Rikalda yahut Amerika'da Vahşet Âlemi

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
  • Nur Lesen auf LitRes Lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

2

Missouri Nehri, yaklaşık kırk beş derecelik kapsadığı alanla, batıdan yüz on iki derece uzunluğundadır. Bu nehir, Rhoches denilen dağlardan çıkan ve Jefferson, Madison ve Galatien adındaki üç küçük nehrin birleşmesinden oluşmuştur. Büyük şelaleler oluşturarak güneye doğru cereyandan sonra şark tarafına yönelerek sonradan da büyük bir kavisle güneye ve ondan sonra güneydoğuya doğru akmaya devam eder. Oradan da otuz üç derece genişlikte ve elli iki derece uzunluğunda olan Mississippi Nehri’ne karışır ki, zikredilen Mississippi Nehri kendisinden daha küçük olduğu hâlde onu dünyanın en büyük nehirlerinden birisi olmak şerefine nail eder. Mississipi’ye karıştığı yerden, yani şimdiki Saint Loui şehrinden başka dört bin kilometrelik büyük bir mesafeyle, âdeta büyük gemilerin seyahat seyirlerine müsait hâle gelir.

Bu nehir, gayet iri ağaçları getirmek ve bu ağaçların birtakımı da nehrin yatağında saplanıp kalması ve kenarları da şiddetli akıntıların oymasından ve pek çok yerlerde sık sık kenarları da uçurum olduğundan, üzerinde gezen gemileri en fazla tehlikeye maruz bırakan nehirlerdendir. Dolayısıyla miladi 1806 senesine kadar malum nehir boylu boyuna ve tamamıyla keşfedilememiş iken malum senede, Levi ve Clark namındaki kâşiflerin himmetiyle keşfedilmiştir.

Missouri’nin keşfinde vukua gelen işbu gecikmeler oraların gelişmesini de geciktirmiştir. Buralarda hem denizden hem de karadan seyahat etmek zor olduğundan Avrupalılar buralara geç ulaşmışlardır. İşin bu kısmı bir taraftan iyi olmuştur. Zira nehir yoluyla seyahat mümkün olamadığı gibi karadan da balta girmedik ormanların olması buraları bakir bırakmıştır. Avrupalılar erken girdikleri yerlerde tabiatı ve oradaki insanları tahrip ettiklerinden tabiat araştırmacıları için kötü olmuştur. İşte buralara girmek zor olduğu için Avrupalı araştırmacılar oralarda bakir olan etnografik ve filolojik zemin bulmuşlardır. Yoksa Kristof Kolomb tarafından ilk keşfedildiği zaman Avrupalılar oralara girmiş olsalardı bu yerler ve orada yaşayan insanlarla ilgili bilgiler çok eksik kalacaktı. Çünkü buralar incelenmeden Avrupalılar oraları da mahvedeceklerdi.

Zikrettiğimiz 1806 senesinden yirmi sene kadar önce, Iowa denilen ve Amerika Birleşik Devletleri’nden birisini teşkil eden ve onun kuzeybatısında yer alan topraklar henüz Avrupalılar tarafından istila edilmemişti. Burada çok eski ve kadim bir kavim oturuyordu ki, bunlar Aztek denilen ve Meksika taraflarının en eski ve kadim medeniyetlerini oluşturan bir kavmin bakiyesi olan insanlardan oluşuyordu.

