Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

4

Yeşil yapraklı ağaç dallarından mamul tabutu oraya geldikleri zaman yere indirmiş bulunan vahşiler kendileri de çimenler üzerine uzanarak bir hayli istirahat ettikten sonra bu gibi dinî konularda yetkili olan Maradangal tarafından verilen işaret üzerine cümlesi birden ayağa kalkarak öncelikle esiri tabuttan çıkardılar. Bu adam Patariçar denilen kabilenin reisiydi ki sonradan Fardiçarların hücumuyla mağlup olarak bunlara esir olmuştu. Buralarda her kabile kendi reislerinin namlarına mensuben yâd olunurlar. Zaten bunların Asya taraflarından ve Asya’nın da Tataristan içlerine doğru olan yerlerden gelmiş bulundukları lisan incelemelerinden anlaşılmıştır. Böyle her kabilenin kendi reisleri namıyla yâd olunması da asıl ataları olan Asya’dan kendilerine miras kalmıştır. Hazreti Osman bin Ertuğrul’a mensup olanlara Osmanlı; Cengiz’e mensup olanlara Cengizli denildiği gibi Missouri Nehri sahillerindeki vahşi Azteklerden Reis Fardiç’e mensup olanlara da Fardiçar ve Reis Patariç’e mensup olanlara da Patariçar adı verirler. Yani her kabileyi böyle reisinin adıyla yâd ederler. Hatta bazı kere reislerin değişmesi esnasında kabilenin adı da değişmiş olur.

Esiri tabutundan çıkardıktan sonra on iki kadın çift çift ayrılıp her biri birer elleriyle yekdiğerini bileklerinden tuttular ve bu suretle bir sıraya dizilerek esiri bunların bilekleri üzerine oturttular ki altı çift kadın boylu boyuna esirin altından kollarını dolaştırıp herifi kaldırmaya yeterli geldiler.

Bu suretle kol üzerine alınan esiri Huyi Çilopoştli heykelinin etrafında hususi bir törenle dolaştırmaya başladılar ki cemaatin tamamı kendilerine mahsus bir nağmeyle bir güfteyi teganni ediyorlardı. Bu güfteye “manzum” demek için yalnız hecelerinin farklılığında bir düzensizlik vardı. Ona da bir diyeceğimiz yoktur. Kafiyeden de uzaktır. Bestesinin de gereğinden dolayı beş mısra oluşması gereken malum güfte nazım olarak tercüme edilmek gerekirse:

 
Mabudumuz kan istemiş
Layıktı kurban istemiş
Bir muteber can istemiş
İcra için biz emrini
Bak işte bulduk birini
 

demek gerekir. Bunların müzik aletleri toplam dört sesten oluşur ki bu sesler arasında bizim mızıkaların nağmelerini, ses akustiğini bulmak, yani seslerin en pesini, mesela “sol” farz edilecek olsa diğer üçünü “la”, “si” ve “do” saymak mümkün olmadığı gibi bu seslerin bemollerini ve diyezlerini uygulamak da mümkün olamaz. İnsanların tayin etmiş olduğu nağmeler fizik fenninin akustik şubesi tarafından öyle ince bir surette düzenlenmiştir ki aralarındaki sesler biraz artıp eksilecek, yani zikredilen nağmeler biraz tizleşip pesleşecek olsa kulaklara derhâl kötü etki eder ve sesin bozulduğu hemen anlaşılır. Azteklerin dört perdelerinin dördü de birbirine nispetle ve bizim sazlarımıza göre basit olduklarından şu güfteyi okudukları beste bizim notalarımızla yazılamayacağı gibi sazlarımızla da çalınması mümkün olamaz. Meğerki onların basit seslerini verebilecek hususi surette bir saz icat edile…

Aztekler bu güftenin bestesini gerek güftenin manasından ve gerek tahsis edildiği ayinin oluşturacağı dehşete uygun bir şekilde tertip etmişlerdi. Öyle bir suret ki güfte okunduğu zaman insanın gözü önünde bir mezbaha ve onun üzerinde kesilecek bir esir bulunmasa bile bu mızıkanın iç kanatıcı bir mızıka olduğunu insan ruhu hemen hissedebilirdi.

