Merxas

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

Mérxas

Alan Lezan



©Juli 2009 – Alan Lezan - Frankfurt am Main






1





Gece karanlık, gizem ve ürperti demektir. Gizem bilinmezliğe açılan yol gibidir. Bilinmezlik merak uyandırır, dolayısıyla hayallerin yoğun olduğu saatlerdir, katran karası geceler!



Ve gündüzlerin uyumuş halidir belki de, geceler!



Nedense Mérxas’ın gözüne geceleri uyku girmiyordu. Aslında öyle önemli günübirlik sorunları yoktu, ama buna karşın dünya sorunlarının hepsini kendi sorunlarıymış gibi algılıyordu. Biliyordu, böyle düşünmek aslında doğru değildi ve boştu ama o, bir kere öyle düşünüyordu. Dahası öyle düşünmek elinde değildi.




Savaşlar, açlık, susuzluk, sefalet diz boyu…




Evrensel sorunları bir kenara bıraksa, sadece Kürdler ile ilgilense bile işin içinden çıkamıyordu. Bir insan yalnız başına ne yapabilirdi ki? Belki zengin olsa sevdiğin birkaç kişiye parasal yardım edebilirdi. Ya başka? Başka da yine dünyada olup bitenlere bakıp, hiçbir şey yapmamaktan vicdan azabı duyacak, yine uykusuz geceler geçirecekti. Çünkü dünyadaki bütün kahpelikleri, puştluk ve alçaklıkları biliyordu.




Onun geceleri, aslında siyah değil masmaviydi.




Arada sırada biraz internette bazı şeyler okuduktan sonra balkona çıkar, uzaya, sonsuz ve bucaksız gökyüzüne bakar dururdu. Samanyolu, Sirius.




Gece, bir yanılsamadır. Gece denilen şey, güneş gölgesinden başka bir şey değildi, ama o gölge, yıldız sayıları kadar yakamoz barındırıyordu.



Gece arzda baykuşların, farelerin, yarasaların belki de Drakula'nın ilgisini de çekiyordu.



Gece sevgi demekti.



İnsanlar neden genellikle geceleri sevişirler?



Geçenlerde bir yerde okudum, New York’ta herhangi bir yılda, bir hafta süreyle cereyan kesilmiş; o yıl New Yorkluların en çok çocuk doğurduğu yıl olmuş!



Geceler kadın rahimi gibidirler, bazen de acı doğururlar.




Mérxas, gece karanlığına daldığında, kimsenin olmayışı, gürültünün azlığı ve durgunluğun aktiflikten daha faza olması, belki de en sevdiği durumdu.



Koyu mavi gökyüzü ve yıldızlar. Kim bilir bu uçsuz bucaksız bulanıklığın içerisinde kaç bin tane başka yaşam biçimi vardı? Bizler uzayda yaşayan tek varlıklar olamazdık. Kim bilir onlar belki bizim varlığımızı biliyorlardı, ama ekolojik atmosferimize karışmıyorlardı. Allah denilen bir şey gerçekten var mıydı acaba? Allah olsaydı da sıfırdan ve hiçten var olamazdı. Onun da bir yaratıcısı olamaz mıydı?



Mérxas bugün yine çok yorgundu. Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Mérxas hayat yorgunuydu. Manik depresyonlar kendisini rahat bırakmadığı için, sık sık intihar etmeyi düşünmüştü.



“Neden yaşamalıyım? Benim için yaşamanın hiçbir anlamı yoktur,” demişti.



İnsanlar nedensiz dünyaya geliyorlar, 8 saat çalışıyor, 8 saat yatıyor, 8 saatte alışveriş, yeme içme ve temizliğe gidiyor, derken yaşlanıyor ve ölüm kapıya dayanıyor.



“Böyle yaşamaktansa yaşamamak daha iyidir,” diyordu. “Böylesi bir yaşamın anlamı neydi?”



Mérxas, gezmek, dolaşmak, eğlenmek istiyor ama yapamıyordu. Ağır depresyonları vardı ve yerinden kımıldayamıyordu. Yatıyordu yatağa ve kara kara düşünüyordu. En çok da intihar için planlar yapıyordu. Ama ölmek için, intihar için cesaret lazımdı…



“Ya sakat kalırsam ne olacak?” diyordu kendi kendine.




Mérxas, yaşamdan iğreniyordu. Yaşam Mérxas’a büyük ve zor bir yükmüş gibi geliyordu




“Neden doğdum?” diyordu. “Dünyada yeterince insan yok muydu? Benim doğmamın anlamı neydi?”



