Nur auf LitRes lesen

Das Buch kann nicht als Datei heruntergeladen werden, kann aber in unserer App oder online auf der Website gelesen werden.

Buch lesen: «Aşk-ı Memnu», Seite 4

Schriftart:

3

Mlle de Courton’un, Behlûl’ün o kadar istihzalarına hedef olan şapkaları ne derece süslü, şatafatlı ise hayatı bilakis o derece sade, kısaydı. Servetinin son kırpıntılarını Paris’in Longchamp koşularında kaybettikten sonra ancak bir kuş kafasını dolduracak kadar beynini kurşunla yakan bir babanın kızıydı; o vakit evlenmek için pek geç kalan Mlle de Courton ya ailesinin bütün asalet tarihini lekeleyecek bir hayat ile Paris kaldırımlarına düşmek yahut ömrünün sonuna kadar fakir fakat asilzade bir kız sıfatıyla vilayetlerden birinde, hısımlarının yanında sığınacak yer bulmak çarelerinden birini seçmeye mecburdu. İkincisini tercih etti. Hatta burada tamamıyla sığınmış bir mahluk derecesinde kalmamak, sofrada yediği ekmeği kazanmış olmak için evin çocuklarının talim ve terbiyesini üzerine almıştı. Bu, hayatının o yönünü değiştirmiş oldu. Bir gün ufak bir güceniklik, o gücenikliğin arasına giren küçük bir fırsat sebep olarak bu fakir asilzade kız, ta Fransa’nın bir köşesinden Beyoğlu’nun güzide bir Rum ailesine mürebbiliğe geldi. Burada uzun bir zaman, İstanbul’un Beyoğlu’ndan Şişli’ye, köprüden Büyükdere’ye kadar sokaklarından, denizlerinden başka bir yerini bilmeyerek senelerce kaldı; Adnan Bey’in yalısı mürebbiyelik hayatının ikinci ve galiba sonuncu sahnesiydi.

Nihal henüz dört yaşında idi: Adnan Bey bir mürebbiyeye lüzum gördü. Çocuklarına mürebbiye arayanlara ilk kabul ettirilmek istenilen mahluklardan, o henüz Fransa’dan geldiklerini iddia eden ancak bir nihayet iki yerden ziyade bulunmuş olduklarını itiraf etmeyen, rahibelerin yetimhanelerinde yahut terzi çıraklığında noksan öğrenilmiş Fransızcalarını sahte bir telaffuzun süslerine boğmaya çalışan kızlardan takım takım gelmişlerdi. Adnan Bey’in müşkülpesentliğine galebe çalabilecek bir tanesine tesadüf olunamadı. Bazen ikinci günü bir bahane ile izin verilmeye lüzum görülenlerden nihayet iki ay oturmalarına tahammül edilebilenlerine kadar bunların her çeşidinden iki sene bir geçit resmi yapıldı. Bugün Alman olduğunu iddia ederken ertesi gün Sofya Yahudilerinden olduğu anlaşılan, geldiği zaman bir İtalyan kocadan dul kalmış görünerek bir hafta sonra hiç evlenmediğini ağzından kaçıracak kadar yalancılıkta hatırası sağlam olmayan bu mürebbiyelerden o kadar korkmuştu ki Adnan Bey kızı için başka çareler düşünmeye başlamıştı.

Bir tesadüf -İstanbul’da mürebbiyeler için ancak tesadüfe itimat olunabilir- Adnan Bey’e o bulunamayan şeyi buldurdu: Mlle de Courton.

Mlle de Courton’un İstanbul’da bir merakı vardı: Bir Türk evine girmek, bu Türk memleketinde bir Türk hayatıyla yaşamak… Adnan Bey’in yalısına giderken asıl hülya yuvasına giriyormuşçasına kalbi sevincinden helecan içerisinde kalmıştı. Girdikten sonra bu helecan hayrete dönüştü. O, mermer döşenmiş büyük bir sofa; taştan sütunlar üzerine kondurulmuş bir kubbe, yer yer sedef işlenmiş, Şark halılarıyla döşenmiş sedirler; bunların üzerinde elleriyle çıplak ayakları kınalı, gözleri sürmeli, başları daima yaşmaklı, sabahtan akşama kadar zencilerin darbukalarıyla uyuyan yahut bir kenarda küçük, gümüş mangaldan amber kokuları etrafa dağılırken, elmastıraş nargilelerinin yakutlara, zümrütlere batmış marpuçlarını ellerinden bırakmayan çifte çifte kadınlar hayal etmiş; bütün Garp yazarlarının, ressamlarının Şark’a dair hurafe ve efsanelerinden hatırasında kalan uzak yadigârlarla bir Türk evinin başka bir şey olabileceğine ihtimal vermemişti. Kendisini yalının şık, küçük, misafir odasında görünce soran gözlerle kılavuzuna bakmış idi:

“Sahi! Beni bir Türk evine getirdiğinizden emin misiniz?”