Biçare esir, tören ile Huyi Çilopoştli putu etrafında dolaştırıldıktan sonra getirilip büyük bir uyum ve nezaketle mezbaha taşı üzerine konuldu. O zaman Zak Maradangal zikrettiğimiz güfteyi bir kere de yalnız kendi bestesiyle okuduktan sonra etrafında halka teşkil eden cemaate hitaben hususi ve dinî bir tavırla dedi ki:

“Aztekler! Ey şanlı Fardiçarlar! Kan isteyen mabudumuza öyle liyakatli bir kurban bulduk ki Huyi Çilopoştli ne kadar gazaplanmış olsa, gökten ateşler yağdırıp hepimizi yok edecek derecelerde bize dargın bulunsa bu kurbanın takdiminden dolayı gazabı derhâl neşeye dönüşmüş olarak bizi hemen lütuflarına boğacaktır. Zira kurbanımız da bir âfitâb-zâdedir ki, dünya dünya olalı mabuda hiç bu kadar muteber bir kurban kesilmemiştir. Bu kurbanı ele geçirmek için kabilemizden tam dokuz adamımız helak oldu.

Maradangal’ın bu dokuz adamın öldürülmesini ihtar etmesi kabile halkınca pek büyük bir tesire sebep olduysa da bu tesir mahzunca da değildi. Bilakis teşvik edici ve dindar bir suretteydi. Cemaatin her tarafından:

“Dokuz! Tam dokuz!” sözleri defalarca tekrar edildi. Fardiç, galip bir tavırla göğsünü gererek dedi ki:

“Kurbanın önemi onu kabul ve takdim eden adamın önemiyle denk sayılması gereğince katiyen inanmalıdır ki bugün mabudumuza kesmekte bulunduğumuz şu kurban kadar itibarlı bir kurbanı takdim şerefi insan evladından hiçbirisine nasip olmamıştır. Zira âfitâbzâde Patariç’in kendisi de, kabilesi de bizden daha büyük, daha muteberdir. İnsanın kendi nefsinden daha muteber, daha büyük bir kurban takdim etmesi beşeriyet kudretinin üzerindedir. Bir zamanlar benim âfitâb-zâdelerden olmama şüphe edenler şimdi insafla düşünmelidirler ki ben mabut nezdinde olur olmaz evlatlardan daha makbul, daha aziz olmasaydım mabudumuz bir âfitâb-zâdeyi bana esir ederek onu kendisine kurban etmek şerefiyle beni bütün insan cinsinden daha şerefli bir mertebeye yükseltmezdi.”

Fardiç bu sözleri söylerken Zak Maradangal’ın yüzüne baktı. Zak beylerinin rengi biraz morarıp, patlıcan mertebesini buldu. Zira evvelce de haber verdiğimiz gibi Fardiç’in âfitâb-zâde denilen kadim prenslerden olmadığı beyanıyla riyasetine itiraz eden asıl kendisiydi. Dolayısıyla Fardiç bu sözleri Maradangal hakkında bir serzeniş olmak üzere söylüyordu.

Bir medeni orada bulunup da Fardiç’in bu sözleri ne kadar mağrurane bir tavırla söylediğine dikkat etseydi kahkahalarla gülmekten çatlamak derecelerine gelirdi. Zira bütün insan cinsinin üzerinde şereflenme iddiasında bulunan bu âfitâb-zâdenin cemaatinin yarısı işte etrafında bulunan bu azınlıktı. Miktarlarıysa ancak iki yüz elli nüfusa vardığından bu az olan nüfusa olan etkisiyle övünmede bulunabilecek adam, insanı kahkahalarla güldürecek derecenin öte tarafına bile geçirir. Herif biraz daha kibir ve gururunu arttıracak olsa âdeta tapınası şanını kendine layık bularak Firavunlarla, Nemrutlarla omuz ölçüşmek seviyesine kadar kıyam edecek!

