Görev Yemini

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Görev Yemini
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

G Ö R E V Y E M İ N İ

(BİR LUKE STONE GERİLİM ROMANI — 2.KİTAP)

J A C K M A R S

Jack Mars

Jack Mars, çok satanlar arasında yer alan LUKE STONE gerilim serisinin yazarıdır: HER YOL MÜBAH (1. Kitap), GÖREV YEMİNİ (2. Kitap), DURUM ODASI (3. Kitap).

Jack okurlarıyla iletişim içinde olmayı sever, www.Jackmarsauthor.com adresinden ona ulaşabilirsiniz. e-posta listesine katılıp ve ücretsiz bir kitap ve benzeri hediyeler kazanabilirsiniz. Facebook ve Twitter üzerinden de iletişime geçebilirsiniz!

Telif Hakkı © 2015. Tüm hakları saklıdır. Bu kitabın bütün hakları 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu çerçevesinde Jack Mars'a aittir. Bu eserin hiçbir bölümü hiçbir şekilde kullanılamaz, yayınlanamaz veya bir başkasına iletilemez veya yazardan izin alınmadan bir veritabanında saklanamaz veya yüklenemez. Bu e-kitap sadece kişisel zevkler çerçevesinde yararlanılabilir. Bu e-kitap hiçbir şekilde bir başkasına verilemez veya bir başkasıyla paylaşılamaz. Eğer bu e-kitabın içeriğini biriyle paylaşmak isterseniz lütfen bir kopya daha satın alınız. Eğer bu kitabı satın almadıysanız ve okuyorsanız lütfen bu kopyayı sahibine geri verin ve kendiniz için bir başka kopya edinin. Yazarın emeğine saygı gösterdiğiniz için teşekkür ederiz. Bu kitapta anlatılan hikaye bir kurgudur. Kurguda geçen isimler, karakterler, işletmeler, örgütler, yerler, olaylar bazen tamamen hayal ürünüdür bazende kurgusal bir şekilde kullanılmıştır. Hayatta olan veya olmayan herhangi bir kişiye olan benzerlik tamamen rastlantısaldır. Kapakta kullanılan görselin telif hakkı wavebreakmedia ve Michael Rosskothen'e aittir ve Shutterstock aracılığıyla kitapta kullanım için lisanslanmıştır.

JACK MARS KİTAPLARI

LUKE STONE GERİLİM ROMANI SERİSİ

HER YOL MÜBAH (1.Kitap)

GÖREV YEMİNİ (2.Kitap)

DURUM ODASI (3.Kitap)

İÇERİK

1.BÖLÜM

2. BÖLÜM

3. BÖLÜM

4. BÖLÜM

5. BÖLÜM

6. BÖLÜM

7. BÖLÜM

8. BÖLÜM

9. BÖLÜM

10. BÖLÜM

11. BÖLÜM

12. BÖLÜM

13. BÖLÜM

14. BÖLÜM

15. BÖLÜM

16. BÖLÜM

17. BÖLÜM

18. BÖLÜM

19. BÖLÜM

20. BÖLÜM

21. BÖLÜM

22. BÖLÜM

23. BÖLÜM

24. BÖLÜM

25. BÖLÜM

26. BÖLÜM

27. BÖLÜM

28. BÖLÜM

29. BÖLÜM

30. BÖLÜM

31. BÖLÜM

32. BÖLÜM

33. BÖLÜM

34. BÖLÜM

35. BÖLÜM

36. BÖLÜM

37. BÖLÜM

38. BÖLÜM

39. BÖLÜM

40. BÖLÜM

41. BÖLÜM

42. BÖLÜM

43. BÖLÜM

44. BÖLÜM

45. BÖLÜM

46. BÖLÜM

1.BÖLÜM

6 Haziran

15:47

Dewey Sahili, Delaware

Luke Stone’un bütün vücudu titredi. Sağ eline baktı, silah tutan eline. Elinin kalçasının üzerinde titreyişini izledi. Durduramıyordu.

Midesi bulanıyordu, neredeyse kusacak kadar rahatsızdı. Batıya doğru ilerleyen güneşin parlaklığı başını döndürüyordu.

Hareket saatine on üç dakika kalmıştı.