Bu ahaliyi “eski ve kadim bir medeniyet” diye nitelendirmemiz garipsenmemelidir. Meksika tarafları Avrupalılar tarafından keşfedildiği zaman oralarda birtakım medeni eserler görülmüştür ki bunlar çağdaşlarını öyle hayvanlar derecesine düşürüp vahşilikle mahkûm ettiremezler. Buralarda yaşayan insanlar çok önceki tarihlerde geçimlerini sağlamak için ileri bir medeniyet oluşturduklarını ortaya çıkan eserlerden anlaşılıyor. Gök cisimleri ve yıldızlara dair resimler, harflere benzeyen şekiller buralarda eski Mısır’a yakın bir medeniyetin oluştuğunu göstermektedir. Ziraata dair kalıntılar bunların bu alanlarda da gelişme gösterdiğini kanıtlamaktadır. Mimari konusunun geliştiği de bazı şekillerden anlaşılmakta ve bunların bu alandaki bilgileri eski Yunan ve Mısır derecesinde olmasa da birçok medeniyetten daha ileri olduğu anlaşılmaktadır. Yaptıkları mabetler ve mezarlar da bu halkın medeniyet konusunda ileri olduğunu göstermektedir. Resim konusunun geliştiği de kullandıkları renk ve şekillerden anlaşılmaktadır. Bazı madenleri işlemekte, eritmekte maharet kazandıkları ise, yapmış oldukları silahlardan anlaşılmaktadır. Bunlar eski medeniyetlerin çakmak taşı devrinde görülen seviyeleri şöyle dursun pirinç ve tunç devrinden bile ileridedirler. Bu halkın şu derecelerdeki ilerlemelerinin başlangıcı o kadar eski de değildir. Avrupa araştırmacılarına göre Meksikalıların ilerlemeleri Hz. İsa’nın doğumundan sonra sekizinci asırda başlamıştır. Asıl gelişme ise ziraat konusunda olmuştur. Burada yaşayan ahaliyi “zak” adıyla meşhur olmuş adamlar, onların hem din uluları sayılmış hem de devlet başkanları olmuştur. Zakların hüküm sürdükleri yerler daha çok dağlık memleketlerdi. “âfitâb-zâde”4 denilen asıl prensler ise bazı vadilerde ve ovalarda halk üzerinde hüküm sürerlermiş.

Miladın on dördüncü asrında şu Meksika’nın medeni ve kadim kavmi kendi bölgelerinde birleşerek hüküm sürmüşlerdir. Bu bölgelerde yaşayan ve fazla medenileşmemiş diğer kavimleri de kendilerine katarak onlara da öncülük etmişler. İspanyollar ilk defa olmak üzere Amerika’nın bu taraflarına varmaya başladıkları zaman Monte Zoma adındaki kralları o zamanlarca hemen İspanya krallığından daha geniş bir memlekette daha ziyade istiklal ve şerefle hükûmet etmekte bulunmuştu. Bu halkın dinleri putperestliktir. Bunlar “Ta-otel” dedikleri büyük mabudun heykelini yapmamışlarsa da “Huyi Çilopoştli” ismiyle andıkları ikinci mabudu kendi milletlerinin asıl yardımcısı sayarak heykelini de yapmışlardı. Ayrıca bu mabuda zaman zaman ibadet niyetiyle insan da kurban etmişlerdir. Büyük mabut Taotel için heykel imal edilmemesine sebep onun gözlere gözükmez ve mahlukatından hiçbirisine benzemez bir mutlak yaratıcı olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla ona belli bir şekil vermek mümkün değildi. Bu konuda, sonraki tarihlerde onları vahşi olarak vasıflandırıp imha etmeye çalışan Katoliklerden daha büyük bir hikmetle hareket ettikleri şüpheden uzaktır.

İşte İspanyolların Meksika taraflarına varmalarıyla, bu yabancılardan korkup endişelenen bu yerli ve kadim ahali yavaş yavaş kuzeye ve kuzeydoğuya doğru çekilmişlerdir. Bu çekilme de kendiliğinden değil; Avrupalılarla savaşa savaşa olmuştur. Bu savaş ve çekilme esnasında İspanyollardan medeniyet dersi almak şöyle dursun kendi kadim medeniyetlerini bile kaybetmişlerdir. Missouri Nehri vadisine kadar vardıkları zaman yeniden vahşilik seviyelerine inmişlerdir.

Böyle kadim Meksikalılar gibi medenileşmelerinin henüz başlangıçlarında olan halkın, yeni yerlerini yadırgamalarından dolayı medeniyet konusundaki tüm birikimlerini kaybetmişlerdir. Dolayısıyla bunların yeniden vahşete uğramaları nasıl akıldan uzak görülür ki? Hollanda gibi bir Avrupa memleketinden, Batı Afrika’da o zaman “Zulu” ve “Boer” denilen memlekete hicret eden ve asıl medeni kabul edilen adamların sonradan medeniyeti unutup vahşete uğramış bulundukları gözlerimizin önünde durmaktadır. Bunları gördükçe insanın diyeceği geliyor ki, Âdem evladının hususi kabiliyeti medeniyetten ziyade bedeviyetedir. İnsan, birkaç nesil evladını zorla ve gayet yavaşça bir kısmını ancak medeni seviyeye çıkarabildiği hâlde; yalnız bir nesil o milleti tanınmayacak hâlde ve kısa bir sürede geriletiyor. Zira ilerleme, gelişme, yükselme denilen şey çalışmayı gerektiriyor; gerileme denilen şey ise çalışmamayı, hiçbir şey yapmamayı…

