensesin başka seçeneği yokmuş. Eğer kabul etmezse açlıktan ölecekmiş.

Pazarda ilk gün her şey yolunda gitmiş, insanlar güzel prensesin sattıklarını beğenerek almışlar ve ne kadar para isterse vermişler. Prensesin güzelliğinden öylesine etkilenmişler ki bazıları parasını verdiği hâlde çömlekleri almadan gitmiş. Prensesin pazarda kazandıklarıyla bir süre idare etmişler, sonra adam yeni çömlekler getirmiş. Prenses; pazarın bir köşesinde oturup, mallarını da önündeki tezgâha koyup satmaya devam etmiş.

Tam her şey yolunda giderken sarhoş bir atlı asker gelip atıyla prensesin çömleklerinin içine dalıvermiş. Bütün çömlekler paramparça olmuş. Prensesin: “Aman Tanrı’m, ben şimdi ne yaparım? Kocama ne derim?” diyerek ağlamaktan başka yapabileceği hiçbir şey yokmuş. Hemen eve koşmuş ve kocasına olanları anlatmış.

Adam: “Pazarın bir köşesinde çömlek satan kaç kişinin başına böyle bir şey gelmiştir ki? Ağlamayı kes, demek ki sen hiçbir işe uygun değilsin. Babanın sarayında mutfak yamağına ihtiyaç var mı diye sordum, seni işe alabileceklerini söylediler. En azından orada yemeklerini de bedavaya getirebilirsin.” diye azarlamış karısını.

Böylece prenses kendi sarayında aşçı yardımcısı olmuş, aşçının sağ kolu olup en zor işleri o yapıyormuş. Beline küçük kaplar bağlıyor ve mutfakta o gün artan ne varsa kocasıyla beraber karınlarını doyurabilsinler diye alıp eve getiriyormuş.

Bir gün, en büyük prensin evlilik töreni yapılırken fakir prenses yukarıya çıkıp neler olduğunu izleyebilmek için salonun kapısında durmuş. Salon aydınlatılıp da misafirler gelmeye başladığında içeriye birbirinden güzel görünüşlü, şık ve ihtişamlı insanlar girmiş. Prenses, kendisini bu hâllere düşürüp bu kadar fakirliğe iten kibir ve gururuna hayıflanarak üzüntüyle kendi kaderini sorgulamış.

Muhteşem kokan, birbirinden harika yemeklerle dolu tabaklar bir o yana bir bu yana taşınıp konuklara ikram ediliyormuş. Hizmetçiler, arada bir evine götürmesi için fakir prensese yemek kırıntıları atıyorlarmış.

Sonunda ipek ve kadifeler giymiş, boynunda altın zincir olan prens içeri girmiş; kapıda durmakta olan güzel prensesi görünce ona elini uzatıp dansa davet etmiş. Ancak prenses, bu prensin kendisine talip olarak gelen ve kendisinin alay ederek geri çevirdiği Kral Ardıçsakal olduğunu fark edince titreyerek dans davetini reddetmiş.

Prensesin direnmesi işe yaramamış. Prens onu salona sürüklemiş. O sırada, birdenbire prensesin beline bağladığı ip kopmuş ve çömlekler yere düşmüş; çorba yerlere dökülmüş, bütün kırıntılar saçılmış.

İnsanlar bunu görünce gülüp alay etmeye başlamışlar. Prenses o an öyle utanmış ki: “Keşke yer yarılsa da içine girsem.” demiş. Oradan kaçmak için kapıya koştuğunda merdivenlerde onu bir adam yakalamış, prenses bir bakmış ki kendisini yakalayan yine Kral Ardıçsakal’mış.

Kral, nazik bir sesle prensese dönüp: “Korkma, ben senin o küçük kulübede birlikte yaşadığın fakir dilenciyim. Senin aşkına kılık değiştirdim. Pazar yerinde atla tezgâha çarpıp senin çömleklerini kıran yine bendim. Bütün bunları senin o kibirli kalbine bir ders vermek ve senin alaycılığını cezalandırmak için yaptım.”

Prenses acıklı bir şekilde: “Ben çok hata yaptım, senin karın olmayı hak etmiyorum.” demiş.

Prens: “Korkma, kötü günler geride kaldı; şimdi düğünümüze kaldığımız yerden devam edelim.” demiş.

Bu anı beklemekte olan hizmetkâr kadınlar gelip prensesi güzelce giydirmişler. Sonra kral ve ardından da bütün misafirler gelerek prensese ve Kral Ardıçsakal’a ömür boyu mutluluklar dilemişler. Kutlamalar en güzel şekilde sona ermiş. Keşke, bizler de orada olup bu muhteşem eğlenceyi görebilseydik.