Siyah bir Mercedes M serisi cipin sürücü koltuğundan ailesinin muhtemelen içinde bulunduğu evlere bakıyordu. Eşi Rebecca ve oğlu Gunner. Zihni, onların birer fotoğrafını Luke’a sunmaya çalışıyordu ama o buna izin vermedi. Başka bir yerlerde olabilirlerdi. Şimdiye ölmüş olabilirlerdi. Bedenleri iri kargo zincirleriyle gaz beton tuğlalara bağlanmış halde Chesapeake Körfezinin dibinde olabilirdi. Bir anlığına, Rebecca’nın saçlarının deniz yosunları gibi akıntıyla birlikte bir öne bir arkaya hareket ettiğini gördü.

Görüntüyü silmek için kafasını salladı.

Becca ve Gunner dün akşam Birleşik Devletler hükümetini düşürenlerin ajanları tarafından kaçırılmışlardı. Bu bir darbeydi ve bunu planlayanlar Stone’un ailesini de pazarlık için kaçırmışlardı, böylece Luke’un yeni hükümetin üzerine gelmesini engellemeyi umut ediyorlardı.

İşe yaramadı.

“İşte burası,” dedi Ed Newsam.

“Öyle mi?” dedi Stone. Yanında oturan ortağına baktı. “Kesin bilgi mi?”

Ed Newsam iri, siyahi ve kaslıydı. Ulusal Amerikan Futbolu ligindeki defans oyuncularına benziyordu. Adamda herhangi yumuşaklık yoktu. Saçlarının üst kısmı dümdüz kesilmişti ve sakalları vardı. Devasa kolları dövmelerle kapkara olmuştu.

Ed dün akşam altı adam öldürmüştü. Makinalı tüfekle taranmıştı. Hayatını kurşun geçirmez yelek kurtarmıştı ama kurşunlardan biri leğen kemiğine isabet etmişti. Çatlamıştı. Ed’in tekerlekli sandalyesi arabanın arkasındaydı. Ne Ed, ne de Luke iki gündür uyumuyorlardı.

Ed elindeki tablet bilgisayara baktı. Omuz silkti.

“Ev kesinlikle bu. İçeride olup olmadıklarını bilmiyorum. Sanırım birazdan öğreneceğiz.”

Ev Atlantik Okyanusundan üç sokak ötede eski, üç yatak odalı bir sahil eviydi ve birazcık da derme çatma gözüküyordu. Bir tarafından körfeze komşuluk yapıyordu ve ufak bir limanı vardı. Hemen arkasına on metrelik bir tekneyle yanaşılabilir, liman boyunca üç metre yürüdükten sonra birkaç basamak çıkar ve eve ulaşabilirdiniz. Gece, bunu yapmak için güzel bir zamandı.

CIA bu evi onlarca yıl güvenli ev olarak kullanmıştı. Yazları, Dewey Sahili tatilciler ve parti yapmaya gelen üniversite çağındaki tiplerle o kadar kalabalık olurdu ki ajanlar buraya Osama bin Ladin’i getirseler bile kimsenin ruhu duymazdı.

“İşaret verildiğinde bizi içeride istemiyorlar,” dedi Ed. “Bize herhangi bir görev bile verilmedi. Biliyorsun değil mi?”

Luke başıyla onayladı. “Biliyorum.”

FBI, Wilmington’dan gelen Delaware eyalet polisi SWAT timiyle birlikte bu harekatı düzenleyen öncü ajanstı. Son bir saat içerisinde adamlarını bütün mahalleye sessizce konuşlandırıyorlardı.

Luke bu tür şeylerin nasıl geliştiğini yüzlerce kere görmüştü. Sokağın sonuna bir Verizon FIOS ticari van araç park etmişti. Bu FBI olmalıydı. Körfezin yüz metre açığına bir balıkçı teknesi demir atmıştı. Bunlar da federallerdi. Birkaç dakika içinde, saat tam dörtte bu tekne limanın güvenli evin önündeki kısmına doğru hızla yanaşacaktı.

Aynı anda, zırhlı bir SWAT kamyoneti bütün gürültüsüyle sokağı inletecekti. Olası bir kaçışı engellemek için bir başka SWAT kamyoneti de arka sokaktan yaklaşacaktı. Hızlı ve sert bir darbe gerçekleşecek, hedefin hareket etmesine izin verilmeyecekti.

Luke ve Ed davet edilmemişti. Neden edilsinlerdi? Polis ve federaller bu işi kitabına uygun şekilde halledeceklerdi. Kitaba göre Luke’un herhangi bir görevi yoktu. İçeridekiler Luke’un ailesiydi. İçeri girerse kendini kaybedebilirdi. Kendisini, ailesini, diğer memurları ve bütün operasyonu tehlikeye sokmuş olurdu. Bu sokakta bile bulunmamalıydı. Bu çevrede olmamalıydı. Kitap böyle söylüyordu.