İşte Missouri Nehri kenarında, şimdiki Iowa hükûmeti ile zikredilen hükûmet arasındaki çarpışmalardan sonra kuzeybatı tarafındaki balta girmemiş ormanlarını kendilerine mesken seçen Amerika vahşileri, asıl Meksika kıtasının medeni ahalisinden iken Avrupalıların zorlamasıyla oralara gelip tekrar vahşete uğramışlarsa da bu hâlin kendileri üzerindeki en büyük etkisi ziraat ve sanayi alanında olmuştur. Azteklerin dinî inançları ve hükûmet sistemleri pek etkilenmemiştir. Zira Amerika’nın sair taraflarında diğer birtakım vahşiler de görülür ki bunlarda ne diyanet, ne hükûmet fikri bulunmaktadır. Bundan başka cemiyet hâlinde yaşamak da pek gelişmemiştir. Bunlar fert olarak ve âdeta ormanda yaşayan diğer bazı canlılardan farksız yaşar ve geçimlerini de onlar tarzında temin ederler. Yeme içme konusunda o kadar bencil olurlar ki birisinin bulduğu bir meyveli ağacı veyahut ele geçirdiği bir avı paylaşamamaktan kaynaklanan kavgaları bizim bu taraflarda sürü sürü gezmekte bulunan kurtları andırır.

Missouri Nehri sahilinde mabetlerini seyredeceğimiz Azteklerin diyanet fikrini, hükûmet usullerini ve geçim tarzlarının nasıl olduğunu da kısaca ve hususi olarak bilmeye mecburuz.

Bunlar öncelikle Taotel dedikleri büyük mabudu neredeyse büsbütün unutmuşlardı. Zira bunlarda fikir denilen şey gayet noksan olduğundan onun hikmet nuruyla aydınlanmasından bile büyük bir fayda beklemiyorlardı. Zira onun heykeli göz önünde olmadığından neredeyse onu unutmuşlardı. Ama bu unutmadan hasıl olan zararın en büyüğü şefkat ve mürüvvet denilen şeyin de büyük mabutla birlikte yok olmasıdır. Çünkü insan cinsi için Cenabıhakk’ın merhamet, inayet, himaye ve koruma gibi şan ve vasıflarını bilip ona göre davranmak zaruri bir şeydir. Aztekler bu yolda güzel sıfatlara sahip olan büyük mabudu unuttuktan sonra onun kendilerine yüklemiş olduğu güzel huyları, hareketleri de kolaylıkla yakadan atabilmişlerdi. Eskiden beri ikinci derecede addolunan “Huyi Çilopoştli” namındaki mabudun heykelini her misafir oldukları yerlerde ya bir büyük ağaca veyahut münasip bir kayaya çizip resmediverdiklerinden ve nihayet Missouri Nehri sahiline gelip yerleştiklerinde de malum mabudun daha muntazam heykellerini yaptıklarından onu hiç unutmamışlardı. Bununla birlikte bu mabudun vasıflarıyla kendilerine çeki düzen vermeye çalışıyorlardı. Bu vasıfların başında mabuda insan kurban etmek ve dolayısıyla insan avına çıkmak ve insan avındaki başarısıyla iftihar etmek gibi âdeta insanın içini kanatan şeylerdi. Yalnız onu himaye kısmı belki güzel vasıflardan adlandırılabilirdi.

“Himaye” denilen şey ise güç kudret sahibi olan her şahsın aciz olan bazı insanları bazı bela ve musibetlerden kurtarıp kendi himayesine almaktır. Zikredilen mabut, “Huyi Çilopoştli”nin en büyük şanı da kendi kabilesini himayeden ibarettir. Böyle olduğuna göre himayelerine aldıkları adamlar onların dediklerine harfiyen uyarlardı. Bu himaye kurallarına uymayı âdeta farzlardan sayarlardı.