Geldiği gibi de yine gitmeliydi. Kimseye yük olmamalıydı. Bu günden öteye kendisinde bir yaşama arzusu yoktu. Her nedense yaşamak istemiyordu. Bazı günler olurdu ki dünyayı kucaklamak istiyordu. Planları çokluğundan ne yapacağını şaşırıyor, nereye gideceğini bilmiyordu. Bir daldan bir dala atlıyordu. Böylesi günler uzun sürmezdi, ama depresyonlar geçip tekrar geliyorlardı. “Neden ben?” diyordu. “Bu ne biçim bir kader?”




Lise son sınıfındaydı. Okulun bitmesine altı hafta kalmıştı ve imtihanlar vardı. İmtihanlardan çok korkmuştu öyle ki, geceleri uyku gözlerine girmemişti. 19 yaşında ilk panik atağı yaşamıştı. Hastaneye düşüyor, ilaç alıyor ve ilaçların yan etkilerinden okuluna devam edemiyordu. O günden bu güne hastalık peşini bırakmıyordu.



Şimdi 36 yaşındaydı. Sanki son 17 yılı yerinde sayarak geçirmişti. Hastalıktan başka hiçbir şeyle uğraşmamıştı. İş hayatı nedir bilmiyordu. Bir iki kere yalnız yaşamayı denediyse de başaramadı. Ailesine geri dönmüştü. Mérxas yaşamdan çok korkuyordu. Ya annem ve babam ölürlerse bana ne olacak, kim bana bakacak diye düşünüyordu. Evin tek çocuğu ve çalışamıyor, kendi kendisine bakamıyor, alış veriş yapamıyordu. Yaptığı tek şey arada sırada bir şeyler yemek ve yatağa uzanmak. Kafasında olan problemlerden dolayı uyuduğu yoktu. Günde üç dört saat ya yatar, ya da yatmazdı.



Mérxas, neler düşünmezdi ki? En çok ölümü ve dünyadaki haksızlıkları düşünüyordu. Pozitif hiçbir şey düşünmezdi. “Keşke hasta olmasaydım da Kürdistan’da olsaydım. Oranın güneşi, havası, suyu ve toprağı bana yeter,” diyordu. Ama Avrupa toplumu içerisinde doğmuş büyümüştü. Buna rağmen Kürdlere olan haksızlıkları, Kürdistan’ı, varoşlardaki aç susuz çocukları iyi biliyordu. Kürdler için bir şeyler yapmak istiyordu ama hiçbir şey yapamıyordu. Çok vicdan azabı çekiyordu.



“Yahudiler ve Kürdler” diyordu. “Bu iki halk dünyada en büyük zulmü gördüler, hem de dünyanın gözü önünde. Kimse bir şey yapmıyor. Neden bu haksızlık? Bu da benim hastalığım gibi bir şey olsa gerek. Ama neden? Biz ne yaptık ki Allah bize bu kadar acı çektiriyor?”



Mérxas’ın çevresi çok kötüydü. Annesi bir terzi dükkânında, babası da duvarcıydı ve inşaatta çalışıyordu. İyi kötü geçimini sağlıyorlardı. Çevresindeki insanların çoğu O’nun hastalığını -psikiyatride en zor hastalıklardan biri olmasına rağmen- anlamıyor,

'tembelliğine bahane üretiyor'

diyorlardı. Oysa o lise son sınıfa kadar başarıyla devam etmişti. Kime ne anlatacaktı? Damdan düşen Nasrettin Hoca, inlemesine türlü yorumlarda bulunanlara

'İçinizden damdan düşen var mı?'

diye anımsattığı gibi, ancak onun halinden kendisi gibi hasta olanlar anlardı.



Annesiyle iyi anlaşıyordu ama babası çalışması için büyük baskılarda bulunuyordu.



Akşama doğruydu. Bir e-mail aldı. Mail englishbaby.com’dan gelmişti. Mérxas buraya İngilizce'sini geliştirmek maksadıyla yazışabilecek bir arkadaş bulmak için kayıt yapmıştı. Anne ve babasından başka arkadaşları yoktu. Çok yalnızdı. Maili gönderen Binet Richard adında 25 yaşında siyah ve çok güzel bir kadındı. Kongo’da yaşadığını yazıyordu. Spor bakanı olan babasının helikopter kazasında öldüğünü ve kendisine 5.423.000 US Dolar miras bıraktığını belirtiyordu. Üvey annesi kendisinin pasaportuna ve diğer evraklara el koyduğu için, söz konusu parayı alamadığını, ancak Avrupa’ya aktarabilirse alabileceğini yazıyordu. Bunun için Binet, Avrupa’da birisine ihtiyaç duyuyordu. Mérxas’ın englishbaby.com’daki sayfasında, resmini görünce kendisine âşık olduğunu ve güvendiği için parayı onun banka hesabı üzerine Avrupa’ya aktarmak istediğini yazıyordu.