 

Ama Luke içerideki adamların nasıl tipler olduğunu biliyordu. Muhtemelen FBI ve SWAT’tan daha iyi biliyordu. Şimdi çaresiz durumdalardı. Hükümeti devirmek için her şeylerini ortaya koymuşlar ve başarısız olmuşlardı. İhanet, adam kaçırma ve cinayet ile suçlanacaklardı. Darbe girişiminde, içlerinde Birleşik Devletler Başkanı dahil üç yüz kişi hayatını kaybetmişti ve bu sayı artıyordu. Beyaz Saray yok edilmişti. Radyoaktif durumdaydı. Tekrar inşa edilmeden önce yıllar geçmesi gerekiyordu.

Luke dün akşam ve bu sabahı yeni Başkan ile birlikteydi. Başkan’ın merhamet edecek durumu yoktu. Kanun kitaplarda şöyle geçiyordu: ihanet, ölüm cezasıyla sonuçlanabilirdi. Darağacı. Kurşuna dizilme. Ülke, bir süreliğine eski tarz bir cezalandırma isteyebilir ve bu durumda içeride bulunanlar gibi olanlar bu cezaların en ağırıyla yüz yüze olacaklardı.

Bütün bunlarla beraber, panik yapmayacakları kesindi. Bu adamlar sıradan suçlular değildi. Bunlar oldukça iyi eğitim almış, yetenekleri olan, çatışma görmüş ve büyük tersliklere rağmen başarı elde etmiş insanlardı. Teslim olmak terimi onların kitabında yoktu. Bu adamlar oldukça akıllıydı ve onları oradan çıkarmak oldukça zor olacaktı. Bir SWAT baskını onlar için bir boyama kitabı sayılırdı ve yeterince iyi değildi.

Luke’un karısı ve çocuğu içerideyse, ve eğer içerideki adamlar ilk saldırıyı püskürtebilirlerse… Luke bunu düşünmeyi reddetti.

Bu bir seçenek değildi.

“Ne yapacaksın?” dedi Ed.

Luke pencereden dışarıya, mavi gökyüzüne bakıyordu. “Benim yerimde olsan, ne yapardın?”

Ed bir an bile duraksamadı. “İçeri olabildiğince sert bir şekilde girerim. Gördüğüm herkesi öldürürüm.”

Luke başıyla onayladı. “Ben de.”

*

Adam bir hayaletti.

Eski sahil evinin arka tarafında, üst kattaki yatak odasında durmuş, rehinelerine doğru bakıyordu. Bir kadın ve küçük bir çocuk, penceresi olmayan bir odaya tıkılmıştı. Katlanan sandalyelerin üzerinde yan yana oturuyorlardı, elleri arkadan kelepçelenmiş, ayak bilekleri ise birbirlerine kelepçelenmişti. Görüşlerini engellemek için başlarına siyah bir şey geçirilmişti. Adam onların ağzına hiçbir şey tıkmamıştı, böylece annesi oğluyla sessizce konuşup onu sakinleştirebiliyordu.

“Rebecca,” dedi adam, “birazdan burada heyecan dolu şeyler olabilir. Böyle bir durumda, sessiz kalmanızı istiyorum. Çığlık atmayın, ses çıkarmayın. Eğer yaparsanız buraya gelip ikinizi de öldürmek zorunda kalırım. Anlaşıldı mı?”

“Evet,” dedi Rebecca.

“Gunner?”

Kafasına geçirilmiş çuvalın altından kurbağanınkini andıran bir ses çıkardı.

“Fazla korktu, konuşamıyor,” dedi annesi.

“İyi,” dedi adam. “Korkmalı. Akıllı bir çocuk. Ve akıllı çocuklar aptalca şeyler yapmazlar, değil mi?”

Kadın cevap vermedi. Adam, tatmin olmuş bir şekilde başını salladı.

Bir zamanlar bir ismi vardı adamın. Sonra, zaman içinde, on ismi oldu. Şimdi ise isimler umurunda değildi. Kendisini “Brown” olarak tanıtırdı, sanki böyle inceliklere ihtiyaç varmış gibi. Bay Brown. Bunu seviyordu. Ölü şeyleri çağrıştırıyordu. Sonbahardaki ölü yapraklar. Bir yangının her şeyi kavurduktan sonra arkasında bıraktığı, aylar sonra bile iyileşmeyen çorak bir arazi ve ağaç kalıntıları.