İhtiyar kız hülyasında aldatılmış olduğuna bir türlü kanaat edememişti. İşte, senelerce Türk kibar hayatının içinde yaşamış iken hâlâ kalbinde bir şey o farz edilen Şark hayatının mutlaka mevcut olmasına inanmak ister.

Aradığının tersini bulanlara mahsus bir şevk kırılmasıyla daha birinci günü dönmek emelini duymuştu; dönecekti, eğer o gün soluk, süzgün, hastalıklı simasıyla iki senedir ikide birde değişen bu mürebbiye çehrelerinden bezgin, yorgun bir vaziyetle gelen, ona minimini elinin ince parmaklarını dokunaklı bir teslimiyet manasıyla uzatan Nihal için kalbinde derhâl bir derin merhametle karışık bir muhabbet hissetmemiş olsaydı…

Onun sevmek için büyük bir ihtiyacı vardı: Dünyada annesini tanıyamamış, babasını sevememiş, kimse için gönlünde bir bağlılık duyamamış olan, sevmekten mahrumiyet içinde çırpınan bu biçare kalbin yaşlanmış bekareti daima sarf olunacak bir şey arar; etrafında bulunan çocukları, bulunduğu evin hizmetçilerini, kedisini, papağanını dost eder; bunlara yüreğinin o saklanmış hazinesini dökerdi, fakat bir gün bu söylenen şeylerde, birden açılan bir boşluk keşfederek, kalbinden akan muhabbet selsebilinin nasıl çorak bir kum sahrasına döküldüğünü acı bir açıklık ile görerek beş dakika evvel dostları olan çocuklara, hizmetçilere, kedilere, papağana düşman olurdu.

O gün Nihal’in elini elinden bırakmayarak “Küçüğüm, bakayım gözlerinize!..” demiş ve Nihal uzun, uçları yukarıya kıvrık, bakışına garip bir yorgunluk hâli veren sarı kirpiklerini kaldırarak mavi gözlerinde bahar safiyetiyle parlayan bir tebessümle yüzüne bakınca Mlle de Courton kılavuzuna dönerek birden karar vermişti:

“Evet, kalıyorum!..”

Ertesi gün bütün ev halkıyla dost oluyordu. Lisanlarını anlamaksızın, yalnız ona gülerek “Matmazel!” deyişleri için Şakire Hanım’a, Şayeste’ye, Nesrin’e kalbinde derhâl muhabbet duymuş; o zaman henüz paytak paytak yürüyen Cemile’yi yerden kaparak hoplatmış; Beşir’in, ortasında küçük bir çukuru, çehresine daimî bir tebessüm dalgalarını seren çenesini okşayarak “Oh! Minimini siyah mücevher!..” demiş idi. Adnan Bey’in terbiyesinden, zarafetinden pek hoşnut idi; özellikle o, sofrada kendisine karşı takayyüt7 belirtileri göstermişti. Behlûl için o kadar açık bir eğilim duymamış olmamakla beraber belirli bir soğukluk da hissetmemişti. Fakat bütün bu ev halkının üstünde hatta Nihal’den ziyade, muhabbeti evin hanımına teveccüh etti.

Nihal’in annesi hasta ve Bülent’e gebe idi. Mlle de Courton evin içinde en son onu tanıdı. İki gün sonra onu Adnan Bey refakat ederek hastanın odasına götürmüştü. Tabipler hastanın yürümesini, gezmesini yasaklıyorlardı; genç kadın odasında geniş bir koltuk içinde penceresine mahkûm idi. Hastayı, beyaz elbisesinin, sarı saçlarının arasında daha solgun görünen ince, zayıf çehresiyle görür görmez ihtiyar kızın kalbinde derhâl bir merhamet uyanmıştı. O gün hasta şüphesiz iki senedir görülen mürebbiye çehrelerinin sezdiremedikleri itimadı, ihtiyar kızın elli senelik bir saffet hayatıyla neşeli ve dingin duran simasından duyarak hazin bir tebessümle ve kocasının aracılığıyla “Ümit ederim ki Nihal sizi çok sıkmayacak.” demiş idi. “Biraz şımarıkça büyüdü fakat tabiatında bir mazlumluk var ki şımarıklığının fazlasını affettiriyor. Ben bir hayli zamandan beri onunla meşgul olamıyorum. Hatta bilmem ne için, belki bensiz kalıverecek korkusuyla onu mümkün mertebe görmemek, düşünmemek istiyorum. Nihal size yetim kalmış bir çocuk hükmünde bırakılıyor demektir. Siz onun için bir öğretmenden ziyade bir valide olacaksınız…”