Fardiç’in bu iddiası bütün kabile halkı tarafından onaylandı. Kadın erkek, herkes birkaç defa eğilip kalkarak teslimiyet alameti anlamına gelen bu hareketleriyle Fardiç’in sözlerini onayladıkları gibi bizzat Maradangal bile:

“Öyledir kuvvetli Fardiç! Bütün âfitâb-zâdelerden daha muteber, daha şerefli olduğunuza bu kurbanda başarılı oluşunuz işaret eder.” diye bir defa olsun eğilip doğrularak Fardiç’in büyüklüğünü onaylamış oldu. O aralık Moşamol kendisinin özel güleç tavrı ve nazikâne olan sesiyle sordu ki:

“Ey hürmetli zakımız! Ey din ulumuz Maradangal! Hatırında mıdır ki bundan bilmem ne kadar zaman evvel reisimiz Fardiç’in böyle makbul ve muteber bir kurbanda başarılı olacağını gökyüzünden haber alarak bana bildirmiştin? Demiştin ki reisimiz kuvvetli Fardiç bu yakında bir büyük zafere nail olarak dünya kuruldu kurulalı insan cinsinden hiçbirisine nasip olmamış bulunan bir kurbanla mabudun tam sevgisini kazanacaktır. O zaman bana söylediğin şeyi şimdi cemaate de niçin bildirmiyorsun?”

Maradangal büyük bir hayretle Moşamol’un yüzüne baktı. Zira Moşamol’a hiç böyle bir söz söylememiş olduğundan Moşamol bu sözü kendiliğinden uydurup söylediğini görerek muzip Moşamol’un bundan maksadı ne olabileceğini kestiremiyordu. Moşamol’un hususi özelliklerinden biri olmak üzere şunu da şimdi haber verelim ki bu adam vaktiyle Avrupalıların eline esir düşmüş bulunduğundan uzun müddet esarette kalarak putperestlik dinine göre hayatını sürdürmüştür. Bazı hususi sohbetlerinde şu vahşilerin dininin ve diğer birçok hareketinin hikmetten uzak olduğunu Maradangal’a söyleyip zak beylerini kızdırır idiyse de o şakaları böyle genel bir ayinde tekrar edebileceğini Maradangal hiç beklemiyordu. İşte bu sebepten dolayı şaşkın gözlerini açıp Moşamol’un yüzüne baktıysa da Moşamol’da küçümseyici bir hâl göremeyip pek ciddi bir tavır gördüğünden kabile halkının dinî hislerini de ihlal etmiş olmamak için Moşamol’un şakasını gerçek diye değerlendirdi. Dedi ki:

“Evet, ey Moşamol! O haberi sana vermiştim ama ortaya çıkarılmayıp sır olarak saklanması için vermiştim.”

Moşamol bu söz üzerine tebessümünü arttırdıysa da tebessüm denilen şey zaten bu adam için daimi bir hâldi. Dolayısıyla tebessümün artması kimsenin pek de dikkatini çekmedi. Sordu ki:

“Sen o haberi mabuttan ne vasıtayla almıştın? Bu gibi şeylerden kabile halkını haberdar etmelisin ki halkın şevki artsın.”

Maradangal’ın Moşamol hakkındaki övgüleri biraz daha arttıysa da işi bozmak kendisinin din ululuğu şanına hiç uygun düşmeyeceğini düşündü. Bu gibi meselelerde Maradangal gibi kâhinlerin çarçabuk hileler düşünüp, söz bulup söz altında kalmamaları gerektiğinden zeki kâhin dedi ki:

“Mabudumuz Huyi Çilopoştli bana bu haberi bir kuzguni karga aracılığıyla gönderdi. Karga da söğüt ağacının üzerine konmuştu. Malum ya! Söğüt ağacı hayat suyu demektir. Bir dalını koparıp yere soksalar derhâl tutar, hızlıca yeşillenir.

Bu sözü işiten vahşiler mabutlarının böyle Maradangal’a doğrudan doğruya haberler göndermesini kendileri için büyük şeref sayarak sevinedursunlar Moşamol bir sual daha sorarak dedi ki:

“Karganın başı doğu tarafına mı dönüktü yoksa batı tarafına mı?”