Mérxas, maili okuyunca önce şaşırdı. Gözlerini ovaladı bir daha okudu. Binet iki üç fotoğrafını da göndermişti. “Biliyorum” diyordu, “bazı Afrikalılar yalan söylüyor, amaçları Avrupalılardan biraz para koparmak. Ama inan bana” diyordu. “Ben seninle yaşamak istiyorum ve senden bir metelik dahi istemiyorum. Babamdan bize kalan para her şeyimize yeter.”

 Fakat Binet Mérxas’ın hasta olduğunu bilmiyordu. Ayrıca üvey annesinden kaçtığını, Senagel’de Amerikan İltica Kampı’na sığındığını, çok kötü koşullar altında yaşadığını, geçimini şu an vücudunu satmakla sağladığını yazıyor ve adeta Mérxas’a kendisini bu zor durumdan kurtarması için yalvarıyordu.



Mérxas şok geçirmişti. Nasıl olur da insanın 5,5 milyon US Doları olur ve geçimini vücudunu satmakla sağlar? Binet’in hiç mi orada iyi bir arkadaşı veya akrabası yoktu? Mérxas, Binet’i bir an evvel oradan kurtarmak istiyordu, ama elinde yapacak bir şey de yoktu. Çünkü ne kendisine yardım edecek arkadaşları vardı, ne de parası…



Mérxas ve Binet bir hafta boyu mailleştiler. Mérxas, kendi durumunu izah etti. Binet de:



“Ben senden bir şey beklemiyorum. Beni bu zor durumdan kurtar gerisi sorun değil!” dedi ve Mérxas’a Banka Müdürü’nün e-mail adresini gönderdi ve, “Oraya yaz ve durumu izah et!” dedi. Mérxas, Banka Müdürü’ne bir mail attı. Ertesi gün hemen cevap geldi. Mérxas’ın Kongo’da bir avukat tutması gerekiyormuş ve parayı ancak avukat aracılığıyla Avrupa’ya aktarabilirmiş. Sözde avukatın parasını Mérxas'ın peşin göndermesi gerekiyordu. 5.5 milyon US doları aktarıldığında Mérxas bütün paranın %5’ini alacaktı. Avukat bu iş için 700.- US Dolar istiyordu. Ancak Mérxas'ın bu kadar parası yoktu.






***





Benim evim benzinliğin hemen yanı başında caddenin diğer tarafındaydı. Ben bazen oraya sigara almak için gidiyorum. Aslında canım sıkılmıyor, ama arada benzinlikte çalışan Sipan ile konuşmak için oraya sık sık uğruyorum.



Sipan Kiğı'lı bir Kürd. Üniversitede fizik okuyor, zaten fizikten başka kafasında hiçbir şey de yoktur. Devletten okumak için burs alıyor ama yetmediğinden haftada üç dört gün saat 16:00 ile 24:00 arası benzinlikte kasaya bakıyor.



Mérxas da benim gibi sık sık benzinliğe uğruyordu. Ama genellikle asık suratlı, sanki birisi kendisine bir şey yapmış gibi bize küskün, dargın bir hali vardı. Sigarasını alır almaz hemen kaçıyordu. Zaten halinden belli ki insanlardan kaçan bir tip. Neyse! Bir gün öyle içimden geldi:



“İşler yolunda mı?” diye kendisine sordum.



“Okay!” dedi.



“Bir şey içmek ister misin?”

 



”Hayır!”

 “Gel ya! Bizimle bir şeyler iç!” dedim ve yanına gittim kendisine içeceklerin olduğu rafları gösterdim,



“Ne içersen iç, benden…”



”İyi!” dedi. “Seni kıracağıma …”



Bir şeyler mırıldandı ben ne söylediğini anlayamadım, rafa doğru gitti ve bir “Mixery mavi” aldı, hemen yanı başındaki ayak masasına yanaştı. Sipan kasa yapıyordu, ben de Sipan’ın arkasında oturduğum sandalyede kalktım yanına gittim ve, “Ne o?” dedim. ”Birileri moralini mi bozdu?”



Sessizce başını ”evet!” der gibi öne ve arkaya salladı ve bize Binet olayını açıkladı. Sipan hemen; “Sakın ha!” dedi. “Kadın kesin dolandırıcıdır.”




Mérxas’ı birkaç kez görmüştüm, ama yukarıda onun hakkında geçen şeyleri Sipan bana anlatmıştı. Mérxas’ı sadece Kürd olduğunu biliyordum ve Sipan’ın bana anlattıklarından başka kendisi hakkında bilgim yoktu. Yani anlayacağınız bu bizim ilk konuşmamızdı. Onun için “Binet” hakkında sesimi çıkarmadım. Ama ben de Sipan gibi,

 ‘kesin dolandırıcıdır’

 diye içimden geçirdim. Yani dolandırıcı olmazsa, insan kardeşlerinin hesabına bin veya iki bin dolar bile aktarmazken, kim bu dünyada 5,5 milyon dolar hesabına aktarır?