Bu sözler ölmekten ziyade çocuğunu yalnız bırakmaktan korkan bir valide tesiriyle, titrek bir sesle söylenmişti. Mlle de Courton, Adnan Bey’in tercümesini dinlerken bu sözlere hastanın ruhunu katmak isteyerek gözlerini, üzerinde rica eden bir tebessümün dalgaları uçan hastalıklı simadan ayırmıyordu. Son cümle onun kalbinde en hassas, en ziyade titremeye eğilimli bir teli canlandırdı: Valide… Nihal’in validesi olmak fikri hayatının bütün mahrumiyetleri içinde en acısıyla o kadar samimi bir irtibata sahip idi ki… Kadınlık emellerinden feragat etmiş bütün biçare kadınların kalbinde her türlü mahrumiyetlerin gözyaşları sükût edebilir fakat bunlardan biri, analıktan mahrum kalmış olmak acısı, daima zehirden birer katre ile damlayan kapanmaz bir yaradır. Zannolunur ki tabiat kadınların ruhuna boş kalmaya tahammül edemeyen bir beşik koymuştur. Bu ihtiyar kızın da ruhunda böyle boş bir beşik, o beşiğin yanında hiç olmazsa boşluğunu uyutmak isteyen bir ananın ağıt türünden ninnileri vardı. Birden, hastanın o son sözüyle bu boş beşiği dolmuş zannetti ve bugünden başlayarak merhametle karışık bir muhabbet onu hastaya meftun etti.

Mlle de Courton’un asaletin vakarına karşı feda olunamayan birtakım hisleri vardı. Bunlar, Adnan Bey’in evine kapılanması esnasında hükmünü icra ederek birkaç esas şartın kararlaştırılmasına sebebiyet vermişti: Çocuğun adi hizmetlerine karışmayacaktı, giydirilmesine nezaret edecekti fakat yıkanmasına müdahale etmeyecekti, kendisinin yalnız nefsine ait bir odası olacaktı, şöyle yapılacaktı, böyle edilecekti… Bu esas şartlar resmî bir anlaşma kadar ehemmiyetle sayılıp belirlenmişti. Hastayı gördükten sonra o gece Mlle de Courton çocuğu yatırmadan evvel ayaklarını yıkamak için Nesrin’den sıcak su istedi. Nesrin bilhassa ayaklarından pek ziyade gıcıklanan Nihal’i güldürerek yıkarken bir aralık Mlle de Courton bütün asalet vakarını unuttu. Nesrin’in yanına oturarak ve ıslanmamak için yenlerini çekerek ellerini leğenin içine soktu; bu minimini beyaz şeylerden birini alarak, okşayarak, gıcıklayarak, Nihal’i fıkır fıkır güldürerek, güya Nesrin’e ders verdi. Nihal için bir valide olmak fikri bütün o esas şartları feshedilmiş bir nüsha hükmüne getirmişti.

Her gün öğleye yakın, derslerini bitirdikten sonra, çocuğu alır, hastanın odasına gider, bir dakika bir yerde duramayan Nihal ortalığa karıştırırken o, hastanın karşısında gülümseyerek otururdu. Bu iki kadın yalnız gözlerinin sessiz ifadesiyle birbirine kalplerindekilerini dökerlerdi. Böyle ne kadar açık sükûtlarla birbirinin ruhunu duymuşlar, görüşemeksizin ne demek istediklerini anlayarak dost olmuşlardı.

Bülent doğduktan sonra hastada o kadar güçten düşme eseri görünmeye başlamıştı ki herkesle beraber Mlle de Courton da çocukların annesiz kalmaya mahkûm olduklarını anlamıştı. Hasta iki sene, bir camekân içinde yavaş yavaş kuruyan nazik bir bitki gibi güya damla damla can vererek sürüklendi; nihayet Nihal bir gün mürebbiyesiyle Büyükada’ya; Adnan Bey’in ihtiyar halasına gönderildi. Çocuk, orada geçirdikleri on beş gün zarfında hiçbir kere ne annesini sormuş ne evi aramış idi. Yalnız döndükleri gün birden, kendisini karşılayan yaşlı gözlerin karşısında hakikati anlayarak bağırdı:

“Anne!.. Annemi görmek isterim!..”

Sonra etrafında cevap vermeyerek yüzlerini çeviren bu perişan ev halkını görünce çocuk kendisini yere atmış, kollarıyla bacaklarını kıvırıp duran asabi bir çırpınma içinde, boğazını yırtan ve heyhat cevapsız kalmaya mahkûm olan “Anne!.. Anne!..” feryatlarıyla ağlamaya başlamıştı.

O zaman ihtiyar kızın gözlerinin önüne olanca heybet ve azametiyle bir mukaddes vazife dikilmiş oldu: Bu validesiz çocuğa validesizliği unutturmak…