Maradangal:

“Batı tarafına ki kuyruğunu sallayarak ağzını açarak ‘Gak! Gak! Gak!’ diye birbiri ardından üç defa bağırınca reisimiz Fardiç için vadettiği büyük zaferin batı tarafında meydana geleceği bile anlaşıldı.”

Maradangal’ın bu sözü üzerine Moşamol kabile halkına hitaben dedi ki:

“Görüyor musunuz arkadaşlar? Bizim hürmetli zakımız fazıl Maradangal ne kadar âlim bir adamdır. Bir sivrisinek vızlasa ondan o kadar hükümler çıkarır ki şaşar kalırsınız.”

 

Maradangal, Moşamol’un asıl maksadının inceden inceye bir alay olduğunu anlayarak Avrupalılar nezdinde dinini, itikadını kaybetmiş bulunan bu zevzek herife kalben pek fazla kızdıysa da bu gazabını ortaya koymanın uygun olmayacağını düşünerek nefsine hâkim olmaya mecbur oldu. Söz uzamasın diye kurbanı kesmeye yönelmek istedi. Kurbanı kesmeden önce yeni bir ilahiyi teganniye başladı ve bıçağı da eline aldıysa da bu defa da Rikalda’nın karısı Aralda ona itirazla bir söz açtığından Maradangal yine kesmeyi ertelemeye mecbur oldu. Aralda dedi ki:

“Fazıl Maradangal! Sen bu kurbanı kayınpederim kuvvetli Fardiç namına takdim ediyorsun ama bunda bir büyük hata ediyorsun. Âfitâb-zâde Patariç’i asıl ele geçiren zevcem zorlu Rikalda’dır. Rikalda olmasaydı bu muharebede bizim Fardiçarlar mağlup olurlardı da şimdi şu mezbaha üzerine yatırdığımız âfitâb-zâde Patariç kayınpederim Fardiç’i kendi mabedinin mezbahası üzerine yatırıp mabuda takdim için keserdi.”

Aralda’nın bu sözüne Rikalda hiç katılmadıysa da zaten o zamana kadar kendi kendisine şişip durması bu zorlu kahramanda bir kızgınlık hâli bulunduğunu gösterdiği gibi zevcesinin sözlerini onaylarcasına birkaç defa baş sallaması da Aralda’nın itirazındaki önemi gösterdi. Maradangal’ın zekâsı imdada yetişmeseydi ihtimal ki şu kurban meselesinde baba ile oğul arasında müthiş bir kavga çıkardı. Zira sair bir kabilede bir reis oğlunun ele geçirmiş olduğu esiri babası kurban etmeye kalkışarak oğul ise buna itirazla:

“Ben aldığım esiri işte azat ediyorum. Sen muktedirsen, git tekrar tut da kurban et.” diye esiri salıvermiş ve bundan dolayı bütün kabile tarafından alkışlanmış olduğundan ve Rikalda’da ise şan ve şöhret hırsı olması sebebiyle buna gıpta ettiğinden onun da böyle hissi bir rekabetle mezbaha üzerindeki esiri azada kalkışması muhtemeldi. Ama Maradangal, Aralda’ya hitaben:

“Hakkın var ey letafetli Aralda! Hakkın var, ama bugünkü başarın daha büyük şanı zevcin zorlu Rikalda’ya ait olduğunu düşünmüyorsun. Herkes bir âfitâb-zâdeyi kurban etmiş diye Fardiç’e gıpta edecekler, ama bu şerefli kurbanı oğlu Rikalda ele geçirmiş de babasına hediye etmiş denildiği zaman halk asıl Rikalda’nın başarısına hayran olup kalacaktır. Dünyada hiçbir oğul görülmemiştir ki pederine bu kadar büyük şan kazandırmış olsun.” deyince hem Rikalda’nın hem zevcesi Aralda’nın koltukları kabarıp kabile halkı da gerek babayı gerekse de oğlu alkışlayarak kurbanı kesmeye teşebbüs edilmiştir.