Sigaralarımızı içtikten sonra, biraz da oradan buradan bahsettik. Sonra on bire doğru Merxas evine gitti. Sipan içmeye yavaş yavaş devam ediyordu ve on ikiye doğru zil zurna olmuştu. Öyle ki kasayı ben yaptım. Daha doğrusu ona yardımcı olurken, Sipan’ın kız arkadaşı Songül geldi, ikimizin kasayı yaptığını görünce vay sen misin? “Sen nasıl içersin?” diyerek Sipan’ı azarlamaya başladı. Sesimi çıkarmadım, zaten ne diyecektim ki, onların sorunu?



Sipan aklı başında, çok sakin, ne yaptığını bilen ve belirttiğim gibi zeki bir insandı. Songül’den hoşlanıyordu ama kendisini sevip sevmediğini bilmiyordu. Bazen Songül’ü çok sevdiğini, sonra sevmediğini söylüyordu. “Ben!” diyordu “aslında içki içtiğimde mutluyum. Ben içkiyi daha çok seviyorum, anlıyor musun? Ha, ha, ha!” Bunu bana sıkça söylemişti. “Kız sakız gibi yapışmış bırakmıyor abi! Ne yapayım?” diyordu. “Bana bir akıl ver!”



Ben Sipan’ı tanıyalı birkaç ay olmuştu.



Aslında eskiden de tanıyordum ama Kürd olduğunu bilmediğim için sigaramı alır ve hemen dışarı çıkardım. Bazen de hoş beş ettiğimiz olurdu, ondan sonrada ben geri çekilir eve gelirdim. Sonra bir gün onu tanıyan birisi bana onun Kürd olduğunu söyleyince, ben de onunla artık çekinmeden konuşmaya başlamıştım. Politika, Kürdler, uzay, fizik, felsefe üzerine, o paydos edene kadar sohbet ederdik. Daha doğrusu, benzinliğe sık sık uğrayıp, Sipan’ın hal hatırını sorayım derken, o içmişti ben de yanında içkisine meze gibi bulunmuştum. Şimdi bir de Mérxas katıldı bize.



Doğrusu Mérxas’ın gelmesi bizi sevindirmişti. Sipan’dan öğrendim ki, Mérxas’ın asıl ismi Mehmet’miş. Mérxas Kürd olduğu için kendisine bu Kürd ismi takmış ve aslen Hakkâri’den gelmeymiş. Baba Barzani’ye sempati duyuyormuş. Başka partisi ya da örgütü yokmuş, yani örgütlü de değilmiş. Kürdler için çok şey yapmak istemiş, hastalıktan dolayı bir şey yapamıyormuş ve bu nedenle büyük acı ve vicdan azabı çekiyormuş.



Mérxas, benim forumlarda yazdığımı duyunca çok sevindi. Ben kendisine, “Ben politikacı ya da yazar falan değilim ama Kürdler için bir şeyler karalıyorum, istersen sen de gel beraber bir şeyler yazalım!” deyince gülümsedi.



“Hayır, kardeş…” dedi. “Ben de politikacı falan değilim ve yazma kabiliyetim de yok. Bende kabiliyet olsaydı yazardım, ama belki de kabiliyet var ama dayanamıyorum, yani fiziki olarak dayanamıyorum. Ancak yarım saat okuyabiliyorum, sonra yarım saat, bazen de bir saat ara vermek zorunda kalıyorum. Zor bela bazı şeyler okuyorum ama yazmak… İmkânsız… Hele forumlarda tartışmalara katılmak kesinlikle bana göre değil. Yapabilseydim güzel olurdu ama ben anlaşılan hiçbir şey beceremeyeceğim…” dedi ve neredeyse ağlayacaktı. Ben de,

 “Tamam, tamam,” dedim. “Aslında ben de yazamıyorum ama elimden geldiğini, yapabildiğimi yapıyorum.”



“İyi” dedi. “Yazılarını bu akşamdan sonra forumda okurum…”



Ertesi gün saat on ikiye doğru Songül beni aradı. Sipan’ın akşam zilzurna benzinlikte kapıyı üzerine kapatıp, orada sabahlamak istediğini söyledi ve ekledi:



“Biz inanılmaz bir şekilde kavga ettik. Kendisine bir şey yapar diye çok korktum. Ne olursun onunla benzinlikte bir daha içki içmeyin. Yalvarıyorum size! Bu çocuk içki içince tamamen fıttırıyor.”

 “Nasıl olur?” dedim.



İmkânsızdı, doğrusu inanmak istemedim. Para sorunu yoktu. Kafasında hep fizik ve uzay vardı, çok rasyonel düşünen bir insandı. Böylesi bir insanın bu derece alkol ve uyuşturucu kullanmasına bir anlam veremiyordum. Sipan ile görüşmek istedim ama olmaz dedi, bana inanmazsan kız kardeşini vereyim dedi.



