Letya

Text
0
Kritiken
Leseprobe
Als gelesen kennzeichnen
Wie Sie das Buch nach dem Kauf lesen
Schriftart:Kleiner AaGrößer Aa

1

Heybetiyle büyüleyen, bereketiyle yaşatan o dağlara bakınca insanı huzura boğan, çocuk sevinci yaşatan garip bir toprak olduğu fark edilirdi…

Kürdistan toprağıydı bu!

Bir anne şefkatiyle bağrına basmıştı çocuklarını. Otantik bir sessizlikte büyüyen dumanı ve kehribar üzüm suyu gibi akan sularıyla, ihanete karşı kucaklamıştı onları.

On binlerin geçişini, kanlı yenilgilere şahit olmuş bir çınar…

Qandil dağı da öylesine bir çınardı.

Letya, beş yıldan bu yana bu çınarın altındaydı ve her yaprağını, her dalını, her mevsimini tanıyordu, biliyordu. Bu dağının eteğinde onlarca köy kasaba vardı ve Letya her gün oralara gidip geliyordu. Yollarını, koyaklarını, sularını, insanlarını avucunun içi gibi tanıyordu. Özgürlük aşkıyla, yanan yüreğiyle yürüdükçe rüzgâr savuruyordu saçlarını…

Kendini özgürleştirmişti ve o özgürlüğü ile partiye katılmıştı. Kendisinin özgürlüğü koca bir ulusun özgürlüğüyle eş anlamdaydı... Öyle düşünüyordu! Oturduğu yerden gökyüzünde saydamlaşan yıldızlara baktı. Aklında geçen tek bir şey vardı o an da; buralardan çekip gitmek!

Özgür olarak katıldığı partiden, özgürce ayrılamıyordu! Ayrılanların „hain“ diye vurulmaları, onu hepten ürkütüyordu. Bu durum onu korkunç biçimde geriyordu. „İhanetle” suçlanma duygusu içini kemirip duruyordu. Partiye, özgürlük için savaşıldığını düşünerek katılmıştı. Oysa özgür iradeleriyle katılanlar serbestçe ayrılamıyorlardı. Kabul edilmesi mümkün olmayan, korkunç bir durumdu bu...

Letya kararını çoktan vermişti;

„İsterse beni yakalayıp öldürsünler,“ dedi, kendi kendine ve eşyalarını sırt çantasına yerleştirdikten sonra, nöbet tuttuğu mağaranın önünden uzaklaştı.

Gece çok sakindi.

Ormandan baygın, baygın çiçek kokuları geliyordu. Şafak çökmüş, otlar, ağaç yaprakları çiyden ıslak, ıslaktılar. Yakındaki bir leylak ağacından bir bülbül şarkı söyler gibi ötüp duruyordu. Parlak, masmavi gökyüzü üstüne abanmış gibiydi. Taşlar güneşin ışığında elmas gibi parlıyorlardı. Letya’nın düşünmeye artık zamanı yoktu.

O Türklerin demokrasisi için değil, Kürdlerin özgürlüğü ve bağımsızlığı için dağa çıkmıştı. Ülkesine ihanet eden o değil, tam tersine Kürdistan’ın özgürlüğünden ve bağımsızlığından vazgeçen partinin kendisiydi.

„Oysa bu dava da bizim sadece hukuksal değil, aynı zamanda doğal hakkımız var, insani hakkımız var; sağduyu ve vicdandan kaynaklanan hakkımız var,“ diye düşünüyordu. Bu haklı davadan kim vazgeçerse geçsin -Letya şehit düşen arkadaşlarının ölü bedenleri üzerinde yüzlerce kez ant içmişti- O vazgeçmeyecekti.

2

Örgüt Prusya tipi örgütlenmeye gitmiş beşer-altışar kişilik gerilla grupları oluşturmuştu. Bu gerilla gruplarından biri de „Zilan“ ismindeki Letya’nın 6 kişilik kadın grubuydu. Her grupta olduğu gibi onlar da gündüzleri yatıyor, geceleri de dağları geziyor, köylere gidiyor, düşmana saldırıyor, eylem yapıyorlardı.

Birden Letya arkasında bir ses duydu…

Dilan, dışarıdan görünmeyecek şekilde, mağaranın ağzındaki taşa oturmuş saçlarını okşuyordu. El sallayarak düşük bir tonla „Yolun açık olsun!“ dedi. Letya onu görünce hüzünlendi, neredeyse ağlayacaktı ama "Git!” dedi, kendi kendine. "Geriye dönüş yok artık.”

Bir an geriye dönüp, Dilan’ı bağrına basıp kucaklayarak vedalaşmak istedi, ama sonra „Hayır! Bu çok tehlikeli, diğer arkadaşlar uyanabilirler,” dedi, ve ormanın derinliğine dalıp gözden kaybolup gitti.

Üç saat sonra kendini dağın eteğindeki bir çeşmede buldu. Suyun akışına bakarken karma karışık düşüncelere kapıldı. Oldukça yorgundu ve saat 8:00’e geliyordu. Çeşmedeki su taze, sade, pırıl, pırıl ve berraktı. Tadına doyum olmuyordu.