***

Nihal’de bazı şeyler fark ederdi ki bunlar kalbinde ufak bir korku uyandırırdı. Bu çocukta garip, çözümlemeden kaçan tezatlar vardı. Babasından başlayarak bütün ev halkına kadar ona gösterilen muhabbette her vesile ile bir merhamet hâkim olur ve bu acınarak sevilmek zaten çocuğun irsi bir zaaf ile hastalıklı asabında daha ziyade bir incelik, daha ziyade bir hassasiyet uyandırırdı. Bu, onu bir mazlumiyet havası içinde sarıyordu ve sanki bu havadan şu narin çiçeği öldürmeyecek fakat daima sarartıp solduracak bir zehirleyici nefes yayılırdı. Onun için Nihal’de herkesin gözlerinden damla damla içilen merhamet manasının bir yetim elemi vardı. İhtimal bu, o kadar dikkati celbetmeyecekti, eğer yanında tezatlar teşkil eden şeyler olmasaydı. Bu tezatlar mazlumiyetini, daha ziyade anlaşılırlık ve açıklık veren bir daire ile kuşatırdı. Öyle şımarıklıkları vardı ki Nihal’i birden başka bir çocuk olmuş zannettirirdi. Hele babasına karşı ara sıra birkaç yaş küçülür, dizlerine tırmanır; sakallarının altından, ta dudaklarını kılların tırmalamayacağı yerlerden öpmek ister; güya sevildiği kadar sevilmek ruhunu tatmin etmiyormuşçasına daha ziyade sevilmek için sırnaşık bir çocuk olurdu. Bir yerde beş dakikadan fazla durmak, bir şeyden beş dakikadan ziyade eğlenmek; daimî bir sıkıntıdan, gizli, durmadan ruhunu ezen, derin bir yürek üzüntüsünden firar etmeye çalışıyor zannolunan Nihal’den beklenemezdi.

Mlle de Courton en ziyade bundan bizar idi: Nihal’e yarım saat muntazam imla yazdırmaya, piyanosunda alıştırma yaptırmaya muvaffak olamazdı; dersler daima sektelere uğrayan kırık kırık parçalardan teşekkül ederdi fakat bir gün, bilinemez nasıl, Nihal o kazazede derslerden öğrenmiş olarak çıkardı.

Uzun uzun hırçınlıkları vardı ki eğer gözyaşlarının bir taşması ile, bir asap buhranı ile sükûn bulmayacak olursa günlerce sürerdi. Gözyaşlarından, çırpınmalardan, tepinmelerden sonra fazla uyku uyumuş gibi simasına bir yorgunluk çöker, sanki bu buhran onu hırpaladıktan sonra dinlendirirdi.

Belirli olmayan fasılalarla, olmayacak vesilelerle dökülen bu yaşlar ruhunun rikkati fazlası idi ki mutlak taşmaya muhtaç idi. Ondan sonra çılgınca bir sevinç devresi başlardı; Bülent’le, Cemile’yle, Beşir’le yalının geniş sofalarını, büyük bahçesini bitmez tükenmez gezintilerin gürültülerine boğardı.

Mlle de Courton korkardı ki bu tezatların arasında Nihal’in zayıf, narin vücudu muhtelif rüzgârların çarpışma noktasına tesadüf etmiş ince, narin bir dal mukavemetsizliğine uğramasın.

Adnan Bey’le ne kadar uzun istişareler etmişler, bu tezatları mümkün mertebe hafifleterek çocukta bir mizaç düzeni vücuda getirebilmek için ne çareler düşünmüşlerdi fakat buldukları tedbirlere karşı bu asap muamması her defasında isyan ediyordu.

Asıl Bülent’le idaresinde zorluklar görülürdü. Annesinin karnından bir bebek çıkaracakları haberini daima sevinerek, sevincinden ellerini çırparak karşılarken o doğduktan sonra birden bu sevinçte bir değişiklik vukuya gelmiş idi. Evvelce annesinin yanına ancak günde bir iki defa giderken artık oradan ayrılmamak, başkasının bu yeni bebekle meşgul olmasına meydan bırakmamak, annesinin yatağına tırmanarak aralıksız Bülent’i öpmek için türlü huysuzluklar icat etmiş idi. Bir hafta, çocuk annesinin odasında kaldığı müddetçe, Nihal kıskançlığından çıldırmış zannolundu. Çocuğu hastanın yanından ayırıp ta yalının bir köşesine, Şakire Hanım’ın yanına atmaya mecburiyet görüldükten sonra Nihal, Bülent’i unutmuş göründü. Çocuğu annesine nadir ve gizli getirirlerdi, yalının içinde Bülent ara sıra görülürdü.

Daha sonra Şakire Hanım’ın yanından alınarak Mlle de Courton’a verebilmek için Nihal’in görüşüne müracaat olundu: “Bülent’i sana vereceğiz, onu sen terbiye edeceksin, yanında yatıracaksın, soyup giydireceksin, Bülent artık senin olacak…” denildi. Nihal bu desiseye kapılmış göründü, Bülent’in kendisine verileceğini çılgınca bir sevinçle kabul etti ve işte o günden beri Bülent, Nihal’in, yalnız Nihal’indir, başka hiç kimsenin değildir.

Nihal’in kıskançlığında, ta küçüklüğünden beri, hemen bütün çocukların kıskançlığına karışan hıyanet fikri yoktu; çocuğun ne gizlice parmağını ısırır, ne yavaşça kolunu çimdiklerdi. Onun kıskançlığında başka bir şey vardı: Herkesi Bülent’ten değil, Bülent’i herkesten esirgiyor, başkalarıyla onun arasına kendi kalbini koyarak ona herkesten ziyade yakın olmak istiyor zannolunurdu.