Sipan’a birkaç kez gitmiştim. Sipan, Necla adında kız kardeşiyle beraber yaşıyordu, çünkü Sipan ve kız kardeşi evin tek çocuklarıydılar. Sipan’ın annesi 44 yaşından kanserden, babası ise 52 yaşında kalp krizinden ölmüş. Aslında Sipan’ın anne ve babası daha çok gençtiler. Sipan ikisini de oldukça çok seviyordu. Belki de hep sarhoş olması, içki içmesi bu nedenleydi.



Sipan o akşam oldukça çok içmişti ve fıçı gibiydi desem aslında doğru değil, çünkü hemen her akşamı öyleydi. Bazen Songül kız kardeşi Necla ile birlikte gelir Sipan’a fena şekilde kızarlardı. Bu sefer Necla yoktu ama Songül vardı ve Sipan’a çok kızmış olacak ki, Sipan, Songül’e “Git, yalnız kalmak istiyorum!” demiş. Ama benzinlikte yalnız kalamazdı, gerçi bir taksi de alabilirdi, ama münakaşa etmenin etkisiyle olacak ki, Songül onu benzinlikte yalnız bırakıp eve gitmiş. Sonradan öğrendiğime göre Sipan benzinliğin bir köşesinde yığılıyor ve uyukluyor. Sabaha doğru biraz kendisine gelince bir Taxi çağırarak kendisini zor bela evine atıyor.



Sipan, gerçekten de fizik üzerine birçok şey biliyordu. Bana hep paralel uzaylardan ve yaşamın belki de sonsuz olduğundan bahsederdi. Ama kendisi de bazen inanmazdı, hayatın aslında çok boş ve anlamsız olduğunu da söylerdi.



“Belki de her şeyin bir anlamı vardı, ya da olmalıydı, ama biz bilmiyoruz,” diyordu. “Şu Batılılara bak bir? Kürdistan’da, Afrika’da insanlar açlıktan ölürken bunların hemen hemen her şeyi var, ama yine de mutsuzlar. Tabi mutlu olanlar da var ama onlar genellikle azınlıktadırlar. Sadece Almanya’da her sene 11 bin insan intihar ediyor. Neden acaba?” diyordu.

 “Gerçi 82 milyon Alman ile kıyasladığımızda bu sayı pek de çok değildi. Ama demek ki, mal mülk insanı mutlu etmiyordu. Bizimkiler ekmek su peşinde koştururlarken bunların canı sıkılıyor, macera peşinde geziyorlar. Bu insanlık çok garip bir şey.” diyordu. “Öyle ki insanın aklı ermiyor…”



Üç gün sonra Sipan yine benzinlikteydi ve sanki hiçbir şey olmamış gibi işbaşı yaptı. Mérxas geldi, bugün istisna olarak keyfi yerindeydi. Binet’e dolandırıcı olduğunu yazmış ve gerçekten de ondan sora Binet’ten ona bir tek mail bile gelmemişti. Sipan, Mérxas’a: “Boş ver,” dedi. “Başkasını bulursun. Dünya globalleştikçe dolandırıcılara, hırsızlar, haydutlar, ırz düşmanlar da globalleşiyorlar. Afrika neresi, Avrupa neresi? Ta oradan buraya mail üzeri insan kandırmaya çalışıyorlar, düşünebiliyor musun?”






2





Yine benzinlikteydim. Mérxas bana e-mail adresini verdi. Doğrusu çok sevindim. Belki ben onun tek arkadaşı olurum. Evi de bana çok yakın.



Sipan eskisi gibi keyifli bir daha içki ağzıma almayacağını söyleyerek noktaladı.



“SON!” dedi. Nedenini açıklamadı.



“Hayrola! Birden böyle bir karar alman şaşırtıyor beni,” dedim.



“Yok!” dedi. “Zaten çoktandır bırakmak istiyorum ama bir türlü yapamıyordum. Artık kararımı verdim. Bu günden sonra içkiye son! Sigarayı da bırakacağım ama ikisini birden bırakmak şimdilik biraz zor. Bir gün gelir onu da mutlaka bırakırım. Hayatı sade tatmak bambaşka! Hem sonra benim benzinliğe kapanıp orada sabahlamamı yazman doğru muydu bilmiyorum. Gerçi kimse bizi tanımıyor, isimleri değiştirmişsin, onun için fark etmez ama Songül sana söyledi değil mi? Songül’e gelince, şimdilik bir şey demeyeceğim. İnşallah Songül bu hikâyeyi okumaz ve bana fırça atmaz. Doğrusunu söylemek gerekirse ben Songül’ü seviyorum, ama evlenmekten, aile kurmaktan korkuyorum. Hani şu okulum bir bitseydi ondan sonra düşünürdüm. Ama ben aslında aile insanı değilim ve aslında ayyaşlığı seviyorum. Belki sarhoşken öyle ağzımdan kaçırmışım, ama aslında sen içtiğim birkaç votkayı da abartmışsın. Yazarlık hali olur böyle şeyler. İyi ki beni öldürtmemişsin. Ha, ha, ha!”