Esintisiz ve sıcak bir gündü, ortalık sıcaklıktan cayır cayır yanıyordu. Günün ilk saatlerinde gittikçe kararan bulutlar gökyüzünde kümeleniyor, sanki fırtınaya hazırlanıyorlardı. Letya, çok yorgundu, çünkü bütün gece yatmamış, dağları gezmişti. Yatmaktan korkuyordu. Gerilla gündüzleri dolaşmadığından Letya ormanda yine de saklana saklana durmadan yol alıyor, gecenin zifiri karanlığını bekliyordu. Zaten ondan sonra Dilan’ın nöbet sırası vardı. Nöbet iki saat sürüyordu. Kamplarda 24 saat nöbet tutuluyordu. Gerillalar ortalama olarak 5-6 saat yatıyordu. Bu da onlara yetiyordu. Dışarıda gündüzleri dolaşmak yasaktı, çünkü Türk askerleri gerillayı hep takip ediliyorlardı. Letya, Dilan’ın kendisini ihbar etmeyeceğini biliyordu. Onun için Letya’nın zaman kaybetmeye hiç isteği yoktu. Onlardan ne kadar çok uzaklaşırsa o kadar iyiydi. Letya, yürüyünce hemen her dakikada geride bıraktığı yola bakardı. Görünürlerde kimsecikler yoktu. Bir saat daha yürüdükten sonra bulutlar dağılmaya başladı, yerlerini masmavi, duru, parlak bir göğe bıraktı. Yalnızca uzaktan gürlemeler geliyordu. Ondan çok uzaklarda tarlalardan yükselen tozla karışmış yağmur yüklü kapkara bir bulut yığınını, şimşeğin çaktığı ışınları zor görüyordu ve gür sesini duyuyordu.

Hewler, Qandil’e 648 km uzaklıktaydı. Bunu internet üzeri öğrenmişti. Letya, öyle hızlı yürüyordu ki saatte dört-beş kilometre geride bırakıyordu. Eğer böyle devam ederse 4-5 günde Hewler’de olacaktı.

Letya’nın kız kardeşi Afşan, Letya’yı bundan bir yıl önce Hewler’de ziyaret ettiğinde Letya’nın gerillaya katılmadan önce biriktirdiği parasını ve Alman pasaportunun bir bankada depolamıştılar.

Letya, Alman vatandaşı olduğu için yurt dışına çıkmasında herhangi bir sorunu yoktu. Zaten gerilladan kaçışını uzun süredir planladığı için, Hewler’e geldiğinde kız kardeşine telefon edecek ve kendisini Frankfurt Havalimanı’nda aldıracaktı. Eğer Afşan ve annesi olmasaydı Letya Güney Kürdistan’da kalacaktı ama, hem özlediği Afşan ile annesi yüzünden; hem de Almanya’ya bağlı olduğu için –ne de olsa Frankfurt’ta doğmuş büyümüştü, aynı zamanda bir Almandı- Almanya’ya tekrar yerleşmeye karar verdi.

Ana dili Kürdçeydi ama Almanca en iyi konuştuğu dildi. Ayrıca her Dersim’li gibi asimile olmuştu. Türkçe biliyordu, ek olarak Almanya’da gittiği ortaokulda öğrenmiş olduğu az İngilizcesi vardı. Anne ve babası iyi Kürdçe biliyorlardı ama çocuklarıyla hep Türkçe konuşuyorlardı.

Letya, babasından adeta iğreniyordu, çünkü babası "biz Kürd değil, biz Horasan’dan gelmiş Dersim’e yerleşmiş, Kürdler içinde Kürdçe öğrenmiş Türkleriz” diyordu ve Kürdlerden adeta nefret ediyordu. Hele kızının evlenmeyip, çoluk çocuğa karışamamasını ve gerillaya gitmesi düşüncesini hiç içine sindiremiyordu.

Letya ise bunu araştırmış, bu saçma teorinin Türkler tarafından bulunmuş bir uydurma olduğunu belgeleriyle ispatlıyordu. Araştırmalarına göre bütün sülalesi diğer Dersim’liler gibi Kürd oğlu Kürd idiler.

Dersim Kürd Alevileri, genel olarak ilerici ve aydın olarak bilinirler, durum şöyleydi:

“Biz Müslümanız, Hz. Ali’nin takipçileriyiz” diyen, hiç de Dersim’lilerde rastlanmayan bir gericiydi.

Letya’nın babasına göre Hz. Ali, Cami’de Sünniler tarafından arkadan bıçakla vurularak namaz esnasında öldürülür. Rivayet edilir ki, o gün Hz. Ali vasiyetnamesinde "benim yolumda gidenler bundan böyle Cami’ye gitmesinler” demişmiş.

Babasının anlattığına göre o günden itibaren Aleviler ne Cami’ye gittiler, ne de Kilise’ye. Onlar sadece Allah’a kalbinde inandılar ama Müslüman olduğunu da inkâr etmediler.