Evin içinde âdet olmuştu -ilk önce latife olarak başlanıp yavaş yavaş bir kaide hükmünü ve kuvvetini alan bir âdet- ne zaman Bülent’e dair bir şey olsa Nihal’e müracaat edilir, Bülent’e tembih olunacak şeyler Nihal’e söylettirilir hatta Bülent de daima Nihal’le tehdit olunurdu. Annelerini kaybettikten sonra ruhunun gizli bir ihtiyatıyla Nihal, Bülent’e daha ziyade yakınlaşmış idi. Bir tabii his sanki minimini kızı küçük kardeşine bir valide olmaya sevk ediyordu fakat öyle bir valide ki çocuğunu herkesten kıskansın, onu başka birisinin eli sürüldükçe kalbinde bir şey yırtılsın.

Bir gün Adnan Bey Bülent’i dizlerinin üstünde hoplatıyordu, Nihal onları görmemek için o tarafa bakmıyordu, bir aralık babası Bülent’in gevrek gevrek kahkahalarına dayanamayarak minimini, tombul yanaklarını öperken Nihal başını çevirdi, duramayarak ilerledi, ta yanlarına gitti, sokuldu, o kadar ki bu buselerin arasına bir perde çekmek istiyordu, sonra birden babası durarak kendisine bakınca kızardı fakat itiraf etti: “Oh! Yeter artık baba… Fena oluyorum!” dedi. Nihal’in bütün hassas ruhu bu son sözün içindeydi. Adnan Bey o günden sonra Nihal’in yanında Bülent’i sevmekten nefsini menetti lakin Nihal artık bir kural koymuş oldu: Bülent’i sevmek, okşamak için birisinde, bilinemez nasıl bir keşif hissiyle, arzu olduğuna vâkıf olur olmaz kendisinden izin almaksızın bu arzuya müsaade olunmasından korkarak “Bülent’i hiç sevmiyorsunuz!” cümlesine benzer bir şey söylerdi.

Dünyada bu endişelerden uzak, bu bin türlü kayıtlardan azade, etrafında cereyan eden bütün bu şeylerden haberi olmayan birisi varsa o da Bülent idi. Onun yalnız bir şeye merakı vardı: Gülmek… Ve dünyada en ziyade onu güldürecek, en neşeli kahkahalarına serbest bir uçuş verecek Nihal’di; özellikle iki kardeş yalnız aralarına bir üçüncü kalp girmeksizin yapayalnız bulundukları zaman…

Yatak odaları yalının en üst katında, bahçeye bakan tarafta idi. Büyük sofadan buraya genişçe bir koridordan gidilirdi. Birinci odada Adnan Bey, üçüncüde Mlle de Courton, ikisinin arasındakinde onlar yatarlardı. Burada hem yalnız idiler hem bir taraftan babalarıyla, diğer taraftan ihtiyar kızla beraberdiler. Odaların arasında birer aralık kapı8 vardı ki geceleri yalnız perdelerin kapanmasıyla kapatılırdı. Daha sonra, koridorun dördüncü ve sonuncu odasında çocuklara bir dershane teşkil olunmuştu. Dershaneye ayrılan bu oda mürebbiyenin bir daimî derdiydi. Bülent’in derslerinden ziyade kasırgalarına zemin olan bu oda kadar dünyada karışıklığa mahkûm bir yer daha olamayacağına yemin ederdi. Evin içinde bir sigara iskemlesinin yer değiştirmesine kıyametler koparacak kadar intizam merakında aşırılık gösteren Adnan Bey çocukların bu odasına girmezdi, oraya ne zaman girse sinirlerinde bir hastalık hissettiğini iddia ederdi.

Yalıda başka hiçbir şeye ilişmemek yeminine karşılık burada bütün istediklerini yapmak için Bülent’e müsaade verilmiş idi, Bülent de bu müsaadeden yalının hiçbir yerinde bir tahrip eseri bırakmamak mecburiyetinin intikamını alacak derecede istifade ediyordu.

Minimini bir yazıhaneleri vardı ki babasının bir gün birkaçını aşırdığı oymacılık aletleriyle kenarlarına kendine mahsus saçaklar hakketmiş idi. Mlle de Courton’a sırasıyla gelen “Figaro” nüshalarından gemiler, külahlar, sepetler yapılmış; duvarlara, pencerelerin mandallarına, siyah yazı tahtasının kenarına asılmış idi. Ablasının bütün eski kitaplarından, resimli nota kapaklarından resimler oyulmuş, camlara, kapıların arkasına, ta duvarda Avrupa haritasının denizlerine yapıştırılmış idi; böyle oyulmuş bir şemsiye vardı ki ta okyanusun bir tarafına atılmış, bir rüzgâra kapılarak Amerika seyahatine çıkmış idi. Daha sonra bin türlü kırılmış oyuncaklar, koparılmış kitaplar, o her gün sabah akşam toplanıp da Bülent’in yalnız bir uğramasıyla güya canlanarak haşarı kedi yavruları gibi odanın her tarafına dağılan ufak tefek, ayak basacak, oturacak yer bırakmazdı. Şimdi Bülent yeni bir merak çıkarmış idi: Elinde kurşun kalemiyle duvarlara resimler yapıyordu. Hayalinden bugün bir gemi, yarın bir deve çıkıyor, duvarın bütün etekleri yavaş yavaş doluyordu. Artık boyu yetişebilecek kadar yer kalmadığı için şimdi iki günden beri hep âdeti böyle idi: Evvela müsaade etmemek, kendisine itaat olunduğunu gördükten sonra artık engellemeye lüzum görmemek… Oh! Ne güzel olacaktı!.. Behlûl ona bir kutu boya getirmiş idi, bunların içinde her renkten vardı, bütün o resimler boyanacaktı… Deveyi kırmızı yapacaktı. “Değil mi abla, deve kırmızı olur, değil mi?” Nihal henüz yumuşamamıştı. “Deli misin?” diyordu fakat devenin rengini haber vermiyordu.