Mérxas da:



“Vallahi ne diyeyim! Alan bence iyi yazmış. Beni tanımadığı, hastalığı tam bilmediği halde, kendisini benim yerime koymuş ve yazmış, epeyce duygudaşlık yapmış, sağ olsun. Bu kadarını ben de yazmak isterdim ama hikâyeye nasıl devam edecek, nerede bitirecek onu merak ediyorum.”



Ben tüm bunları duyduktan sonra, onlara bakıp sadece gülümsedim.



“Hakikat, gerçek neydi ki zaten? Önemli olan sizin varlığınızdır. Ben tabi düşündüğüm gibi yazıyorum. Gerçek olan üçümüzün, daha doğrusu Songül ve Necla ile beş kişinin yaşadıklarını bir bir anlatılmasıdır.” Ben tam lafı bitirmişken Necla içeri girdi:



“Ne o!” dedi. “Parti mi yapıyorsunuz?”



Mérxas :



“Hayır” dedi, “Alan’ın hikâyesini konuşuyorduk!”



 Necla:

 “A ha! Okudum!” dedi. Ve bana dönerek:



 “Sipan’ın benzinlikte sabahlaması iyi olmuş değil mi? Ama isimleri değiştirmişsin, zaten bizi tanıyan kim? Bizler yazılmamış bir beyaz kâğıt parçasıyız zaten!”



Bu arada Mérxas :



“Bizler neden yazılmamış kâğıt parçasıyız?” dedi. ”Alan bizi yazıyor ya! Ha bizleri yazmış ha bizim gibi yaşayan milyonlarca insanları?”



Ben de:



“İyi” dedim. “Keselim ve bu hikâye de burada bitsin!”



Sipan:

 “Yok, yok bitmesin!” dedi. “Ayyaşlık, kendinden geçmek belki de en önemli konulardan birisidir. Elbette ben bir daha bu derece içmeyeceğim ama intihar eden, içki içen yaşama dayanmayan çok kişi var. Tabi bu sadece bir hikâyedir. İsimler zaten değişik olduğu için kimse ben olduğumu anlamaz. Alan beni öldürtmemiş ya! Ha, ha, ha! Hem sonra beni öldürtse ne olacak? Bu bir hikâye değil mi? İstersen Alancığım sen bu hikâyede bir roman yap. Roman’ın da baş aktörün Necla ve Mérxas olsun. Bunlar da evlensinler. Mutlu bir yaşam sürdürsünler. Çocukları olsun. Ne dersin Necla? Ha, ha, ha!”



Necla, burun büktü ve sanki hiç duymamış gibi dışarıya bakarak kafasını sağa sola salladı ve,



“Ne can sıkıcı!” dedi.



Mérxas :



”Ben de böyle bir hikâyeyi pekiyi bulmuyorum!” dedi, Necla’ya bakarak: “Tabi aşksız, ölümsüz, film, roman veya hikâye de olmaz! Ama belki de olur ne dersiniz?”



Sipan:

 “İyi öyleyse Alan kardeş!” dedi. “Sen en iyisi mi bu hikâyeyi burada bitir. Roman’ı da başka zaman yazarsın. Görüyorsun işte: Bizler aslında zavallı insanlarız. Biz kimseyi öldürmedik, hırsızlık, yankesicilik vb. hiçbir şey yapmadık ki sen bizi ne diye yazıyorsun? En iyisi sen git o geceleyin yolda olanların, kara parayla, fuhuşla ilgilenen, insan öldüren, savaşları yapan, kumar oynayan, barlardan çıkmayan, dolandırıcılık yapan deli divane insanların hikâyesini yaz. Bizim hikâyemiz sabah kalkıp işe gitmek, ondan sonra yemek, derken televizyon başına, ondan sonrada yatağa. Biz aslında en can sıkıcı insanlarız. Bizim hayatımızda önemli bir şey olmuyor ki yazasın?”