Letya’ya göre babasının Müslümanlığa ve Türklüğe sarılmasının tek nedeni birçok Kürd gibi inançtan değil, korkudandı. Çünkü Kürdistan’nı işgal altında tutan Türkiye, Iran, Irak ve Suriye’de Kürd olmak herkesin kârı değildi. Bu ülkeler tarafında işgal edilmiş Kürdistan’da Kürd olmak işkence, acı ve zulüm demekti.

Letya ise İslam‘ın Alevilikle hiçbir ilişkisinin olmadığını savunuyordu. Çünkü Alevilik İslam‘dan binlerce yıl öncesinde vardı. Alevilik, Ezidilik - Zerdüştlük - Mazdekizm gibi dinlerden etkilenmiş olmasına rağmen, kendi başına bir dindi. Belki de bu adı geçen dinler Alevilikten etkilendiler şimdilik bilemiyoruz ama Zerdüştlüğün, Mazdekizmin birçok adet ve töreleri halen Kürdistan’da ve Alevilikte görmek mümkündü.

Aslında Kürd Aleviler, İslam’ın kılıcından korktuklarından, yaşamak için "Biz Müslümanız!“ demişlerdi. Hz. Ali yandaşı Şialar gibi Cami’ye gitmemek için, bahaneler uydurmuşlardı, ama canlarını korumak için de "Biz Alevi ve Müslümanız!“ demişlerdi. Kur’an ve İslam, sonradan Dersim’e yerleştirilmiş, tipik Arap dini ve kültürüydü. Bilindiği gibi Kur’an bundan 100 yıl evveli Dersim’in ve Alevi Kürdlerin yaşadığı Kürdistan’ın hiçbir yerinde yoktu.

Letya’yı özünde dinler, milliyetler falan ilgilendirmiyordu. O zaten insanları inancında, kılık kıyafetinde, düşüncelerinde, milliyetinde, cinselliğinde tümden özgür olmasından yanaydı. Kürd olması aslında bir tesadüftü. Fakat din ideolojisi insanın zihnini esir ediyor, insanları bencilleştiriyor, köleleştiriyordu. O ise yaşamı değiştirmek, haksızlığa, sömürüye ve baskıya karşı çıkmak için dağa çıkmıştı. Eğer Kürd Alevileri Hz. Ali’ye inanıyorlardıysa o zaman Hz. Ali "Her kim ki aslını inkâr ediyorsa haramzadedir!“ demişti. O zaman; ‘Benim babam aslını inkâr ettiği için bir haramzadedir!’ diye düşünüyordu, çünkü aslında o Hz. Ali’ye bile inanmıyordu. Hz. Ali ki, baskıya zulme karşı başkaldırmış, sömürülenin, zayıfın, horlananın yanında yer almıştı.

Bütün Peygamberler de Marx gibi birer Don Kişot, birer devrimciydiler. Aralarındaki fark birinin Allah’a inandığı, diğerlerinin inanmadığıydı. Bu da insancaydı.

Tanrı varsa neden insanları üçe-dörde bölüyor, birbirleriyle savaştırıyor, bize bu kadar acı çektiriyor diyordu? Tanrı neden insan haklarını ortadan kaldırıyor, baskı, zulme, kötülüklere izin veriyordu?

Letya kozmopolit bir enternasyonalist ve bir devrimciydi. Aslında O’nun yeri yurdu yoktu. O bir dünya vatandaşıydı.

 

Kürdlerin ülkelerinin zenginliği sömürgecilerin iştahını kabartmış ve Kürdistan’ı bu nedenle işgal etmişlerdi.

Kürdler „Kürd“ olduklarından acımasız bir baskı ve zulme tabi tutulmuşlardı. Bu zulme karşı olmak için, devrimci olmak şart değildi, insan olmak yeterliydi.

Letya vicdani, ahlakı olan, hak ve hukuka inanan bir insandı. O bir insanın kalkıp başka bir insanın en doğal hakkı olan dil ve kültür gibi olguların yasaklanmasını, ülkelerini işgal etmelerini, onları sömürmesini, ezilmesini, acı çektirmesini, hak aradıkları için idam ve işkence edilmesini, doğal olarak 40 milyonluk bir halkın varlığının inkâr edilmesini bir türlü kabullenemiyordu. Nasıl olurda bir insan binlerce yıl yaşadığı ülkesinde kendi dilini konuşmasın, kültürünü yaşamasın, zenginlik içinde bunca yoksulluk yaşasın? Bu gerçeği hangi vicdanlı ve onurlu bir insan bu dünyada kabul edebilirdi?

Beşinci gün büyük zorluklar içerisinde Hewler‘e vardığında saat 15:00‘e geliyordu. Hewler’in sokakları insanlardan ve sıcaklıktan kaynıyordu. Letya ilkin bir mağazaya girip elbiselerini kendi tanınmayacak şekilde değiştirdi, uzun bir elbise giydi ve yüzü görünmeyecek şekilde eşarp ile kapattıktan sonra bir lokantaya gitti, aceleyle bir şeyler atıştırdı. Her şey planladığı gibiydi. Frankfurt’a uçak 17:25’te kalkıyordu. Daha sonra kız kardeşi Afşan’ı aradı, sonra biletini alır almaz kadınların tuvaletine girdi ve elini yüzünü yıkadı.