Hemen bütün hayatları odada geçerdi. Sabahleyin uyandıktan sonra yıkanırlar, giyinirler; Mlle de Courton’la beraber aşağıya, yemek odasına inerek sütlü kahvelerini içerler, güzel havalarda bir saat kadar bahçede gezerler, Bülent, Beşir’le koşar, Nihal büyük kestane ağacının altında matmazelle beraber oturur, sonra ihtiyar kız hiçbir vakit göğsünden eksik olmayan küçük saatine bakarak haber verir, “Vakit geldi!” der, tekrar içeriye girerler ve odalarına çıkarlar.

Artık ders başlardı. Nihal şimdi akşamları babasına düzeltilmek üzere küçük ahlak parçaları tercüme ediyor, kolay manzumeleri nesre çeviriyor, günlük hayata dair esaslar üzerinde mektuplar yazıyordu. Mlle de Courton Nihal’le meşgul olurken Bülent her vakit geri kalan fiil defterlerini doldurmak için yazıhanenin ta öte tarafında kalemini hokkadan çıkarmazdı. Bazen Mlle de Courton’un gözü Bülent’e ilişirdi ve sert bir sesle bağırırdı: “Bülent!..” Bülent nihayet ikinci şahıs emir çekimlerine kadar ciddiyetle yazabildiği bir fiilden usanarak oraya, emir kipi ile dilek kipi arasına ya sekiz on eğri büğrü çizgiyle bir köşk yahut ortasında hiçbir çiçeğe benzemeyen bir şeyle bir saksı kondurmak üzere bulunurdu.

Bülent’in sebebiyet verdiği bu fasılalar Nihal için ganimet sayılacak fırsatlardı; o mutlak sekiz satırlık bir iştigalden sonra bir nefes almak, derste tesadüf olunmuş bir kelimeden türetilerek uzun uzun devam eden bir konuşma açmak yahut Mlle de Courton yerinden kalkıp Bülent’in defterinden köşkleri, saksıları kaldırırken o da pencereye koşup bahçeye bakmak için vesile kollardı. Nihayet bu arızalar arasında Nihal’in dersi biter, on dakikalık bir tatilden sonra Bülent’in derslerine başlanırdı.

Mlle de Courton Bülent’le meşgul olurken Nihal’in piyanosuna, gergefine, dikişine, işlemelerine çalışması kararlaştırılmıştı fakat onun yarım saat bir şeyle iştigali mümkün olmadığı için canı ne zaman isterse piyanosundan dikiş takımına, dikiş takımından gergefine geçmesine müsaade olunurdu. İhtiyar kız bu kelebek için başka bir çare bulamamıştı.

Mlle de Courton Nihal’in hiçbir şeye dikkat etmeyerek, hiçbir şeyle meşgul olmayarak her şeyi öğrenmesine artık o kadar alışmış idi ki şaşmıyordu, fakat piyanoda ilerlemesine hayretten kendini alamazdı. Mutlak parmakların uzun işlemesiyle elde edilebilecek şeyleri Nihal bir gün yapıvermiş bulunurdu. Bütün Cerni’nin9 temrin silsileleri böyle can sıkacak bir oyun kabîlinden geçmiş idi, şimdi Clementi’nin10 Mlle de Courton’u bile titreten “Gradus ad Parnassum”una hazırlanıyordu. İtalyan musikisinin Cimarosa’larından, Donizetti’lerinden, Markadante’lerinden, Rossini’lerinden, Adnan Bey’in takım takım getirdiği operaları güya evvelden görmüş, işitmiş, hissetmiş denecek bir his ve ihsas kolaylığı ile, Mlle de Courton’un inanmak istemeyen şaşkın gözlerinin önünde, gelişigüzel okuyuverirdi. O vakit ihtiyar kız Adnan Bey’e “Bilir misiniz bu altı senede olmayacaktı.” derdi. “Fakat bunda ne benim ne kendisinin meziyeti var, bu kızın parmaklarına Rubinstein’ın ruhundan bulaşmış olacak…”

Nihal’in parmaklarına o üstadın sanat dehasından bir şey bulaşmış olması fikri öyle adi bir şey idi ki Mlle de Courton’un nazarında anlaşılmaz bir hakikati izah ederek bu musiki muammasını yorumlamış oluyordu, artık başka bir sebep aramaya da lüzum görmezdi.