Brown kırk beş yaşındaydı. Cüsseli ve hala güçlü bir adamdı. Seçkin bir askerdi, ve kendini korumayı başarmıştı. Acıya ve yorgunluğa karşı koymayı çok seneler önce Deniz Komando Okulu’nda öğrenmişti. Dünyanın birçok sıcak noktasında öldürmeyi ve ölmemeyi öğrenmişti. Amerikan(Kuzey ve Güney)askeri okullarında işkence yapmayı öğrenmişti. Öğrendiklerini de önce Guatemala ve El Salvador’da daha sonra da Bagram Hava Kuvvetleri Üssü ve Guantanamo Körfezi’nde pratiğe dökmüştü.

Brown artık CIA için çalışmıyordu. Kimin için çalıştığını bilmiyordu ama umurunda da değildi. Serbest çalışıyor ve iş başına para alıyordu.

Para, yüklü miktarda para nakit olarak geliyordu. Reagan Ulusal Havalimanı’na park edilmiş kiralık bir sedanın bagajında, kanvas torbalara doldurulmuş, yeni basılmış yüzlük banknotlar. Baltimore’da şehir dışındaki bir spor salonunun dolaplarından birine kilitlenmiş, deri bir çantanın içine rasgele istiflenmiş 1977 ve 1974 basımı onluk, yirmilik ve ellilikler halinde yarım milyon dolar. Eski basımlardı ama daha önce hiç el sürülmemişlerdi, 2013 basımı olanlar kadar yeni duruyorlardı.

İki gün önce Brown bir mesaj almıştı, mesaj bu eve gelmesini söylüyordu. Burası artık onun eviydi ve ikinci bir emre kadar o yönetecekti. Herhangi biri gelirse, komuta onda olacaktı. Pekala. Brown bir sürü şeyde iyiydi ve bunlardan biri de patron olmaktı.

Birileri dün sabah Beyaz Saray’ı havaya uçurmuştu. Başkan ve Başkan Yardımcısı, sivil hükümetin yarısıyla birlikte Mount Weather’daki sığınağa kaçmışlardı. Dün gece Mount Weather içindekilerle birlikte havaya uçurulmuştu. Birkaç saat sonra yeni bir Başkan ve eski bir Başkan Yardımcısı sahnedeki yerlerini almışlardı.

Şov bir anda liberallerden muhafazakarlara geçmişti, olanların hepsi bir günde gerçekleşmişti. Halk doğal olarak suçluları arıyordu ve yeni gelen yöneticiler İran’ı işaret ediyordu.

Brown sırada olacak şeyleri bekliyordu.

Dört kişi bir tekneyle gecenin geç saatinde evin arkasındaki kapıya yaklaştı. Kadını ve çocuğu getirmişlerdi. Tutsaklar Luke Stone adında birine aitti. Görünüşe göre insanlar Stone’un bir probleme dönüşebileceğini düşünmüşlerdi. Bu sabah bu problemin nasıl bir şey olduğu daha iyi anlaşılıyordu.

Duman dağıldığında, devirme harekatının birkaç saat içerisinde başarısız olduğu ortaya çıkmıştı ve Luke Stone bütün o enkaz ve yıkıntının yanında dimdik ayakta duruyordu.

Luke’un karısı ve çocuğu hala Brown’ın tutsağıydı ve o, bu ikisiyle ne yapacağını bilmiyordu. İletişim imkanı yoktu. Aslında onları öldürüp ve evi terk etmeliydi ama o bunun yerine hiç gelmeyen emirleri beklemişti. Şimdi, evin dışında Verizon FIOS vanı bekliyor ve belki yüz metre açıkta ne olduğu belirsiz bir balıkçı teknesi bekliyordu.

Onu aptal olduğunu mu düşünmüşlerdi? Geldiklerini bir mil öteden görebiliyordu.

Koridora geçmişti. İki adam orada duruyordu. Otuzlu yaşların ortalarında, çılgın saçlı ve sakallı, hayatları boyunca özel harekatçı olmuş adamlar. Brown bu görüntüyü tanıyordu. Gözlerindeki bakışlara da aşinaydı, bu korku değildi.

Bu heyecandı.

“Sorun ne?” dedi Brown.

“Fark etmediysen söyleyelim, birazdan harekat başlayacak”

Brown başıyla onayladı. “Biliyorum.”

“Hapse giremem,” dedi bir numaralı sakallı.