5

Moşamol ve Aralda’nın iş arasına söz katmalarından evvelce esirin kesilmesine ara verildiğini belirtmiştik. Ancak yeni okunmaya başlanan ilahinin ayrıntılarına girmemiştik.

Şimdi haber verelim ki bu ikinci nağme kısa kısa sekiz mısradan ibaretti. Yalnız mısraların heceleri uygun iseler de hiçbirinde kafiye olmadığı gibi, anlam ve kavram da pek yoktu. Bu hâl, kadim milletlerin çoğunun şiirlerinde vardır. En yeni ve tarihî geçmişi en mükemmel olarak mazbut milletlerin birisi bizim Osmanlı milleti olduğu hâlde millî ve umumi olan güftelerimiz arasında:

 
Evlerinin önü yoldur yolaktır.
Başımızda dönen çarkıfelektir.
Ele çirkin ise, bana melektir.
 

tarzında şeyler yok mudur? Bu güftede anlam ve kavram o kadar bol ve çok mudur? Böyle şeylerin manasızlığı asıl bunların bir başka lisana çevrilmesinde ortaya çıkar.

İnsafla düşünülürse Zak Maradangal’ın okuduğu ikinci kurban kesme ilahisi bu kadar da anlamsız görülmemiştir. Zira sekiz mısranın ikişeri birleştirilerek ve manaca biraz da ıslahat icra olunarak şu:

 
Kabul et bizden ey mabut bu kurbanı, bu kurbanı
Bütün kurbanlar içre hiç bulunmaz bunun akranı
Seni tebcil için kurban ederiz binlerce insanı
Fakat onlar içinde hiç bulunmaz bunun akranı
 

Suretle bir manzume ortaya çıkarılabilmiştir ki Maradangal her nağmesini ikişer dörder tempo uzatmak suretiyle bu ilahiyi aheste aheste okuyarak her mısra bittikçe vahşiler güftesiz, yalnız terennümden ibaret ve yörük usulü bir ara nağmesiyle dans ediyorlardı.

Dünyanın hangi tarafında olursa olsun yani gerek medenileşenlere göre ve gerekse de vahşiler nezdinde olsun insan için can pek tatlı olduğuna şüphe edilemezse de candan daha tatlı ve daha kıymetli olduğuna gerek vahşi gerek medeni hiçbir kimsenin şüphesi olmayan bir şey de namus meselesidir. Namus hususunda vahşilerin medenilerden aşağı kalması şöyle dursun, onlara kat kat üstünlükleri bile bihakkın iddia olunabilir. Şu meseleyi serdetmekten maksadımız elleri ayakları bağlı olarak mezbaha üzerine getirilmiş bulunan esir, eğer can korkusuna yakalanmış bulunsaydı, hayatın lezzet ve kıymetinden dolayı mazur görüleceği malumumuzdur. Böyle iken bilakis esirin canının kaydında bulunmadığını ve bunu da bir namus meselesi saymasıdır.

Vahşilerin bu yolda kurban ettikleri adamlara husumet veya hakaretlerini asla hayal ve hatıra bile getirmemelidir. Bilakis kurbanlarına fazlasıyla hürmet ve saygı gösterirler. Zira itikatlarınca bu kurban, kanı vücudundan ayrılıp çıkmak suretiyle bütün kusur ve kabahatlerinden temizlenmektedir. Pak ve günahsız bir şekilde mabudun huzuruna varacak ve ona kavuşup orada kendisini bu şerefe mazhar eylemiş olanları mabudun lütfuna, inayetine tavsiye edecektir.

Bunu kurbanın kendisi de bildiğinden mezbahaya getirildiği zaman hayatının endişesinde olmayarak nail olmakta bulunduğu ve bu hiçbir dünya şerefiyle kıyaslanamayacak şereften dolayı gururlu ve mağrur olması lazımdır. Böyle olmakla birlikte belki kesme anında gafletine yenilip kendi can korkusuna düşüp kaçabilir endişesiyle kurban edilecek kişileri bağlamak âdet olmuştur.