Havalimanı’n da birkaç saat bekledikten sonra uçağa bindi ve uçakta kimseyle konuşmadı. Sadece uyudu. Zaten yorgunluktan ölüyordu.

Frankfurt Havalimanı’nda Afşan onu bekliyordu. Letya son olarak Afsan’ı Hewler’de bundan bir yıl önce görmüştü. Letya, Afşan’ı gördüğünde sanki yeniden doğdu. Sonra üzüntülere boğuldu, çünkü Kürdistan’ı terk etmek hiç de öyle kolay değildi. Hewler’de uçağa bindiğinde çok kararsızdı. Gitse miydi, gitmese miydi?

Güney Kürdistan’da birkaç milisten başka kimseyi tanımıyordu. Eğer Kürdistan’da kalacaksa onun yeri dağlardı. Sefil, fakir fukara halka bakıp acı çekmek istemiyordu. Savaşmaktan başka elinde başka bir şey de gelmiyordu. Mesleğini yarıda kesmiş, beş sene gerilla olmuş, dağlarda yaşamış, savaşmıştı. Kürdistan’da ezilen ve horlananlar ordusuna katılıp vicdan azabı çekmektense, belki Almanya’da yine okuluna devam edebilir, iş güç sahibi olabilirdi.

Gerillada 15-20 sene kalanlar vardı. Çoğunun yaşı gelmiş 60’lara dayanmıştı. Bunlar eğer silahı bırakırlarsa topluma nasıl entegre veya rehabilite olacaklardı? Ne meslek, ne emeklilik ne de başka bir şey? Çoğu bu nedenle partinin yön değiştirmesine, bağımsızlıktan vazgeçmesine karşı olmalarına rağmen partiyi terk edemiyorlardı. Terk edip de ne yapacaklardı? Bir insanı inancından vazgeçirmek, köleliğe, ezilmişliğe davet etmek, birkaç kuruşa muhtaç etmek o kadar basit miydi? Onların dağlarda parası pulu, şan-şöhreti yoktu ama onurlu bir yaşam sürdürüyorlardı. Çünkü onlar tamimiyle özgürdüler.

Letya, tüm bunları düşününce çıldırası geliyordu. Bazen bir bomba olup İstanbul veya Ankara’nın en kalabalık polis karakolu veya askeri kışlasının içinde patlatarak, bütün kinini düşmana kusmak istiyordu.

3

Frankfurt Havalimanı’nın önünde Afşan’ın arabası onları bekliyordu.

Afşan Frankfurt dışında herkesten uzakta bir otelde Letya’ya tek kişilik oda ayarlamıştı. Odaya gelir gelmez, Letya yorgunluktan kendini hemen yatağa bıraktı. Frankfurt’ta geldiğinden Afşan'dan başka hiç kimsenin haberi yoktu.

Afşan’ın ertesi gün çalışması gerekiyordu.

Letya, dengeye önem veren insanlardandı. Bir konu hakkında olayları ölçmeden, tartmadan, denge kurmadan karar vermezdi. İlişkilerinde de dengeye önem verdiği için, güçlü adalet duygularına sahip birisiydi. Haksızlığa hiç tahammül etmez ve herkese adil davranmaya çalışırdı. Kolay sinirlenmez, genelde nazik, fakat ısrar ve zorlanmaktan hiç hoşlanmazdı. Bunu Afşan’da iyi biliyordu. Letya, bu gibi durumlarla karşılaştığında bazen sabır ve nezaketlerini yitirebilirdi. İyi bir konuşmacıydı, sakin ve yumuşak sözler ile dinleyenleri etkileyebilen birisiydi.

Afşan ise aşırı meraklı olduğundan başkalarının hayatına girmekten çekinmezdi. İkisinin ortak yönü; hayatlarındaki her şeyin güzel olmasını isterlerdi. Arkadaşlarının sahip olduğu güzel şeyleri ‚kıskanıp‘ onlara ulaşmak için her türlü yollara başvurabilirlerdi. „Onlarda her şey var, bizde neden yok!“ diyebilen bir mizaca sahiptiler.

Letya, yalnız kalmaktan hoşlanmaz, dostluğa büyük önem verirdi. Onun için denge ve uyum arkadaş seçiminde de önemliydi. Son derece bonkördü, gerçek arkadaşlıklar için sadece para değil, ölüme bile gözlerini kırpmadan giden bir kadındı. Yeni şeyler öğrenmekten hoşlandığı için çabuk öğrenir ve bu sayede de işlerinde başarılı olurdu.

Letya, aynı zamanda cazibeli ve estetikti. Bu tip insanlar, girdikleri her ortamda hemen fark edilirlerdi. Çekici ve büyüleyicidirler. Kendilerine has tarzları vardı. Bu yüzden örneğin modayı takip etmek yerine, kendilerine yakışanı tercih ederlerdi. Ne var ki Afşan’ın fiziksel yapısı çok güçlü olmasına karşın, sağlam sayılmazdı. Zaten hastalıklara karşı dirençsizdi.

Letya ise tam Afşan’ın tersi, hem bedenen, hem de ruhen çok güçlü bir kadındı.