İki numaralı sakallı başıyla onayladı. “Ben de.”

Brown’da onlarlaydı. Bütün bunlar olmadan önce bile FBI onun kimliğini tespit edebilseydi birden fazla müebbetle karşı karşıyaydı. Şimdi? Düşünmek bile istemiyordu. Onun kim olduğunu bulmaları aylar alırdı ve bu sırada o, herhangi bir şehir hapishanesinde, düşük çaplı serserilerle birlikte oturacaktı. Şu anki durumda bir meleğin gelip onu her şeyden kurtarmasını bekleyemezdi.

Yine de sakin hissediyordu. “Burası göründüğünden daha sağlam”

“Evet ama buradan çıkışımız yok,” dedi bir numaralı sakallı.

Doğru.

“Onlara geçit vermeyelim, müzakereye zorlayalım. Elimizde rehineler var.” Bu kelimeler ağzından çıkar çıkmaz onlara inancını yitirdi. Neyi müzakere edeceklerdi, güvenli geçiş? Nereye gideceklerdi ki?

“Bizimle müzakere etmeyecekler,” dedi bir numaralı sakallı. “Keskin nişancı temiz bir atış şansı bulana kadar bize yalan söyleyecekler.”

“Pekala,” dedi Brown. “Ne yapmak istersiniz?”

“Savaşalım,” dedi iki numaralı sakallı. “Başarısız olursak buraya gelir, önce misafirlerimizin kafasına sonra da kendi kafama birer kurşun sıkarım.”

Brown başıyla onayladı. Daha önce çok kere böyle köşeye sıkışmış ve her defasında bir çıkış yolu bulmuştu. Belki hala şimdiki durumdan bir çıkış vardı. Böyle düşündü ama bunu onlara söylemedi. Batan gemiden anca belli sayıda fare kaçabilirdi.

“Gayet makul,” dedi. “Bunu yapalım. Pozisyonlarınızı alın.”

*

Luke ağır harekat yeleğini giydi. Ağırlık üzerine oturmuştu. Yeleğin bel bandını bağladı, omuzlarına binen yükü azaltıyordu. Kargo pantolonu Ejderha Derisi denilen hafif bir çeşit zırhla dikilmişti. Bir kask ve yüz maskesi yerde, ayaklarının yanında duruyordu.

Luke ve Ed Mercedes’in açık bagaj kapağının arkasında duruyorlardı. Bagaj kapağının karartılmış camı onları evin pencerelerinden bir derece saklıyordu. Ed araca yaslandı. Luke Ed’in tekerlekli sandalyesini çıkardı, açtı ve yere koydu.

“Harika,” dedi Ed ve başını salladı. “Savaş arabam burada, ve çarpışmaya hazırım.” İç geçirdi.

“Olay şu,” dedi Luke. “Sen ve ben ortalıkta olmayacağız. SWAT içeri girdiğinde, rıhtıma bakan verandalı kapıda silahlı adamlar olacak, ve arka bahçeye bakan kapıya da koç başı. İşe yarayacağını sanmıyorum. Tahminimce arka bahçe kapısı çift katlı çelikten, yerinden oynamaz, veranda ise tam bir ateş fırtınası olacak. İçeride hayaletler var, ne yani kapıları tutmayacaklar mı? Hadi ama. Bence bizimkiler geri püskürtülecek. Umarım kimse vurulmaz.”

“Amin,” dedi Ed.

“İlk hareketin arkasından dolaşacağım. Bununla.” Luke bagajdan bir Uzi çıkardı.

“Ve bununla” Bir Remington 870 pompalı tüfek.

İki silahında ağırlığını hissetti. Ağırlardı. Bu ağırlık rahatlatıcı ve güven vericiydi.

“Polisler içeri girer ve güvenliği sağlarlarsa bu harika olur. Eğer giremezlerse kaybedecek zamanımız yok. Uzi’lerde Rus yapımı yüksek-basınç zırh-delici mermiler var. Kötü adamların giyebileceği çoğu zırhı delip geçebilen şeyler. Belki ihtiyaç duyarım diye bunlarla dolu yarım düzine şarjör getirdim. Koridorda çatışma olursa pompalı tüfeğe başvururum. Daha sonra kol, bacak, boyun ve kafa dilimleyeceğim.”

“Nasıl içeri girmeyi planlıyorsun?” dedi Ed. “Polisler içeri giremezse sen nasıl gireceksin?”