Mérxas:

 “Sahi daha da ne olsun?” diyerek Sipan’ın sözünü kesti. “Siz benim yerimde olsanız ne yaparsınız? Siz hiç olmazsa çalışıyor, televizyon bakıyor, müzik dinliyor, dans ediyorsunuz. Ben sizin yaptığınız işlerin onda birini bile yapamıyorum. Can sıkıntısı mı? Hayır! Ben de can sıkıntısı yok ama boş ver! Kafam zaten allak bulak! Ben bu insanların ne olmak istediğini, ne yapmak istediğini bir bilsem gam yemem ama bilmiyorum. Herkes sanki bir şey arıyor? Ama ne arıyorlar? Hayvanlara bakıyorum, ne güzel çayırda otlanıyorlar. Kuşlara bakıyorum ne güzel ötüyorlar! İnsanların istekleri öyle çok ki, sanki sonsuz! İnsanların istekleri bir türlü bitmiyor. İnsanların bazıları rahat oldukları halde, rahatlık kıçlarına batıyor! İşte kimisi yazıyor, ha bire uyduruyorlar, ilginç filmler, bu da yetmez reel savaşlar yapıyorlar vs. Öf kafam patlıyor! Ben eve gideceğim …” dedi ve gitmek üzereyken, Necla Mérxas’a bakarak:



“Haklısın!” dedi. Film var, video var, kitap var, binlerce çeşit oyunlar, sinema, televizyon, internet buna rağmen can sıkıntısından insan öldüren bile var. Bu insanlar sapık bence!”

 Mérxas Necla’da cesaret alarak:



“Evet!” dedi, “Düşünüyorlar, planlıyorlar artık kendilerini bir şey zannediyorlar.

‘Ben varım’

dedirtmek için neredeyse birbirlerini yiyecekler. Daha ne olsun? İnsan, doğa ve bitkiler insana yetmez mi? Onlar ille de bir şeyler bulacak, ille de bir şeylerle uğraşacak! Momentin tadını bile çıkaramıyorlar. Oysa bir çiçeğin kokusu, bir öpücük insana yetmeli...”

 



Sipan kasanın arkasından;



“Bakın size çok kısa bir hikâye anlatayım!” dedi. “Sizce bu

‘sonsuz istekler’

 insanların doğası değil mi? Eğer bizler mağaralarda ve ağaç kovuklarında yaşamayı kabul etseydik, bu günlere gelebilir miydik? Yani bilim ve teknolojinin olması insanların aydınlanması, ileriye doğru gelişmesi kötü mü?”



Onları süzdükten sonra devam etti:



“Hikâye şöyle: Allah, büyük yapıtı dünyayı bitirince, bütün canlı varlıkları, filden en küçük sineğe kadar toplamış ve teker teker

‘hanginiz nerede yaşamak istiyorsunuz?

’ diye sormuş: Fil; ‘

Bana orman yeter’

 demiş. At,

‘Bana bir çayır’

; Balık,

‘deniz’

 demiş; Sinek,

‘Bataklık’

 demiş vs. Sıra en sonunda insana gelmiş. İnsan demiş ki,

‘Bana dünya, uzay ve uzay ötesi bile yetmez!’

 deyince Allah şaşırmış kalmış.

‘Sen ne biçim bir varlıksın ki, benim malıma da göz koyuyorsun!’

İşte böyle, insanların doğası böyle, insana ne versen yetmez!”



Bu arada Songül içeri girdi ve, “Merhabalar” dedikten sonra bana döndü ve “Alan hikâyeni okudum. Ben sana anlattım sen de bakıyorum herkese anlatmışsın. Hani aramızda kalacaktı? Önemli değil! Sen gerçeği yazdın. Gerçi uydursaydın da fark etmezdi. Zaten bizimkisi için ayyaşlık, kendinden geçmek ne bir sır, ne de yeni bir olay!“



 Mérxas gitmeye hazırlandı ve kapıya doğru giderken, “Alan!” diye seslendi: “Sana bir e-mail atacağım!“ dedikten sonra kaçıyormuş gibi hızlı adamlarla gitti.



Saat zaten gece on ikiye geliyordu. Önümdeki ayak masasında duran sigaramı aldım ve bu satırları yazmak için eve geldim ve yazıyorum işte. Yukarıda yazdığım satırlar artık geçmiş zaman. Saat gece on iki ve günlerden pazar. Daha neler yazacağımı bilmiyorum, kafamda bir proje gibi bir şeyler var ama bakalım bu yazı dizisi bizi nereye götürecek?



İnsanlar gerçekten komik yaratıklardır. Ben bu hikâyeyi yazacağım, forumlara asacağım ondan sonra birkaç kişi okuyacak ve derken günler geçecek ve bu gün yazdıklarım, düşündüklerim yarın artık arşivde olacak. Belki de bunları bir kitap haline getirir yayınlarım. Ama bir de yazılan kitaplara bakınca bazen ürktüğüm olur. Ben her kütüphaneye gittiğimde, ya da internetti taradığımda o kadar okunacak şey görüyorum ki gerçekten şaşırıyorum.



Milyonlarca kitap arasında bizim okuduklarımız ne ki? Ama hayat durmak bilmiyor. İnsanlar ha bire üretiyor ve tüketiyor. Sonsuza dek mi? Sonsuz diye bir şey var mıydı?

 Vallahi benim de Mérxas gibi, böyle şeyler üzerine düşününce bazen kafam allak bullak oluyor. Herhalde felsefe bana göre değil. En iyisi bir sigara içmek!