Afşan, Letya’dan iki yaş küçüktü. Zaten çocukluğu beraber geçirdiğinden ablasını kendisi gibi iyi tanıyordu. Aralarındaki ilişki kardeşler arası ilişkiden çok, bir derin arkadaşlıktı. Afşan’ın en çok güvendiği ve sevdiği arkadaşı Letya’ydı.

Ertesi gün Afşan, Letya’yı ziyarete geldiğinde, Frankfurt’u terk etmesini başka bir şehre veya ülkeye gitmesini söyledi.

Letya, uzun uzun düşündükten sonra „Neresi sence en uygunu?“ diye sordu. Afşan hiç düşünmeden: „Bilbao!“ dedi.

Letya bunu duyunca hafiften gülümsedi.

„İyi fikir!“ dedi: „Ama ben eğer şehirlerde yaşayacaksam o zaman o şehir daha büyük olmalıdır! Ben metropolleri seviyorum. Bir semtini değiştirdiğinde sanki şehri tümden değiştiriyormuşsun gibi büyük bir şehir olmalı! Bir denizaltı gibi istediğin zaman denizin üstüne çıkarsın, istediğin zaman da milyonlarca insan arasına dalıp kaybolacağın kadar büyük şehirlerde yaşamak isterim!“ dedi.

Afşan sakince; „O zaman New York en iyisidir!“ dedi.

Letya gülümseyerek: „Yok, yok olmaz! Ben New York’ta ayakta duramam. Orada neyle ve nasıl geçineceğim? Ömür boyu sen bana yardım edecek değilsin ya? Hele bir yerde bir meslek falan örgeniyim de, sonra New York, L.A.’den hayal ederiz değil mi?”

Sonra kahkahalarla güldüler…

Zaten şaka yapıyorlardı. Qandil neresi, New York neresiydi? Hani olmayacak da değildi ama Berlin en uygun şehirdi. Berlin’de Letya’nın hem dil problemi olmazdı, hem de okulunu devam etmek için burs alma ihtimali vardı.

İki kardeş gece geç saatlere kadar oturdular, anlattılar, şakalaştılar, güldüler, eğlendiler…

Anneleri için de olsa Letya’nın Almanya’da kalması en doğrusuydu. Hiç olmazsa altı ayda bir ziyarete gelir, annesinin fazla üzülmesine neden olmazdı.

Letya’nın politize olması 14 yaşında, 7. Sınıfta, 1992’de başlar.

Ajna adında, Karslı bir Kürd kızı okulda politik ve ekonomi dersinde Kürdler üzerine bir çalışma hazırlar ve sunar. Letya bu çalışmadan çok etkilenir, Ajna ile arkadaş olur. O günden sonra babasından korktuğu için Kürdleri gizlice takip eder ve Kürdler üzeri bilgisini derinleştirir. Bir yandan evde babasının baskısı, diğer yandan okulda, dışarıda ve izinde hep kendisine „Kürd’üm“ demekten korkması, Letya’yı oldukça düşündürür. Letya, Kürdleri araştırdıkça, onlar üzerindeki zulüm ve baskıyı gördükçe, içindeki direniş duyguları gelişmeye başlar.

Aslında anne ve babası güzel Kürdçe konuşuyorlardı. Hele köydeki ninesi ve dedesi bir tek kelime Türkçe bilmiyorlardı. Peki, ‘bunlar,’ diyordu kendi kendine, "Neden kendilerine Kürd demekten korkuyor, Kürdlüğünü yaşamıyor, Kürdlüklerinden utanıyor, korkuyorlardı? Kürd olmak neden bir suç teşkil ediyordu? Kürdçe Türklerin işgali altında olan Kürdistan’da neden yasaktı? Bir halkın en doğal hakkı olan dili ve kültürü nasıl, ne hakla yasaklanırdı? 40 milyonluk bir halkın varlığı nasıl inkâr edilirdi?”

Letya, gerillaya gitmeden önce 1996 yılında, yani 18 yaşında, satıcı olarak meslek yapmak için Frankfurt’ta, Neckermann’a girmişti. Oraya abesini gerillada kaybeden Ajna’nın teklifi üzerine girmişti. Ajna, politik ve aktiftir. Letya’ya bolca kitap ve dergiler getirirdi. Letya, ailesinden gizlice ve zamanı oldukça derneğe giderdi. Artık kendini gizlemekten de bıkmıştı, ailesine, hele babasına laf geçirecek halde değildi. Öyle bir durumdaydı ki, neredeyse Kürdlere yapılan bu haksızlığı gören ve bir şey yapmayan herkesten nefret etmekteydi. Hele babasından, Türklerden, Arap ve Farslardan adeta iğrenmekteydi.

“Bunlar” diyordu, "Kürdlerden ne istiyorlar? Kürdlerin de dünyadaki diğer halklar gibi bu güneşin altında özgürce yaşama hakkı yok mudur?”

Tüm bu nedenlerden dolayı Letya için Kürdlerin tek kurtuluş yolu direnişti.

1997 ilkbaharında Ajna ile birlikte gerillaya katıldı.