 

Hayalimizi Missouri Nehri’nin balta girmemiş ormanlarına doğru vahşi kavim ile beraber sevk ettikten sonra zikredilen nehrin sahilinde bunların mabet kabul ettikleri yerde kendimizi bulmak için düşünmeliyiz ki: Malum mabet, ormanın dört beş dönümlük kadar bir parçasını temizlemek ve biraz da bir beşeri sanat eserini göstermek suretiyle vücuda getirilmiştir.

“Temizlik” denildiği zaman ilk olarak buranın yaratılışından beri zemine dökülüp yığılmış kalmış olan ağaç enkazlarının nehre atılarak bunların altından çıkan ve saf bitkisel gübreden ibaret bulunan pamuk gibi yumuşak toprağı düzeltmek ile oradaki ağaçları sarmaşıklardan, dikenlerden ve yabani asmalardan kurtarmak ameliyatı anlaşılıyor. Bu mahalde gösterilen insan sanatı ise en büyük iki ağacın arasına iki büyük taşı ayak makamında yerleştirdikten sonra üzerine bir buçuk metre genişliği ve dört metre kadar uzunluğu olan ve bir yüzü dümdüz bulunan büyük bir kayayı masa taşı gibi yatırmaktan ibaretti. Bir de mezbaha ile o civardaki büyük bir karaağacın kütüğünün heykelin üç dört metre üstünden kesip nehre attıktan sonra bu kütüğün kalanını mümkün mertebe insan suretinde yontup meydana kaba saba bir heykel çıkarmaktan ibaretti.

İşte burası Azteklerin ibadethanesidir. Aztekler burada mabutları, hamileri olan “Huyi Çilopoştli”ye insan kurban ederek hışmından kurtulmak ve lütfuna nail olmak için dua ederler. Kestikleri kurbanların kafalarıyla kol ve bacaklarını ağaçlara mıhlarlar ki biraz zaman sonra bunların etleri dökülerek yalnız beyaz kemikleri kalır. Bu müthiş suretlere ibadet nadir değildir. Bu ibadet yılda üç beş defa tekrar ettiğinden ve her defası için elde kurban edilecek adam bulunmayacağından, sadece kurban tedariki maksadıyla bunların diğer kabileler üzerine hücumları eksik olmaz. Gerçi kendi evladını, zevcesini, babasını, karındaşını kurban etmek dahi yasak değil ise de “Zaklar” bu konudaki izni kolaylaştıracak olsalardı, herkes mabuda yaranmak için evlat ve yakınlarını kurban ede ede kabilede adam kalmayacağını düşündüklerinden mabut önünde en ziyade makbule geçecek kurbanlar yabancılardan alınacak esirler olabileceğini bu halkın zihnine güzelce yerleştirmeleriyle akraba arasında gerekli olan güveni ancak bu şekilde koruyabilmişlerdir.

Bahsedilen vahşilerin kurbanlarını nasıl kestiklerini ve bunun için ne yolda ayinler icra ettiklerini daha başka tarife gerek yoktur. Zira “Rikalda” namıyla yazmaya başladığımız şu hikâyenin ilk kısmı, tam vahşilerin böyle bir kurban kesmeleriyle ayinlerini icra ettikleri güne tesadüf etmiştir ki işte bunu anlatmaya başlıyoruz. Şöyle ki:

3

Ormanın birkaç dönüm mahallini temizleyip bir “Huyi Çilopoştli” heykeli ile bir de taş mezbahanın inşasından ibaret bulunan bu mabedi Azteklerin ikametgâhı zannetmemelidir. Bunların ikametgâhları zikredilen mabede yirmi beş kilometreden ziyade bir mesafede bulunan bir kayalıktır ki kayaların içinde doğal bulunan beş altı kadar mağaraları suni olarak yaptıkları duvarlarla göz göz bölerek vücuda getirmişlerdir.