Nihayet derslere bir mücadele ile son verildi. Babasının getirdiği operaların arasında Wagner’den de vardı ki Mlle de Courton kati bir yasaklama ile çalışmasına mâni oluyordu. Nihal de bilakis bu menedilen şeyi mutlak her gün eline alır, mürebbiyeyi Bülent’in pek ziyade hiddetlendirdiği bir sırayı kollayarak piyanosunda tecrübe etmek isterdi. O zaman Mlle de Courton, Bülent’i unutur, piyanoya koşardı: “Lakin çocuğum, size bin defa söyledim ki bunu çalmak için insanın Alman parmakları olmalı. Parmaklarınızı kıracaksınız, yalnız o kadar değil, fikrinizi, musiki zevkinizi berbat edeceksiniz. Düşününüz bir kere: Bir fırtına ki bacaları deviriyor, kiremitleri atıyor, ağaçları söküyor, kayaları yuvarlıyor, düşününüz o gürültüyü, bundan bir musiki yapınız, işte Mösyö Wagner!..”

Onun Wagner için sükûn bulmaz bir husumeti vardı. Mösyö Wagner derken bu asilzade Fransız kızının damarlarındaki bütün kanlar Alman dâhisini küçümseyerek ıslık çalıyor zannolunurdu.

Artık ondan sonra derse devam olunmaz, ihtiyar kız yemek vaktine kadar odasına çekilir ve çocuklar istedikleri yere gitmek için hür bırakılırdı.

Nihal babasının yanına giderdi. Aşağıda, iş odasında Adnan Bey ikide birde saate bakarak kızının bu sabah ziyaretlerini sabırsızlıkla beklerdi.

İkisinin arasında böyle sevinç ve saadetle geçen saatler ne tatlı saatlerdi! Onun babasına bir düşkünlüğü, bir tutkunluğu vardı ki hiçbir zaman tatmin edilmiş olmazdı. Daima sevilmek, her vakitten ziyade, saniyeden saniyeye kuvvetlenecek bir muhabbetle sevilmek için ruhunda asla teskin edilmeyen bir ihtiyaç vardı: Babasının yanında pek ziyade şımarır; geveze bir kuş, yaramaz bir kelebek olurdu. Sonsuz bir lakırtı sermayesi vardı: Derslerinden, gördüklerinden, işittiklerinden bir küçük esas sebep olurdu, babasına birbiri ardınca sualler sorardı. O, yorulmayarak hatta eğlenerek, ara sıra Nihal’in bir şeytanlık ve istihza fikriyle üzerine bir parça neşe serptiği bu konuşmalardan gülerek çocuklaşırdı; aralarında bir yaş seviyesi hasıl olurdu.

Yemekten sonra Adnan Bey İstanbul’a inerdi. Çocukların o gün Mlle de Courton’la uzun bir seyranları yoksa yalının içinde Adnan Bey’in dönüşüne kadar süren cevelanları olurdu. Nihal’in özellikle vakit geçirmek için hoşuna giden yer Şakire Hanım’ın mutfağıydı.

Haremde bu mutfak oyuncak kabîlinden yaptırılmıştı. Ara sıra Adnan Bey senelerden beri düzenine halel gelmeyen aşçısının yemeklerinden usanır, Şakire Hanım’dan bir midye dolması, bir Tatar böreği, bir çerkeztavuğu isterdi. Bu, Hacı Necip’ten gizli tutulurdu, haber alacak olursa Hacı Necip günlerce suratı asar, günlerce Adnan Bey’e görünmezdi.

Bir gün midye kabuklarını görmüş, kırk senelik aşçı olduktan sonra Şakire Hanım kadar midye dolması dolduramazsa ayıp olacağını söyleyerek gitmeye kalkmıştı. Şakire Hanım’la aralarında daimî bir çekişme vardı: Mutlaka Şakire Hanım dönme dolaptan harç verirken kavga olur, Hacı Necip ikide birde “Ya kiler dışarıya çıksın ya mutfağı büsbütün içeriye alın!” derdi.

Bazı defalar bu mücadeleler o kadar şiddet kazanırdı ki Şakire Hanım’ın kocası, Vekilharç Süleyman Efendi, barış için aracılığını kullanmaya lüzum görürdü. Bu mücadelelerden evin içinde iki kişi pek memnun idi. Bülent’le Beşir… Hatta onlar biraz, iki tarafı kızıştırmaya yardım ederlerdi.

Şakire Hanım’dan bir şey istenilse Nihal yalvarırdı:

“Kuzum, bacı, beni bekle, emi? Beraber yapalım…” O gün Nihal, Cemile, Nesrin hatta ara sıra Nesrin’e çıkışmak için gelerek dönüşte geciken Şayeste, Şakire Hanım’ın etrafında dönerler, küçücük mutfağı bir mahşere çevirirlerdi.