Ajna 2,5 yıl sonra, 22 yaşında, Zagroslar’da şehit düştü. Ajna’nın ölümü Letya’yı çok fena etkiler. Fakat direnmekten ve savaşmaktan başka bir çare yoktu. Ölen bir Ajna mıydı? Ne yiğitler toprağa düşmüştü o dağlarda, Ajna onlardan sadece bir tanesiydi...

Ertesi gün, Cumartesiydi. Letya güneşle birlikte uyandı. Otelin bahçesine çıktı, bir kahve içti. Yeni doğan güneş, yaprakları yemyeşil olan ıhlamur ağacının arasında parça, parça ışıldıyordu. Sağ tarafında bazı güller kurumuş, kararmıştı. Duru, soğuk gökyüzünde tek bir bulut bile yoktu. Gökyüzü masmaviydi.

Letya, bu güzel atmosferi terk etmek üzereyken Afşan kapıda göründü. İkisi sanki ilk olarak yıllar sonra yeni görüşüyorlarmış gibi birbirlerine doğru koşup kucaklaştılar ve doyasıya öpüştüler. Bir ülke için bir kral, bir genç için bir idol neydiyse, Afşan içinde Letya oydu. Letya beş sene Kalaşnikof’a sevgilisi gibi sarılmış, dağlarda yaşamış bir direnişçi, bir savaşçıydı. O ailesine ve sömürgeciliğe karşı direnmiş, düşman öldürmüş, evini barkını, malını mülkünü, özel yaşamını geride bırakmış, özgürlük için savaşmış bir savaşçıydı. O gerçek bir kahramandı. Ve bu kahramanın Afşan’ın ablası olması, O’nu oldukça mutlu ediyor, gururlandırıyordu. Çünkü Afşan’da, Letya’daki cesaret ve direniş azmi yoktu. Bu nedenle Afşan, Letya’ya yardım etmek için can atıyor ve ona yardım edince de bir o kadar mutlu oluyordu. Elinden gelen her şeyi yapıyordu ve yapmaya hazırdı...

Yukarı çıktılar. Afşan Berlin’e bilet almıştı. Tren her saatte bir vardı. Aceleye gerek yoktu.

Saat 9:45’te Frankfurt Tren İstasyonu’na geldiler. Tren sanki sadece onları bekliyordu.

İki kardeş kucaklaşıp vedalaşınca, Letya’yı derin bir hüzün sardı. Vedalaşıp bir daha yüzünü göremediği o kadar çok arkadaş kaybetmişti ki, bu serenadı hiç sevmez hale gelmişti, hatta bazen vedalaşmaktan çok korkar olmuştu.

Kondüktör düdüğü çaldı. Trenin kapıları kapandı. Letya’nın Berlin’e tren yolculuğu başladı.

“Bay bay Afşan, bay bay benim canım ciğerim!” dedi. Afşan ve Tren görünmeyene kadar el salladı.

Afşan, Letya’ya yer ayırmak için sormuştu ama O, "Hayır! Sevmediğim herhangi birinin yanına zorunlu oturmaktansa ayakta giderim daha iyi” demişti.

Trende ileriye doğru yavaş yavaş giderken birbirine karşı duran üç boş koltuk buldu, sırt çantasını çıkardı rafa yerleştirdi ve kendisini koltuğa bıraktı. Yanında bir iki kitap ve Afşan’ın almış olduğu dergi ve gazeteler vardı. Onları okumak istedi, ama canı ilkin su istedi. Su içtikten sonra tuvalete gitti ve camdan dışarıya bakarak dağları, ormanları izledi. Sanki Qandil’deydi.

Kassel’a kadar yolculuk sakin geçti. Kassel’da trene kadınlı erkekli birçok kişi bindi. Bunlardan biri 23-24 yaşlarında genç bir delikanlıydı. Biraz hippi tipliydi. Öğrenci olduğu her yönüyle belli olan bu Alman genç, karşısındaki koltuğa oturmak için Letya’ya;

„Özür dilerim, koltuk boş mu?“ diye sordu.

„Evet, boş!“ dedi Letya hafif gülümseyerek, camdan dışarıya baktı.

Adam sırt çantasını rafa yerleştirdikten sonra elinde dizüstü kendisini koltuğa salıverdi. O an Letya’nın ilgisi dağılmış olacak ki, tekrar adama bir göz attı. Adam nazikçe gülümsedi.

Letya’yı erkekler fazla ilgilendirmiyordu. Zaten dağa çıkmasıyla birlikte cinsel duygularını dondurmuştu. Bilindiği gibi partide aşk ve cinsel ilişkiler tamamen yasaktı. Normal ve aklı başında bir insan bunu anlamazdı, ama bu maalesef bilinen bir gerçekti. Dünyada en doğal olgu olan sevmek ve sevilmenin yasak olduğu bir yerde, özgürlük ve bağımsızlık için savaşmak yetmezmiş gibi, bir de parti içerisinde partiye karşı savaşmayı, artık kimse kaldıramıyordu. Bu nedenle partideki bazı komutanlar bu tür şeylere artık göz yumuyor ve içlerinde "sömürgecilere karşı savaştığımız yeter!” diyorlardı.