Bahsedilen mağaraları ilk tercihlerinin sebebi buralara vardıkları zamanının kış mevsimine tesadüf etmesidir. Zira oralar, kırk beş derece kuzeyde olan yerlerdi ki, kışın şiddeti hatırı sayılacak derecede soğuk olurdu. Bu şiddetli kışa karşı barınacak mağaralarda yakacak odun ve mağaraların içinde kaynamakta bulunan bir kaynaktan içecek su bulabilmeleri de çok zor olmuştu. Bu zorluklarla birlikte burada yaşamanın kolaylıkları da çoktu. Yaz gelince yabani kirazlar, erikler, kestaneler, mısırlar, üzümler, patatesler vesaire yemeye uygun körpe kökler, tatlı ve yumuşak otlar bu taraflarda bol oldukları gibi karaca, geyik, yaban eşeği, tavşan, beyaz güvercin ve o mahalle mahsus sair yabani kuşlar ve özellikle orman içerisinde bunların hadsiz hesapsız yumurtaları ve nehirdeki balıklar, malum olan yerde geçinmenin kolay olacağını Azteklere göstermişti. Böyle tabiatın hazır yetiştirdiği yiyecek dururken kendileri ekin ekip hayvan besleyip uğraşmaya muhtaç olamayacakları kaziyesi de öteden beri malumları olan ziraat usulleriyle ona dönük sanayiyi büsbütün terk ve unutuvermelerine sebebiyet vermiştir.

Azteklerin ikametgâhlarıyla ibadetgâhlarının arasının uzak olması cahilce olan dinî inançlarından kaynaklanıyor ise de, bu da bütün bütün hikmetten uzak değildir. Kestikleri kurbanların kanları ve etleri kendi kendisine çürüyüp mahvolmak lazım geleceğinden bu kokudan mümkün mertebe kaçınmak istemeleri, böyle bir uzaklığı zaruret hâline getirmiştir.

Şimdi bir yaz mevsiminin yani ağustosun ortalarındaydı ki Fardiç adındaki âfitâb-zâdenin maiyetinde bulunan kabile sabahleyin ikametgâhlarından ibadetgâhlarına doğru yola düzülmüştü.

Daha kadim zamanların âfitâb-zâdeleri âdeta Azteklerin kral veya imparator hanedanını teşkil etmekte idiyseler de İspanyolların yaklaşmaları sebebiyle bunlar kuzey ve kuzeybatı taraflarına doğru perakende ve perişan bir vaziyette göçmeye mecbur oldukları sırada âfitâbzâdelerden her biri bir aşiretin idaresini ele almış idiler. Bazı kabilelerde bu riyaset asıl âfitâb-zâdelerden olmayanlar eline geçmiş olduğu hâlde; zikredilen unvan bir yönetme unvanı olmak üzere onlara dahi verilmişti. İşte Fardiç de böyle asıl âfitâb-zâde olmadığı ve adi zorbalardan bulunduğu hâlde sadece kabileyi yönettiği için o namı da almıştır.

Bu kabilenin Maradangal adında bir din ulusu daha vardı ki “Zak” adıyla öteden beri zikredilen kabileye ruhani hükümdar sıfatıyla hükmeden kadim bir hanedana mensuptur. Eski zaklar, hiyeroglif hattını okuyarak ve bazı gök cisimleri ile yıldızların hareketlerini hesap ederek onlardan anlamlar çıkardıkları zamanlarda âlim adamlardan sayılıyorlardı. Bunlar eskiden böyle bilgili adamlar iken, kabile halkının o eski kadim medeniyetlerini kaybederek yeniden vahşete uğradıkları sırada zaklar da o eski malumatlarını kaybederek tam bir cehalete dalmışlardır. İşte bizim Maradangal da bunlardan birisiydi. Fardiç, ilk zamanlarda kabilenin idaresini kendi yetkisine geçirince Zak Maradangal ile Fardiç epeyce itişmişlerse de Maradangal kabile halkını kendine uydurmanın mümkün olamayacağını görünce barışmaya mecbur olmuştur.

Aztekler soylu olmayan bir âfitâb-zâde ile bir de zak olmayan birisinin idaresinde bulunmuşken bu şerefin ikisini bir adama verebilirler mi ki Fardiç veyahut Maradangal’dan yalnız birisi katılmadan tam bir idarede bulunabilsin?

Fardiç ve Maradangal’ın sevkiyle zikrettiğimiz mağaralardan kalkıp ibadethaneye doğru giden kabile halkı kadın erkek iki yüz elli kadar nüfus tahmin olunabilirlerdi ki aralarında çocuklar ve pek ihtiyarlar görülüyordu. Bundan da tahmin edileceği üzere işi gücü olan ve yaşlı olan bazı adamlar da mağaralarda kalmıştır.