Burası yalının ikinci katında, bahçeye nazır, bol güneşli pencerelerini sarmaşıklar kaplamış, beyaz mermer döşeli, daima son derece temiz, bir naziflik havasıyla insana iştah veren bir yerdi. Bazar Alleman’dan alınmış tencereler, sahanlar, bütün o bir salon eşyası zannolunacak kadar zarif ve narin şeyler, sarmaşıkların yeşilliklerden süzülerek giren güneş ziyaları altında nazifliklerinin şaşaalarını serperlerdi. Artık burada ve sevimli mutfağın içinde, kendisine bağlılıklarını bütün ruhuyla hissettiği bu mahlukların arasında latifelerle, sahte kavgalarla, itişip kakışmalarla, kahkahalarla geçen saatleri Nihal bütün kalbini ısıtan bir saadet duyarak geçirirdi.

Akşam babasının dönüşünü sabırsızlıkla bekler, ta merdivenlerin üstünden bağırırdı:

“Baba!.. Bugün size bir şey pişirdim ki… Şakire Hanım’a, sorunuz da bakınız, onlar hiç karışmadılar.”

Güzel havalarda babalarıyla beraber akşam seyranlarına çıkarlardı. Mlle de Courton, bu saatleri yalının bahçesinde Alexandre Dumas’nın hikâyelerine ayırırdı.

Genç kızlara roman okutmamak Mlle de Courton için en ziyade uygulamalı bir terbiye kaidesiydi ki şiddetle Nihal hakkında geçerliliğini muhafaza ederdi, fakat kendisinin hikâyelere, özellikle Alexandre Dumas’ya derin bir tutkunluğu vardı. Nihal’in suallerinden azade kalabilmesine müsait fırsatları bütün hikâyelere hasrederdi. Bu itiyadın neticesiyle onun hayatına, hissiyatına Alexandre Dumas ve ona benzeyenlerden bir şeyler sirayet etmişti. Sanki hikâyeler ihtiyar kızın gözlerine renkleri değiştiren bir gözlük takmıştı; o ancak kenarından hisse aldığı hayatı hep bu gözlüğün arasından görür, önüne tesadüf eden çehreleri anlamak, hayatının ufak tefek vakalarına bir hüküm vermek için bütün zihninde yaşayan hikâye hatıralarına müracaat eder, onlarla bir benzerlik nispeti kurduktan sonra bir netice çıkarırdı. Hemen hikâyelerinden birinin bir sahifesiyle uyuşamayan vakalar ehemmiyet verilmeyecek bir yalan derekesine inerdi.

***

Nihal o akşam Adnan Bey’in kendisini görmek istediğini haber verince işte altı seneden beri birinci defa olarak böyle talep olunan görüşme için ihtiyar kız derhâl bir şüphe duydu. Bunun hikâye hatıralarından hangisinde bir tatbik zemini bulabileceğini hemen düşünmüştü.

Adnan Bey hayatının bu şartlar içinde devam edemeyeceğine dair bir dolaşık nutukla ihtiyar kızı kendi düşünceleri dairesine çekmeye çalışırken o hâlâ düşünüyordu, nihayet izdivaç fikri bu nutkun bulutları içinden bir şimşek parıltısıyla nazarında tutuşunca Mlle de Courton şaşkın, mütehayyir, ağzı yarı açık durdu. Hayır, hikâyelerinden hiçbirinde bu vakaya bir tatbik zemini bulamıyordu, inanmadı ve kendisini zapt edemeyerek Adnan Bey’le bütün resmî özenişlerine rağmen “Latife ediyorsunuz…” dedi.

Bu latifenin müthiş bir hakikat olduğunu anladıktan sonra ihtiyar kız duramadı, ayağa kalktı. “Lakin Nihal, lakin Nihal!.. Bu onu öldürür, anlıyor musunuz?” diyordu. Sonra Adnan Bey’in gözlerini indirerek cevap vermediğini görünce hissetmişti ki Nihal’in başı ağrısa çıldıran bu babada o ihtimalin feryadı bir karşılık bulamıyordu. Nihayet Adnan Bey cevap verdi: “Hayır…” dedi. “Yanılıyorsunuz. Nihal’i o kadar yakından incelememişsiniz, yalnız almaya lüzum görülecek bazı tedbirler var. Hatta size de müracaattan maksat bu…”

O zaman o mühim vazife kendisine teveccüh olunmuştu. Kabul etmemek için çırpındı hatta bu vazifeyi icraya mecbur olmamak için bu evden kaçacağını söyledi; sonra birden Nihal’in asıl bu zamanda kendisine muhtaç olacağını düşündü, bu müthiş hakikat ile o narin vücudun arasında çarpışmayı hafifletecek bir kalp lazımdı ve o kalp ancak kendisinin kalbi olabilirdi.

7.Takayyüt: Özen gösterme, üstüne düşme. (e.n.)
8.“Ara kapı” anlamında. (e.n.)
9.Carl Czerny, Avusturyalı piyanist, besteci ve müzik öğretmeni. (e.n.)
10.Muzio Clementi, modern piyano tekniğinin babası olarak anılan İtalyan asıllı İngiliz bestecidir. (e.n.)