Luke aracın içine uzandı ve bir M79 bomba tüfeği çıkardı. Ucu kesilmiş, tahta kabzalı bir pompalı tüfeği andırıyordu. Ed’e verdi.

“Beni içeri sen sokacaksın.”

Ed, silahı iri ellerine aldı. “Güzel.”

Luke tekrar uzandı ve iki kutu M406 bombası çıkardı, kutu başına dört bomba vardı.

“Sokağın kenarında park edilmiş arabaların arkasından içeri doğru ilerlemeni istiyorum. Ben oraya ulaşmadan hemen önce duvarda benim için bir delik aç. Onlar kapıya odaklanmış, polislerin kapı kırarak girmesini bekliyor olacak. Biz de bunun yerine tam kucaklarına bir bomba atacağız.”

“Hoş,” dedi Ed.

“İlk atımdan sonra bir tane daha at, sadece iyi şans için. Sonra kendini korumak için yere yat.”

Ed, bomba tüfeğinin namlusu boyunca elini gezdirdi. “Sence bunu yapmak güvenli mi? Yani... içeridekiler senin ailen.”

Luke eve baktı. “Bilmiyorum. Ama gördüğüm olayların çoğunda rehinelerin olduğu oda ya üst katta ya da bodrumda olur. Sahildeyiz ve suyun derinliği bir bodrum katı için çok fazla. Yani tahminimce; eğer bu evdelerse üst katta, sağ uçtaki penceresiz odadalar.”

Saatini kontrol etti: 16:01

Tam vaktinde, mavi, zırhlı bir araç bütün gürültüsüyle köşeyi döndü. Luke ve Ed aracın geçişini izledi. Bu araç çelik zırhlı, silah çıkışları ve ışıklar gibi aksesuarları olan bir Lenco BearCat idi.

Luke, göğüs kafesinde bir karıncalanma hissetti. Korku. Endişe. Geçtiğimiz yirmi dört saat boyunca kiralık katillerin eşini ve çocuğunu kaçırdığı konusunda hiçbir şey hissetmiyormuş gibi yaptı. Arada bir gerçek hislerinin dışarı çıkmasına ramak kaldığı oldu. Ama onları hep geri bastırdı.

Şu an hislere yer yoktu.

Aşağıya, Ed’e doğru baktı. Kucağında bomba tüfeğiyle tekerlekli sandalyesinde oturuyordu. Sert bir yüz ifadesi vardı. Gözleri soğuk birer çelik parçası gibiydi. Ed, değerleri üzerine yaşayan bir adamdı, Luke bunu biliyordu. Sadakat, onur, cesaret ve iyi ve doğru olanın yanında kullanılan ezici güç. O bir canavar değildi. Ama şu an, belki de öyle olabilirdi.

“Hazır mısın?” dedi Luke.

Ed’in ifadesi pek değişmemişti. “Beyaz adam, ben doğduğumda hazırdım. Asıl soru, sen hazır mısın?”

Luke silahlarını doldurdu. Kaskını aldı. “Hazırım.”

Pürüzsüz siyah kaskını başına geçirdi, Ed’ de aynısını yaptı. Luke vizörünü indirdi. “Telsiz açık,” dedi.

“Açık,” dedi Ed. Ed’in sesi sanki Luke’un kafasının içindeydi. “Seni net bir şekilde duyuyorum. Hadi yapalım şunu.” Ed, oturduğu sandalyeyi itmeye başladı.

 

Luke onun arkasından “Ed!” diye seslendi. “Şu duvarda büyük bir deliğe ihtiyacım var. İçinden geçebileceğim bir şey.”

Ed bir elini kaldırdı ve devam etti. Bir süre sonra park halinde dizilmiş arabaların arkasında gözden kayboldu.

Luke, bagaj kapağını açık bıraktı. Hemen arkasına çömeldi. Bütün silahlarına hafifçe dokundu. Bir Uzi, bir pompalı tüfek ve iş o noktaya gelirse diye iki bıçak. Derin bir nefes aldı ve mavi gökyüzüne baktı. O ve Tanrı tam olarak hiç anlaşamamışlardı. Bir gün aynı noktada buluşabilseler bunun çok yardımı olurdu. Eğer Luke bir gün Tanrı’ya ihtiyaç duysaydı, o gün bugündü.

Şişman, beyaz ve yavaş hareket eden bir bulut ufukta süzülüyordu.

Buluta “Lütfen,” dedi Luke.

Bir an içinde çatışma başlamıştı.

Weitere Bücher von diesem Autor