Malum kafilenin orta yerinde uzun bir sırığa takılmış acayip ve garip bir yük dört kuvvetli adamın omuzları üzerinde götürülüyor idi ki sırığın birer ucu ikişer adamın omuzu üzerine konulmuş bulunduğu hâlde bu dört adam bizim sırık hamalları gibi tam bir intizamla ayak atıyorlardı. Sırığa takılı olan yük bir canlı adamın incecik ve yeşil yapraklı ağaç dallarından yapılmış dar ve uzun tabut gibi bir şey içine yatırılmasıyla teşekkül etmişti ki bu yeşil tabutun baş ve ayak taraflarından ıhlamur dallarıyla sırığa bağlanmış olması âdeta beşik gibi bir şekil oluşturmuştu. Ama içinde yatan adamın beşikte mışıl mışıl uyuyan bir çocuğa benzetilmesi mümkün değildir. Gerçi bunun da elleri, ayakları bağlıysa da başını iki tarafa çevirip gayet ümitsizce olan bir tavırla herkesin yüzüne bakmakta olması ve renginin kül gibi uçmuş bulunması adamcağızın hayır için götürülmediğini pekâlâ gösterebilecek hâllerdendir.

Kafilenin geçtiği yol bundan önce tasvir edilen balta girmedik orman dâhilinde “patika” özelliğine şayan olduğundan şu yol üzerinde bu kafilenin bir hayli zamandan beri gidip gelmekte olduğuna oralarda böyle bir yolun peyda olabilmiş bulunması da delalet eder.

Fardiç ile Maradangal kafilenin ta önünde ve zümrüdi tabut içine yatırılan adamcağız dört hamalın omuzunda olarak kafilenin ta orta yerinde yürüdükleri hâlde hiçbir kimsenin sesi sedası çıkmayıp kafile tam bir sükût ile mesafe katediyordu.

Tabutu götürenler sık sık değiştikleri cihetle bunları dinlendirmek için kafilenin durmasına asla ihtiyaç olmadığından ve vahşiler de yol yürümek konusuna acizliklerini gösterecek adamlar olmadığından kafile saatte yedi sekiz kilometrelik bir hızla yol alıyordu ki mağaralardan hareketlerinin üçüncü saati nihayetinde Missouri Nehri kenarındaki mabede vardılar.

Son kurban olarak orada kesilen adamın kanı kurumaksızın yağmur yağmamış olduğundan mezbaha üzerindeki kanlar kuruyup kesilmiş oldukları gibi iri ağaçlara çakılmış bulunan kafa, kol ve bacaklar da çürüyeceklerine kuruyup pastırma hâlini almışlardı. Dolayısıyla bizim gibi böyle manzaralara alışkın olmayanlar için bunların derileri, etleri çürüyüp saf kemik kalmış olan cesetlerden ziyade, görenleri ürkütecek şeylerden sayılabilirler.

Kabilenin zakı ile âfitâb-zâdesi kabile ortasında bir kadına hitaben:

“Kadagoz! Şu mezbahayı temizlettir.” emrini verdiler.

Kadagoz, diğer kadınlara zikredilen emri bildirdi. Onlar da Missouri Nehri’nden ağaç kovalarıyla su taşıyarak ve tırnaklarıyla taşları kazıyarak mezbahayı temizlemekte olsunlar, biz şu kabile halkıyla tanışıklığımızı biraz daha ileriye götürmeye bakalım.

Fardiç dediğimiz adamın âfitâb-zâde sıfatıyla kabilenin normal lideri; Maradangal dediğimiz adamın da zak sıfatıyla ruhani liderleri olduklarını öğrenmiştik. Bunların “Kadagoz” diye hitap ettikleri kadın ise Fardiç’in karısıdır. Bu kadın, bu sıfatla âdeta şu kabilenin kraliçesi sayılıyordu. Böyle olmakla birlikte vahşiler nezdinde kadın kısmının haysiyet ve itibarı Avrupalılarda olduğu surette olmaması sebebiyle Kadagoz’un kraliçeliği yalnız Fardiç’in karısı olmasından ibaret kalarak hükûmet işlerinde pek de etkisi görülemez.