Esiri kurban etmeye sıra geldiğinde Zak Maradangal din ulularına mahsus olan ciddi tavrıyla kurbana doğru biraz eğilerek:

“Ey bahtiyar! Ya bir beladan ya bir ihtiraslı hayvan pençesine yakalanmaktan veyahut çaresi olmayan bir hastalıktan vefat edeceğine seni bunca günahlara sokmuş bulunan murdar kanın akıtılarak tertemiz mabuda ulaşıyorsun. Bu bahtiyarlığın ne büyük bir bahtiyarlık olduğunu takdir ediyorsun ya? Şu büyük ve çok önemli olan anda dünya sevgisi seni şaşırtmıyor ya? Mabudun huzuruna vardığın zaman onun hışmını üzerimizden defedip lütfuna kavuşman için sana düşen vazifeyi yerine getirmede kusur etmeyeceksin ya?

Maradangal’ın bu sorularına esir daima birer baş işaretiyle onay cevabı veriyordu. Gerçi şu önemli anda biçarenin asla can kaydında olmadığını iddiaya imkân tasavvur olunamazsa da, gücü yetebildiği derecelerde metanetli davranarak güya hiç can kaydında bulunmuyormuş gibi davranmaya nefsini zorluyordu. Evvelce de dediğimiz gibi kurban olunacak esirin böyle rahat davranması mertlik ve kahramanlık şanından addolunur ki, bu garip inanç bir dereceye kadar bizim medeni milletlerde bile mevcut değil midir? Hem böyle büyük bir günah olan bu hareketin sonucunda akan kan büyük mabuda kavuşacak değildir. İşlemiş bulunduğu cinayetten dolayı canını cehenneme ısmarlayacak olan mahkûmun bile idam anında hayat kaydında bulunmamak suretiyle gösterdiği metanet herkes tarafından övmeye mazhar olmaz mı? Maradangal esire sorduğu sorulara esir tarafından büyük bir metanetle uygun cevaplar alınca memnun olarak dedi ki:

“Aferin! Adi kurbanlardan bile daima almakta bulunduğum şu uygun cevapları, senin gibi âfitâb-zâde ve muteber bir kurban tarafından fazlasıyla bekliyordum. Bu arzum boşuna çıkmadı. Emin ol ki Fardiçar kabilesi seni asla hatırdan çıkarmayacaktır. İntikam yollu kafasının derisi yüzülen rezil esirler gibi başın mağara kapısına asılmayıp, burada en yüksek ağaca mıhlanarak her ne zaman buraya gelirsek cümlemiz senin önünde eğilip selamlayacağızdır. Haydi bakalım, hazır ol! Son saniye girdiğinden, mabuda gönülden teslimiyet göster!”

Maradangal bu sözü söyler söylemez elindeki kocaman bıçağa davrandığı andaydı ki nehir tarafından bir gürültü, patırtı, nara, ava-ze, silah şakırtısı peyda oldu. Hemen kesilmek üzere bulunan kurban merasimi bir daha ertelenmeye sebep oldu. Hem de bu defaki erteleme gayet heyecanlı ve telaşlı oldu. Zira bu velveleyi meydana çıkaranların Patariçarlar olduğu velvelenin geldiği tarafa bakmakla anlaşılmış oldu. Özellikle ki gelen Patariçarlar dostluk tavrıyla gelmeyip, reislerini kurtarmak için hücum tavrıyla geliyorlardı.

Fardiç kabilesi bu baskını görünce kurbanı hemen erteleyerek herkes hemen silaha sarıldı. Gelenlerin kendi reislerini kurtarmak için nasıl fedakârca savaşacaklarını fazla tasvire gerek yoktur. Fardiç kabilesi ise eğer esiri ellerinden aldıracak olsalar bütün diğer kabileler nezdinde rezil ve namsız olacaklarını bildikleri için bu rezalete düşmemeye çalışıyorlardı.