 

Karşı çıkanlar ise ajan olarak damgalanıyor; ya hapse atılıyorlardı ya da işkence edilerek öldürülüyorlardı.

Partide herkes Başkan’ın söylediklerinden başka hiçbir şeyi savunmayacak, onun kulu kölesi olacaktı. Tüm bunlar Letya ve onun gibi birçok insanı çıldırtıyorduysa da düşmana karşı olan kininlerinden dolayı kimse sesini çıkarmıyordu.

Letya, trenden dışarı bakarken tüm bunlar üzerine düşünüyordu ve camdaki yansımadan adamı izliyordu. Acaba diyordu; "Bu adam şimdi ne düşünüyor? Acaba onun ne gibi problemleri var?” Sonra yüzünü kitabına çevirdi, okuyormuş gibi diğer sayfayı arkaya çevirdi.

4

Tren bir salyangoz gibi sessizce ve yavaşça hareket edip yolculuğa devam ederken, Letya’nın bir gözü kitapta bir gözü de camdaki yansımasından karşısındaki adamı gözlüyor ve Qadil’i düşünüyordu. Qandil neresi Almanya neresi diye düşünürken adam birden: “Elindeki kitabı ben de okudum! Garcia Lorca gerçekten harika!“ dedi.

O an da Letya geldiği sayfadaki şiiri Almanca sesli okudu:

“Ay kocaman at kara Torbamda zeytin kara Bilirim de yolları Varamam Kurtuba'ya”

Adam teşekkür etti ve „Garcia Lorca’yı okuduğuna göre onu seviyorsun değil mi?“ diye Letya ya dikkatlice sordu.

Letya göz kirpiklerini kapatıp açarak: “Evet!“ dedi ve nazikçe hafiften gülümsedi.

Adam, “Benim en çok sevdiğim şair Pablo Neruda’dır ama şairleri, sanatçıları kıyaslamanın doğru olmadığını düşünüyorum, çünkü herkes kendisine göre güzel ve iyidir!“ dedi.

Letya sesini çıkarmadı, ilkin camdan dışarı, sonra tekrar ona baktı ve aniden;

“Yolculuk nereye?“ diye adama sordu.

Adam gülümseyerek, “Berlin’e gidiyorum. Kassel’da bir arkadaşı ziyarete gelmiştim.“

"Ben de Berlin’e gidiyorum! Adım Letya! Tanıştığımıza memnun oldum!“

Adam, “Marc!“ dedi. "Ben de memnun oldum. Öğrenci misin?”

"Hayır! Meslek yapmak istiyorum ama bakalım yer bulmak sandığımdan da zor. Benim Berlin’de ilkin ev aramam lazım. Ben aslen Frankfurt’luyum. Berlin’e yeni taşınıyorum.”

"A ha! Öyle mi? Ben iki senedir üç kişilik ortak bir konutta kalıyorum. Gerçekten çok güzel! Arkadaşlar ile çok iyi anlaşıyoruz. Benim tanıdığım iki kadının oturduğu ortak bir konutta boş bir oda vardı. İstersen sana Ophelia’nın telefon numarasını vereyim bir danış ona. Eğer oda halen boşsa onlara sen de katılırsın. Ophelia ve Miyu gerçekten çok iyi insandırlar.”

Letya, „Tamam! Neden olmasın?“ dedi ve telefon defterini Marc’a uzattı.

Kendi kendine: “İyi, şansım yaver giderse oda aramaktan kurtulurum …”

Zaten kendi başına bir oda bulmak öyle basit olmayacaktı.

Marc, edebiyat okuyordu ve politik bilgisi de az değildi. Trende zaman çok hızlı geçti. İkisi çok iyi anlaştılar. Berlin’e yaklaştığında Marc, “Peki bugün yatacak yerin var mı?“ diye Letya’ya dostça sordu.

Letya şaşkın bir şekilde: “Hayır, şimdilik yok! Ama kendime bugünlük bir pansiyon bulurum herhalde.”

Marc, “Belki sana komik gelecek ama doğrusu senden insan olarak çok hoşlandım. İstersen bu gece bizde de kalabilirsin.”

Letya çok teşekkür etti ve “olmaz!” dedi, "Ben kendi halime bakarım artık.“

“İstersen ortak Konut Santralı vardır. Orada kendine bir iki haftalığına ya ortak konutta, ya da tek oda bir yer de bulabilirsin. Çünkü pansiyonlar oldukça pahalıdır. Ayrıca, Berlin’de ev bulmak aylarını alabilir. Biz İstasyon’da inince ben senin için Ortak Konut Santralı’nın telefon numarasını internette bulabilirim.”

Letya, bu iyi insana nasıl teşekkür edeceğini bilemiyordu: „Olur” dedi, "Zaten birkaç dakika sonra istasyondayız.“

İstasyona geldiklerinde bir internet kafeye gittiler. Orada söz konusu telefonları aldılar. Sonra bir kafede bir şeyler içtiler, telefonlarını ve maillerini birbirlerine verdiler.