Bu kabile içinde Fardiç ve Maradangal’dan sonra en nüfuzlu adam Rikalda’dır ki Fardiç’in oğludur. Kadınların da Kadagoz’dan sonra en nüfuzlusu, en itibarlısı Aralda’dır ki Rikalda’nın karısıdır. Maradangal’ın zevcesi geçen sene bizon denilen bir çeşit yaban öküzü avı esnasında can korkusuyla kuduran öküzün boynuzlarına hedef olarak vefat etmiştir ki o zamandan beri Maradangal kendine münasip bir zevce bulup evlenememiştir.

Fardiç ile karısı Kadagoz’dan, Rikalda ile karısı Aralda’dan ve özellikle kabilenin ruhani hükümdarı olan Maradangal’dan sonra bu kabilede Moşamol denilen adam da âdeta Fardiç’in veziri mesabesinde muteber bir kimseydi.

İsimlerini tanıttığımız şu adamların cisimlerini de tanıtmak lüzumu var ise de insanların tenlerinde, tüylerinde renkçe birçok farklar olması ve bu renkler gözlerde dahi onları birbirinden ayırmaya yaradığını belirtelim. Boyların, endamların birbirine uymaması hep Avrupa ahalisinin yekdiğerinden farkına yardımcı olabildikleri hâlde Amerikalıların birbirinden ayırt etmenin öyle pek de kolay olmadığını dikkatli nazarlarınıza özellikle arz edelim.

Amerikalılar birbirine o kadar benzerler ki Avrupalılar için bunları şahsen birbirinden ayırmak ve tanımak hakikaten güçtür. Hatta erkeklerini kadınlarından fark etmek bile hakiki zorluklardandır. Zira okyanus civarındaki Cava tarafları ahalisi gibi bu Amerikalıların da erkeklerinin yüzlerinde tüy tüs pek az olduğundan ve çıkanları da sahipleri yolduklarından kadın ile erkeğin en büyük farkı olan sakal ve bıyık bunlarda yoktur.

Cümlesinin rengi bakır rengine yakın ve kırmızıdır. Göz uçları Çinlilerde olduğu gibi şakaklarına doğru çekik bulunduğundan ve burunları zenci burnuyla Tatar burunları arasında bir şekilde olduğundan ve uzun boy ve iri cüsse cümlesinde görüldüğünden şekil ve suretçe bunlar arasında pek az fark vardı. Saçları genellikle siyah, at kılı gibi sağlam ve parlaktır. Eğer yüzlerini ve vücutlarını iğne ile döğdürüp açılan deliklere mavi ve siyah boyalar sokmak suretiyle farklı şekiller almamış olsalar, bunların acemisi olan gözler için ne karıyı erkekten ne de bir şahsı diğerinden ayırt etmeye hiç imkân bulunamaz.

Başlarına birtakım kuş tüyleri ve kuş kanatları takmak en önemli süslerinden birisidir. Avladıkları hayvanların kıllarından, yünlerinden iplik eğirerek dokudukları kaba saba şeylerle bir dereceye kadar giyinirlerse de bu suretteki giyim kuşam ne mahrem yerleri ne de soğuktan ve sıcaktan korumaya hiç de hizmet etmez.

Mağaraları içinde genellikle çırçıplak otururlar. Oturdukları yerleri yumuşacık otlarla döşerler. Bazı sedir gibi setler yaparak üzerine ağaç çürüğü doldurup düzlerler ki hem düz, hem kaba birer kanepe hükmünü alırlar. Kapl kacakları çoğunlukla ağaçtan oyma olup topraktan da çanak ve güveç suretinde şeyler imal edebilirler.

 

Eskiden kalma silahları oldukça sanatlı, süslü ise de yeni yaptıkları silahlarda o sanatlı maharet gözükmez. Bıçak, balta, kılıç ve demirden olan bu eski okları, yayları ve mızrak gibi şeyleri nazarlarında gayet kıymetlidirler. Yeni imal ettikleri yay ve kargıları demirden ziyade bir çeşit sert ağaçtan yaparlar ki bu da demiri işlemenin kendileri için çok zor olmasındandır.