Uzaktan ok oka çatışmaya başlandı ve sapan taşları iki taraftan da bela yağmuru gibi yağdırılıyordu. Biraz daha yakından ciritler, harbeler ve el ile taşlar atılmaya başlandı. Nihayet balta baltaya, bıçak bıçağa, kazık kazığa, topuz topuza, yumruk yumruğa, boğaz boğaza gelindi. Gerçi iki taraf savaşçılarının miktarları az idiyse de muharebenin dehşeti bizim bu taraflarda görülen muharebelerin büyüklerinden bile emsali tasavvur olunamayacak bir suret peyda etti.

Çarpışanlar top tüfek tanelerine hedef olmuyorlar ki isabetleri ardından helak oluversinler. Her vahşi birkaç defa yaralanmakla beraber kendisi gibi düşmandan bir kaçını yaralamaya kuvvet bulabilirdi. Helak olanların her biri canlarını gayet pahalı satıyordu. Pençe denilen şeyin silah sayıldığı bir savaşta düşmanının gırtlağına sarılıp koparmak, çıkarmak derecesinde bir şiddet gösterilir de o savaşın dehşeti medenilerinki ile kıyas mı kabul eder?

Bir buçuk saat kadar devam eden bu savaşta iki taraftan sekiz on kişi katledildi. Onun iki üç misli yaralı olduğu hâlde Patariçarlar galebeden ümidi keserek nehre doğru firar ettiler. Fardiçarlar da bunların arkasından takibe başladılar. Düşman nehir kıyısındaki kayıklarına binip açılıncaya kadar arkalarından ok ve sapan taşı yağdırmakta devam ettiler.

Kabilenin cengâverleri savaştıkları sırada karılar düşman tarafından atılan ok ve harbeleri toplayıp muhariplere yetiştirmekte ve sapanlar için en uygun gelecek taşları bulup getirmekteydiler. Düşmanın kaçışı esnasında erkekler takibe gittikleri zaman da kadınlar esiri koruma hizmetinde bulundular. Nihayet erkekler galebe şarkısı okuya okuya döndükleri zaman karılar düşman ölülerinin kafalarını kesip sırıklar ucuna takarak ve kol, bacaklarını da kesip ellerine alarak ve bunları okunan cenk şarkısının musikisine de uyarlayıp sallayarak istikballerine koştular.

Bu cenk şarkısı vahşilerin en muntazam ve en manidar şarkılarındandır ki üç kıtasının aynısına yakın tercümesi şu şekildedir:

 
Döktük kanları
Yaktık canları
Aldık şanları
 
 
Kahramanlarız
Pehlivanlarız
 
 
Vardır şanımız
Yok dengimiz
Çok destanımız
 
 
Kahramanlarız
Pehlivanlarız.
 
 
Cenktir zevkimiz
Onda şevkimiz
Yok üstümüz.
 
 
Kahramanlarız
Pehlivanlarız.
 

Bu şarkının her ilk üç mısraları bizim musiki usulünce düyek yani marş usulünde bestelenmiş olduklarından onlar okunurken vahşiler âdeta muntazam adımlarla yürürler. Nakarat makamında olan son iki mısra ise âdeta bizim aksak usulünde bestelenmiş bulunduklarından bu mısralar okundukları zaman da dans ederler.

Danslarında bizim zeybek oyunları gibi kâh bir diz ve kâh iki diz üzerine eğilmekten başka Garp oyunları gibi el çırpmak ve durumuna göre yere kadar eğilip doğrulmak dahi vardır.

Fakat marş adımlarıyla yürümeleri de bir tür dans suretindedir. Zira bu meşk esnasında silahlarını gizli bir düşmana karşı kullanıyormuşçasına sallayıp bedenleriyle de farklı savaş hareketlerinde bulunurlar.