 Bir sigara?



 Niye içiyoruz biz bu sigarayı?



Kirli dumanı içimize çekiyor, ciğerlerimizi, boğazımızı tahrip ediyoruz? Tadı olsa neyse, ama Almanların dediği gibi: “Es macht Spaß!” Yani zevk veriyor!



Sigaranın zararlı olduğunu bildiğimiz halde içiyor; araba sürmenin, uçağa binmenin ölümcül olduğunu bildiğimiz halde kullanıyoruz. Bu insanlar gerçekten çok garip yaratıklar!

 Trafik kazasında ölenler intihar edenlerden çok daha fazladırlar. Gerçi her şeyin sonu zaten ölüm ama bu da başka bir hikâyenin konusu olsun.



Ben tüm bunları yazarken bir yandan da maillerime bakıyorum.



Gece, şimdilik saat bir, bu saatte mail gelmez, ama maillere bakmak bir alışkanlık olmuş. Olur ya belki Mérxas bana bir şeyler yazar! Ama o, benim bu saatte yattığımı sanıyor. Ben en iyisi biraz daha yazmaya devam edeyim, birazdan yatmaya giderim.




Günlerdir Abdülkadir Aygan kafamdan çıkmıyor.



 1975 ten 1985′e yılına kadar Adana Meslek Lisesi’nde öğrenciyken PKK’ya katılmış. Tesadüf mü artık kaderi mi bilemem, ama o dönem hatırladığım kadarıyla öyleydi ki, herkesin bir grubu vardı. 1958 doğumlu olduğuna göre o zaman Aygan 17 yaşındaymış.



Aslında daha çocuk…



Bir çocuğun politik görüşü ne olabilir? Ama dönem o dönemdi. Devlet ve faşistler tarafından her Kürd eziliyordu. Taraf edinmek, herhangi bir örgütün mensubu olmak bilinçle değil, daha çok tesadüftü. Sol görüşlerin filizlendiği, faşistlerle kavgaların olduğu bir dönemdi. Aygan, PKK’yi bilinçli seçmiş ve başından beri bilinçli girmiş birisi değil, daha çok solculuk

‘moda’

olduğu için bir çoklarımız gibi sempati duymuş ve PKK’ye gönül bağlamış. Ben en iyisi tesadüf eseri diyeyim, siz isterseniz kader deyin.




Aygan, Türkiye’deyken dağa gitmemiş ama Güney’de PKK kamplarına gitmiş. Orada kuryelik ve kılavuzluk yapmış. PKK’nın liderlerinden kampların sorumluları arasındaki önemli yazışmaları, pusulaları getirip götürüyormuş. Köylerden kamplara erzak taşıyormuş. Bir grubu bir kamptan diğerine götürüyormuş. Anlattıklarına göre 1984′teki Şemdinli, Eruh baskınında Mahzum Korkmaz kampındaki grubu o Türkiye sınırına götürmüş. İçeri girmişler ve baskını yapmış, İsmail Beşikçi’nin dediği o

‘ilk kurşun

’u sıkmışlar. Sonra PKK’den ayrılıyor, JİTEM gibi insan kasabı faşist bir organizasyona katılıyor. Olacak iş mi?



Bu dönem, Kürdistan’da yani 1991 ile 2000 yılları arasında 17 binin üzerinde insan öldürülüyor. Abdülkadir Aygan en azından 50-60 kişinin ölümüne bizzat şahitlik yapıyor. Böyle bir insanın pozisyonunda olmak hiç istemem.



Kim ister ki? Gerçekten böyle insanlar nasıl yaşıyorlar? İyi ki yazarak ve konuşarak bu cinayet şebekelerin, yani devletin eli kanlı olduğunu açığa vuruyor. 17 bin kişi ne demek?

 Bence bu bir soykırımdır.



Aygan

’a gelince:

 Mérxas’ın da dediği gibi kirli bir savaşın kurbanıdır. Belki kim onun yerinde olsaydı öyle hareket ederdi. Ancak Sipan, “Yok yapmazdı.” diyor. “Onun yerinde başkası olsaydı JİTEM’e gitmezdi, zaten hapishaneler Kürd savaş esirleriyle dolu. Bu insandan insana değişir. Bazıları yapınca o da yaptı. Belki de çaresizdi ama artık onun psikolojik durumunu bilmiyoruz. İnsanlar çok türlüdür. Ama gerçek olan, Kürdistan’da kirli bir savaşın sürdüğüydü. Savaşlar bilindiği gibi tahribattır ve istisna tanımazlar. Bu her yerde böyledir.”



Bu tür yazıları okuyunca tüylerim diken diken oluyor, savaşlardan Mérxas gi

Sie haben die kostenlose Leseprobe beendet. Möchten Sie mehr lesen?

Weitere Bücher von diesem Autor