İşte ikametgâhlarından mabetlerine doğru bir de kesilecek kurban ile beraber geldiklerini gördüğümüz kabile halkının kısaca hâlleri şundan ibaretti. Zikredilen kabile ile bu kadarcık bir tanışma olduktan sonra haber verebiliriz ki bunlardan Maradangal altmış yaşını geçmiş ve derisi buruşmaya başlamış bir ihtiyar olduğu gibi Fardiç de elli yaşında, bünyesi kuvvetli bir âfitâb-zâdedir. Karısı Kadagoz kırk beşlik, gayet sert ve vahşi bir kraliçedir. Oğlu Rikalda henüz yirmi dört, yirmi beş yaşında bir genç ise de o kadar sert yüzlü, kötü huylu, sessiz, haşin bir adamdır ki şiddetinden anası babası bile daima ondan ürkerler. Rikalda’nın karısı Aralda kendisinden bir iki yaş daha büyüktü. Kayınvalidesi, Kadagoz gibi ters suratlı, hırçın tabiatlı değilse de kabilesi halkının bu kadına isnat ettikleri güzellikler de bizce asla kabul edilemez. Bizce kayınvalidesiyle gelin arasındaki fark Aralda’nın biraz daha güleç olmasından ve yüzünün derisi bir parça daha ince bulunmasından ibarettir. Yoksa kendi eski dünyamızın kadınlarının cemalini karşılaştırma için öteden beri dikkatimizi çekmiş olan cazibeler, şanlar bu mahluklarda görülemez ki karşılaştırılması ve denk sayılması mümkün olabilsin. Aralda vahşiler hükmünce güzel bir kadınmış derlerse de, sözünü kısa kesiveririz.

Bakılsa bu kabile halkı içinde nazarıdikkati en çok çeken ve yönetmede konusunda da Fardiç’ten fazla layık görülen adam Moşamol olmalıdır. Bu adam elli, elli beş yaşlarındadır. Hatta elbisesini diğerleri gibi çarşafa bürünürcesine tanzim etmez. Bunları pantolona epeyce yakın bir biçime sokmuş olduğu gibi üzerine de bizim taraflardaki Avrupalılaşanların ceketlerine yakın bir biçim vermiştir. Ama onun altında hiçbir şey olmayıp çıplak derisi üzerine giyivermiştir. Başına bir çeşit kamıştan örülmüş sepet ile şapka arasında bir serpuş koymuştur. Bu kıyafetle Moşamol gayet gülünç bir hâl almışsa da bu hüküm işin bize göresidir. Missouri Nehri vadisinde kıyafetlerin en muntazamı bu addolunduğundan Moşamol’a gülenler değil gıpta edenler daha çoktur. Reis âfitâb-zâde Fardiç bile kibrine yedirmiş olsa kendi büründüğü çarşafı bu biçime sokmasını Moşamol’dan rica ederdi. O, Moşamol’un kıyafetine göz dikmiş olmayı nefsine yediremediği için böyle bir iltimasta bulunmamıştır.

Moşamol yalnız kıyafeti dolayısıyla vahşiler arasında dikkat çekmemiştir. Yüzündeki o nazikçe olan tebessümleri, sözlerindeki yumuşakça olan telaffuzları ve sesindeki mütevazı olan nağmeleriyle de dikkat çekmektedir. İnsan bunun söylediği vahşice sözleri de dinleyecek olsa Anadolu’nun en kaba Osmanlıcasına nispetle İstanbul’un en nazikâne Osmanlıcasında bulunan letafete yakın bir fark bulur. Hatta bu fark ve Moşamol’un diğer hâlleri vahşiler nezdinde de takdir edilmiş bulunduğundan, herkes Moşamol’a, Fardiç ve Maradangal’dan sonra ikinci reis gözüyle bakarak mertebesini Rikalda ile aynı tutmuştur.

Şimdi ibadetgâha gelen Aztek kabilesiyle tanışıklığımız gereği gibi ileriye götürdük ya! Artık bunlar hakkında muhtaç olduğumuz bilgi vesaire ayrıntılardan vazgeçelim de şu ellerinde bulunan esiri, mabut Huyi Çilopoştli’ye nasıl kurban ettiklerini görelim. Zira bu kabile nezdinde zihnen vuku bulacak ikametimiz esnasında daha sair pek çok acayip ve garip hâllerini gözleme çok vakit bulacağız.

4Farsçada “güneşin oğlu” anlamına gelmektedir. (e.n.)