Kurban merasimi bu defa da ertelenmekten kurtulduktan sonra Zak Maradangal savaştan önce eline almış bulunduğu bıçağı tekrar eline alarak kısa nağmelerle bir güfte okumaya başladı ki her mısrayı kurban ameliyatının bir cinsini icraya dairdi. Her mısrayı okudukça işaret ettiği ameliyatı da ona göre icra ediyordu. Hâlbuki Maradangal böyle her mısrayı okuyup ameliyatı icra ettikçe vahşîler “Uğurlu olsun ey fazıl!” kelimelerinden ibaret bulunan nakaratı tekrarla kıvıra kıvıra dans ediyorlardı. Maradangal’ın bu güftesi ise şu şekilde tercüme edilebilir:

 
Aldım bıçağı elime,
İsm-i mabudu dilime.
 
 
Yardım şöylece sadrını,
Açtım böylece bağrını,
 
 
Çıkardım bak ciğerini,
Anlayınız değerini.
 
 
Bakın bakın, buna bakın!
Bunu şu ağaca takın.
 
 
İşte kurbanın kalbi de
Mabudumuz kabul ede.
 
 
Kafayı kesip ayırdım,
İsm-i mabudu çağırdım.
 
 
İşte kat’ ettim kolları
Ağaca asın şunları.
 
 
Ayakları kestim dizden,
Mabut razı olsun bizden.
 
 
Atın vücudunu nehre,
Balıklar da alsın behre.
 
 
Resm-i kurban oldu tamam,
Mabûda bizden çok selam.
 

Evvelce de denildiği gibi bu güftenin her mısrayı okundukça işaret ettiği ameliyat Maradangal tarafından icra olunduğu gibi, kabile halkına düşen hizmetler de yerine getiriliyordu. Yani kurbanın ciğeri ve kalbi evvelce ağaçlara çakılmış olan ağaç çivilere asıldığı gibi, başı ve kolları ve dizlerinden kesilmiş olan iki ayakları da böyle ağaç çivilere saplanmıştı. Aztek itikatlarınca bir şeye yaramayacak olan naaşı nehre atılmak için cemaatçe davranılıp, şişe geçirilen kuzu gibi bir büyük sırığa geçirilmiş olan malum naaş da iki üç adam tarafından kaldırılmış ve cemaat da nehre doğru yönelmişti.

 

Bu kurbanın talihi gereği midir, nedir, naaş nehre götürülürken bir engel daha çıkmasın mı?

Bu defaki engel ise nehir tarafından bir Avrupalı sandalının bu tarafa doğru gelmesinden ibaretti. Avrupalıların kullandıkları sandallarla vahşilerin imal ettikleri kayıklar arasındaki fark ne kadar uzaktan olursa olsun derhâl takdir edilemez mi? Birkaç adamın kucaklayamayacağı kadar kalın bir ağaç kovuğunun içi oyularak vücuda getirilmiş olan hantal bir tekne ile Avrupalıların muntazam ve boyalı sandalları ilk bakışta ayırt edilebileceğinden başka vahşiler yelken kullanmayı da hiç beceremiyorlardı. Kürekleri bile birer tahta parçasından ibaret olduğu ve bunları başlıksız olarak yani suyu kepçe ile karıştırırcasına kullandıkları hâlde, gelen sandal ise bir Latin yelkenini epeyce şiddetli rüzgârlarla şişirmiş olduğu hâlde geliyordu.

Sandal içinde kimler bulunduğunu görmeye yelken engel oluyor idiyse de, kimler bulunduğunu görmeye ne gerek var! Besbelli ki Avrupalıların, hem oraya yaklaşan Avrupalıların yalnız böyle küçük sandal ile gelmiş olmaları ihtimalden uzaktı. Mutlaka bir büyük gemiyle gelmiş olacaklarını da göz önünde bulunduran Aztekler bu işin içinde beyaz adamlar tarafından yine bir hücuma, bir felakete uğramak tehlikesi bulunduğunu derhâl anladıklarından ellerindeki naaşı yere bıraktıkları gibi her biri ormanın bir tarafına çekildiler. Oradan vukuatı izlemeye başlayıp, kaldılar.

Gelen sandalsa rüzgârın öyle bir süratiyle kontrolden çıktı ve yarısına kadar nehrin sahiline saplanarak bir tarafına devrildi.

İntiha-yı Kitâb-ı Evvel 5
5Birinci Kitabın Sonu.