Marc, Berlin’de Letya’nın kontağa geçtiği ilk insan olmuştu. Letya, sevincinden uçuyordu, hem iyi bir insan tanımış, hem de belki yarından itibaren bir odası olacaktı. İşler yolundaydı.

Marc gittikten sonra hemen telefon kulübesine gitti ve Ophelia’ya telefon etti. Saat 15:00‘e geliyordu ve kimse evde yoktu ama bir telesekreter vardı.

Letya, “İyi...” dedi kendi kendine. "En iyisi ben Berlin’i biraz gezeyim akşama Ophelia’yı yine ararım.”

Marc trende Letya’ya Berlin hakkında birçok şey anlatmıştı. Kulüpleri, tiyatro ve sinemaları, kafe, restoran ve semtleri.

Berlin’in nüfusu 4 milyona yaklaşıyordu. Avrupa’da gece hayatının en enteresan olduğu bir şehirdi.

Letya büyük Tren İstasyonu’nda bindi metroya ve Friedrichshain‘e doğru yol aldı. Çünkü Ophelia ve Miyu Friedrichshain’da oturuyorlardı.

Marc’ın anlattığına göre Berlin çok enteresan tarihi bir şehirdi.

1933 Nazi faşistleri Almanya’da iktidara geliyorlar ve Yahudilerin her şeyini yasaklıyorlar. Aynı yıl Berlin Üniversitesi’nin önündeki alanda 20 binin üstünde kitap yakıyorlar. Bu kitapların içinde "Alman olmayan ruh!“ denilen Heinrich ve Thomas Mann, Arthur Schnitzler, Kurt Tucholsky, Max Brod, Arnold Zweig, Lion Feuchtwanger gibi yazarların kitapları da vardı.

1 Eylül 1939 yılında ikinci dünya savaşı başlıyor.

Daha 18 Ekim 1934‘te Yahudileri topluca sınır dışı etmeler başlıyor. 9/10 Kasım 1938’de"Reichskristallnacht“ dedikleri Yahudilere karşı yakma ve yıkma savaşı başlıyor. Birçok Sinagog’un yanında Yahudi iş yerleri ve evleri de yakılıp yıkılıyor. 1943-45 yılları arasında Berlin havadan bombalanarak yerle bir ediliyor ve 2 Mayıs 1945’te Naziler savaşı kaybediyorlar.

Geriye tahrip edilmiş şehirler, ölen 50 milyon insan ve çekilen büyük acılar kalıyor. Berlin’in nüfusu 1939’da 4,3 milyondu ama bu sayı 1945’te 2,8 milyona düşüyor. Her üç evin biri yıkılıyor, gaz ambarlarında 60 binin üstünde Yahudi zehirlenerek öldürülüyor, inanılmaz büyük acılar çekiliyor.

1948’de Berlin; Ruslar, Amerikalılar, Fransızlar ve İngilizler arasında dörde bölünüyor ve Berlin küçük bir adayı andırıyor. Batı Berlin etrafı Doğu Almanlar tarafından yapılmış, emperyalizme karşı duvarla çevrilidir. Amerikalılar bu adayı yıllarca hava yoluyla destekliyorlar. Doğu Berlin, Doğu Almanya’nın; Bonn’da, Batı Almanya’nın başkenti oluyor ve Almanya Doğu (sosyalist) ve Batı (kapitalist) olmak üzere iki devlete bölünüyor.

Letya tüm bunları okulda da öğrenmişti ama Marc’ın sade, yalın ve tane, tane açıklaması başkaydı. "Acaba…” diyordu Letya "Tüm bunlara rağmen faşistlerin Almanya’da bir daha iktidara gelme şansı var mıydı? Biz göçmenlerin sonu da Yahudiler gibi olur muydu?”

Marc’a göre Almanlar okulda çocuklarını artık öyle eğitiyorlardı ki, bir daha böyle şeyler olmasın! Ama ekonomik krizler derinleşir, insanlar yine aç, susuz, evsiz kalırsa her şey yine de mümkündü. Fakat yaşadığımız uzay, iletişim çağında Almanya global dünyaya öyle entegre olmuş ki, Naziler gibi faşistlerin artık öyle şanslarının olmadığını düşünüyordu.

Ayrıca şimdiki Almanya’da yaşayan göçmenlerle o dönemdeki Yahudilerin konumu başkaydı. Yahudilerin gideceği bir ülkeleri yoktu. Ama göçmenlerin her an yine geri dönebilecekleri bir ülkeleri vardı. Bu nedenle göçmenler Yahudiler ile kıyaslanmaz, diyordu.

Letya’nın tüm bunları, zeki bir Alman edebiyat öğrencisinden duyması, kendisini bayağı rahatlatmıştı.

Doğu Almanya 7 Ekim 1949’da kurulmuş ve 9 Kasım 1989’da yıkılmıştı. Almanya böylelikle 40 yıl bölünmüş olarak kalmıştı.

Doğulular artık Rusça öğrenen cahil, fakir, İngilizce bilmeyen, tekniksel geri olan "Cahil Ossi“; Batılılar ise kibirli, zengin ve tekniksel ilerlemiş „Bilgili Wessi” idiler.

Weitere Bücher von diesem Autor